İletişimin mekansızlaştırılması: Dijitalleşme, iletişim ve salgın

HEDİYETULLAH AYDENİZ
Abone Ol

Salgın öncesi süreçte teknolojinin ve özellikle de internetin sağladığı sınırsız veri ve malumata erişim imkânı, teknolojiden beslenen kişilerin gerçek mekânda yüz yüze gelindiğinde insanla iletişim kurmasıyla yaşanan sorunlar öne çıkmakta idi. Salgın sonrası dönemde ise güncel ve güvenilir bilgi kaynakları probleminin yanında bir de yüz yüze gelmeyi, aynı mekânı paylaşmayı ve fiziksel teması minimize etmeyi gerektiren bir sürecin sonucunda yeni bir sorunumuz olabilir.

İlk Türkçe gazete olan Vekayi-i Mısriyye'nin 1828 tarihli ilk sayısının Mukaddimesi'nde (Başyazı) akıl sahiplerinin gönül aynalarını aydınlat[mak] (nûr-âver-i mir'ât-ı kulûb-ı uli'l-elbâb), zamanın ruhunu kavramak (mizâc-ı vakte vâkıf olma) ve olup biteni hakkı ile bilmek (keyfiyet-i hâle ârif olma) üzerinden gazete ele alınır. 1831’de Payitaht İstanbul’da çıkan ilk Türkçe süreli yayın olan Takvim-i Vekayi’de de karşımıza çıkan kavramlar ve terkipler, gazetenin ötesinde matbuat ve medya ile ilişkilendirilen anlamlar ve tartışmalar düşünüldüğünde sosyokültürel ve entelektüel hafızamızda tarihsel bir sürekliliğe işaret ediyor:

  • ‘âlemde vukû’ bulan ahvâli vaktu zamanıyla zabt u beyân etmek, seleften halefe hisse alacak bir yâdigar bırakmak, kişi bilmediğinin düşmanıdır kidesi (el-mer’u ‘addün velemmâ cehlühü) hakikat ve aslını bilmek, bir suret-i hasene, esbâb-ı hakikiyye ve icâbât-ı zarûriyyesini beyân, halka tefhîm olunması, vâkı’ın hilâfı havâdis-i şuyû’uyla düştükleri ıztıraptan kurtulmak, umûr-ı vâkıa’ya herkes hakikati üzre kesb-i ittilâ eylemek (çabalayarak işlerin gerçeğini kavramak), sened-i sahih (sağlam ve güvenilir kaynak), itibara şâyân (güvenilebilir), rivâyet-i sahiha (doğru aktarım), kavî delil (sağlam kanıt), esbâb-ı hakikiye (gerçek sebepler).

Bilgi problemi

Aslında modernleşme kavramıyla ifade edilen son iki yüzyıllık tarihsel tecrübemiz, “bilgi” probleminin odağında olduğu bir arayış olarak okunabilir. Bunun dayandığı zemin de “zayıflayan ve yabancı güçler arasında paylaşılacak bir varlık olarak görülen” bir toplumun var olma, var kalma ve varlığını sürdürmeye ilişkin temel bir ihtiyaçtır.

Vekayi-i Mısriyye'nin 1828 tarihli ilk sayısının Mukaddimesi'nde (Başyazı) akıl sahiplerinin gönül aynalarını aydınlatmak, zamanın ruhunu kavramak ve olup biteni hakkı ile bilmek üzerinden gazete ele alınır.

Buradan hareketle temel bir arayış olarak kodlanan zamanın ruhunu-mizacını-karakterini kavrama ve olup biteni hakkıyla bilme üzerinde medyaya (gazete, dergi, radyo, tv, internet vd.) bir anlam yüklediğimiz, bu mecraları bir eğitim imkânı olarak değerlendirip mektep, üniversite olarak da gördüğümüze ilişkin epeyce tarihi kayda rastlamak mümkündür. Sosyokültürel ve entelektüel hafızamızda bir tarihsel sürekliliğe işaret eden bu terkipler/söz bileşimleri ve kavramlar aslında felsefi ve bilimsel bir konu olmanın ötesinde bir yaşanmışlığın kendisiyle varolan iletişimin bizim tarihimizdeki izdüşümü olarak görülebilir.

Bilmek aynı zamanda mukaddimelerde yer alan ifadeyle okuru “zûlam-ı cehalet”ten (Cehalet zulümlerinden) kurtaracak bir çaba ve elde edilecek bir sonuçtur. 2019 yılının sonlarında varlığından haberdar olunan ama küre ölçeğinde hızlı yaygınlığı ve etkinliğinin bu düzeyde olacağı beklenmeyen koronavirüs salgını, aslında tam da cehaletimizin bizi karşı karşıya bıraktığı bir belirsizlik örneği olarak karşımıza çıkıverdi. Bazılarına göre de bilinen bir gerçekliğin ve tahmin edilen bir riskin krize dönüşmesi öncesinde yeterli düzeyde bilgilendirme mekanizmasının çalıştırılmaması örneği idi.

Covid-19’un düşündürdükleri: Riskler ve sosyal politikalar
Nihayet

Bulunduğu zamanın karakterini ve niteliğini bilen ve kavrayan kişi-birey oluşturma çabası aynı zamanda güncelliğini koruyan ve zamanın ruhuna uygun bir yayın politika sürdürmesi beklentisiyle medyanın da önemli sorumluklarından birisi olarak kodlanageldi. Hem zihinsel hem duygusal hem de davranış düzeyinde kendini risklere ve krizlere hazırlıklı birey ve kurumların varlığı biraz da bu güncelleme ile olup biteni hakkıyla bilmeye bağlı. “Rivâyet-i sahiha” ve “kavî delil” ilkeleri meselelerin “esbâb-ı hakikiye”sini gösterek “âmmeye neşr”olunması ile medyanın doğru bir yayın politikası sorumluluğuna işaret ederken medyadan beklenilen temel amaç da “umumiyye-i hasene” olarak kodlanageldi. Salgın günlerinde insanlara yapılabilecek en güzel iyilik, olup biteni hakkıyla bilmesini sağlayacak malumat ve habere erişim olduğu izahtan vareste olsa gerek.

Enformasyon düzensizliği

İlk dönem gazetelerin başyazılarında geçen “âmme-i ibâd-ı bilâdı işbu vehm u vesvese ve su-i zann dağdağasından kurtar”mak ilkesi ise halkta oluşması muhtemel su-i zan ve vesvesenin önüne geçmeyi ortaya koyar. Su-i zan ve vesvesenin önüne geçecek hakikati dile getirme ilkesiyle ise “sened-i sahih” olabilmedir. Günlük, hatta anlık olup biteni aktarma ile vazifeli görülen medya, bilgi üretim kurumu değildir aslında.

Üniversite, düşünce kuruluşları, resmi ve sivil kurumların ürettikleri bilgiyi ve ortaya koydukları hakikati neşrederek anlaşılabilir bir formda halka ulaştırır.

Son on yıldır konuşulan ve özellikle de 2017 yılında Avrupa Konseyi’nin “Araştırma ve politika oluşturma için disiplinlerarası bir çerçeveye doğru” alt başlığı ile hazırladığı Enformasyon Düzensizliği isimli rapor, mevcut enformasyon edinme kaynaklarımızın olup biteni hakkıyla bilmemizi imkansızlaştıran bir süreci analiz ediyor. Bu sürecin aktörleri, üretilen içerikler/mesajlar ve yorumlayıcılar ile üçlü düzeyde mesajını yaratımı-üretimi-dağıtımı üzerinde de durulmaktaydı.

Enformasyon düzensizliği/bozukluğu, “yanlış ve zararlı boyutlar”ına göre enformasyonun tasnif edilmesi olarak tanımlandı: misinformation, disinformation ve mal-ifnormation. Yanlış enformasyon (misinformation) zarar verme amacı taşımayan yanlış malumatların paylaşılmasıdır. Yanlış-efnormasyon (misifnormation), kasten-bilerek zarar vermek için yanlış malumatların paylaşılması dezenformasyon ve gizli kalmak için tasarlanmış bilgileri kamusal alana taşımak suretiyle gerçek malumatların zarar verecek şekilde paylaşılmasıdır.

Teyit.org’un aktardığı özetten hareketle küresel salgının her alanda hissedilmeye başlanan etkilerinden bir tanesi, toplumun habercilerden, hala birçok belirsizlik barındıran koronavirüs hakkında zamanında ve doğru bilgilendirme beklentisinin artışıdır.

Nefes alışımız gibi her an iç ve dış dünyadan mesaj alıp veriyoruz. Bireyden başlayıp sırasıyla aile, toplum, devlet ve onun ötesine geçen, uluslararası topluma kadar uzanan bir düzlemde olup biteni hakkıyla bilmek istiyoruz. Bu ihtiyacımıza, arayışımıza ve isteğimize cevap verme iddiasındaki kurumsal yapılardan birisi olan medyanın da odakta olduğu krizlerin boyutu giderek büyüyor. Zamanın ruhunu kavrama ve olup biteni hakkıyla bilme arayışımızda aslında medyanın ötesinde çoklu kaynaklara sahip olduğumuzu da unutmamak lazım. Bu bağlamda iletişimi de bireyin kendini var kılma, ötekini tanıma ve kendi varoluşunu gerçekleştirme aracı, durumu ve zemini olarak kodlayabiliriz. Bu varoluş, akleden ve konuşan bir varlık olarak insanın kendi kendisiyle iletişimi (intra-personal) ile başlar, ötekiyle bireysel düzlemdeki iletişimi olarak kişilerarası iletişim (interpersonal) ile tamamlanır ve kemale doğru yol alır. Birden fazla kişiyle muhataplığı ve etkileşimi ile grup iletişimi, bir kurumun varoluş gerekçesine uygun olarak tüm muhatapları ve paydaşlarıyla tüm iletişim kanallarını açık, sürekli ve etkili bir şekilde işletebilme olan kurumsal iletişim (organizational) ve muhatabı belirsiz, hayali ve aslında “herkes” olan kitle iletişimi şeklinde beşli tasnife tabi tutulan toplumsal iletişim düzeylerinin bütünselliği içerisinde iletişim meselesini görmek gerekir.

İletişim ne demek?

Türkiye’deki alan yazının ortaya koyduğu müktesebat ve tarihsel tecrübe, iletişim olgusunu ülkemizde daha çok dikey olarak bir kitle iletişim meselesi olarak ele alarak, yatay düzlemde toplumsal iletişim süreçlerini konu edinen araştırma ve çalışmaların da daha az ele alındığı gibi bir sonuç üretmiştir. Bu tarihsel tecrübe, iletişim kavramının daha çok haberleşme ve aracılanmış iletişim olarak medya-kitle iletişimi üzerinden Türkçede anlam kazanmasına yol açmıştır. Yukarıda değindiğimiz ilk gazetelerdeki konumlandırma ve anlam yüklemeler de bu düzeyde bir ihtiyacın bireylere bırakılmayacak kadar önemli olduğuna, sivil, resmi ve özel kurumların vazifeleri olarak bunun telakki edildiğine işaret ediyor. Bunu en açık olarak Türkçe sözlüklerde görmek mümkündür.

  • Türk Dil Kurumu (TDK)’nun Güncel Türkçe Sözlüğü (sozluk.gov.tr)’nde karşımıza çıkan anlamlar söz konusu tarihsel tecrübeyi de yansıtır biçimdedir: Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme, komünikasyon, telefon, telgraf, televizyon, radyo vb. araçlardan yararlanarak yürütülen bilgi alışverişi (“İletişim”, t.y.).

Konvansiyonel medyanın tek yönlü iletişim sürecinin dönüştüğü ve her bir kullanıcının birer içerik üreticisi olduğu günümüzde dijitalleşmenin ve salgınla beraber yaşadığımız biricik deneyimin kendisini iletişim açısından ele almak zengin bir laboratuvar imkânı sunmakla beraber mevcut iletişim literatürümüz “iletişim sorunlarını” daha çok medyanın toplumsal etkisine yoğunlaşarak ele aldığı gerçeğini de hatırda tutmayı gerektirir. Akademik literatürün oluşumunun ilk evresinde iletişimi, teknoloji ile aracılanmış ve medya özelinde profesyonellerce içerik üretim-dağıtımı-tüketimi ekseninde ele alan Türkiye tecrübesi, insani olanı içeren ve toplumsal iletişim süreçlerini değil de medyatik iletişim süreçlerinin yani “haberleşmenin” odakta olduğu bir sorunsaldan hareketle ortaya çıkmıştır.

1978 tarihli Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri başlıklı doçentlik tezinde Ünsal Oskay, insanın değişen dünyası ve iletişim sorunlarını Batı tarihi üzerinden şu şekilde ortaya koymaktadır:

“Atomlaştırılmış; reel-yaşamdaki varoluşsal alanların sistem açısından rasyonelleştirilmesine ve örgünleştirilmesine karşılık, iş'liğin dışındaki serbest zamanı için diğer insanlardan uzaklaştırılmış çağdaş insanın kendi toplumsal varoluşunun bilincine varabilmesi; kalabalıklar içindeki yalnızlığında kendi bireyliğini bulabilmesi çözümü olanaksız denecek kadar güç bir sorun olmuştur.”

Birey-toplum, birey-medya ilişkisi ve bireyselleşme probleminin akademik gündemdeki yoğunluğu devam etmekle beraber konunun ele alındığı ana boyut, kültür endüstrisi, bilinç endüstrisi kavramları etrafında profesyonellerin ürettiği içeriklerin kitle iletişim araçları aracılığıyla toplum ve bireye etkileri ve ortaya çıkan sonuçlar üzerine olmuştur. Zamanın mizacına ilişkin malumat edinmeyi de sağlayarak olup biteni hakkıyla bilmemize yardımcı olmasını beklediğimiz medya, haberleştirmedikleriyle neyi bilmememiz gerektiğine karar verdiği gibi neyi nasıl bileceğimize de karar veren bir “eşik bekçisi-kapı tutucusu” rolünü oynamakta. Enformasyonun üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerinde nesne değil özne olma talebiyle bir adaletsiz düzen tartışması hep yapılageldi. İnternetin ve özellikle de sosyal medyanın gelişi ile eşik bekçiliği tekeliğinin kırıldığı ve her internet kullanıcısının içerik üreticisi olduğu katılımcı ve demokratik bir medya düzeni ümidi ve beklentisi kısa bir süre de olsa vurgulandı. Geleneksel medyaya güvenin azaldığı ve insanların sosyal medyadan olup biteni takip ettikleri bu süreç uzun sürmedi. Sınırsız enformasyon üretimi, dağıtımı ve tüketiminin olduğu dijital dünyada kaynağı da belli olmayan yalan, yanlış ve sahte içeriklerin artışında ciddi, en az geleneksel medya kadar, sorunların kaynağına dönüşen yeni bir “enformatik cehalet” (Nabi Avcı) ortamı şekillendi.

Ünsal Oskay

İnsanın kendisiyle, fiziksel ve toplumsal çevresiyle ilişki kurma sürecinin bir parçası olarak anlam, anlamın oluşumu, ortak dil, etkileşim, kültür gibi kavramların merkezde olduğu iletişim, iletmek ve paylaşım olarak tanımlanabilir. Merkezi kavramı ve temel özelliği toplumsal etkileşimdir. İnsani iletişim süreçlerinin tümü için son derece önemli olarak kabul edilen boyut “ortak kavramsal zemin (ortak dikkat, ortak deneyim, ortak kültürel bilgi) yaratma yeteneği” olduğudur. Bu zeminden hareketle iletişimi; bir anlam alış-verişi, sayesinde dünyayı anlamlı kıldığımız ve bu anlamı başkalarıyla paylaştığımız insani bir süreç olarak gördüğümüzde aslında zamanın ruhunu kavrama ve olup biteni hakkıyla bilmenin de bu sürecin vazgeçilmezi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun sağlayıcı zemini de güvenilir kaynaklardan güncel ve doğru malumata erişebilme imkanıdır.

1978 yılında Ünsal Oskay’ın da yukarıda değindiğimiz “insanın değişen dünyası ve iletişim sorunu” ile ilgili söyledikleri bugün de üzerinde durulan iki temel kavram, değişim ve iletişimdir. Değişimin dijitalleşme ile birlikte günümüzdeki durumu ise “bitmeyen/sürekli değişim (perpetual change) halinde olmasıdır. Bu değişimin iletişime yansıyan boyutu ise teknoloji ile aracılanmış iletişimin, insani iletişimin yerini almaya başlamasıdır. 2017 yılında Avrupa Konseyi’nin hazırladığı Enformasyon Düzensizliği raporundan yaklaşık bir yıl sonra Kasım 2018’de (salgından da yaklaşık bir yıl önce) Londra Üniversitesi’nin yayımladığı Enformasyon Krizinin Üstesinden Gelmek başlıklı raporda dile getirilen beş büyük meydan okumadan (orijinal metinde beş büyük felaket/musibet/kötülük olarak zikredilmektedir) hareketle iletişim krizinin durumu tartışılabilir.

Salgın hastalıklara müslümanca bakış: İmtihan, tedbir ve tezkîr
Nihayet

Söz konusu raporun ortaya koyduğu birinci meydan okuma, “neyin doğru olduğu ve kime inanmaları gerektiği konusunda insanların kendilerinden daha az emin olmaları” olan kafa karışıklığı (confusion)’dır. İkinci meydan okuma ise sinizmdir (cynicism). O da en çok güvenilen kaynaklar dahil giderek güvenin yitirilmesidir. Üçüncü meydan okuma ise, paralel anlatılar ve gerçeklerle ‘hakikat toplulukları’na ayrılan insanların potansiyel olarak sınırsız bilgiye erişebilir durumda olmalarına rağmen toplumsal tercihleri temel alan mutabık kalınan gerçeklerin havuzunun azalması olan dağılma/bölünmedir (fragmantation). Dördüncü meydan okuma ise, anlamın inşası üzerinde etkisi olan güçler/organizasyonlar/kurumların hesap verebilmesini mümkün kılabilecek ahlaki ilkelerin geliştirilmemiş olması, açık hesap verebilirliğin ve şeffaflığın sağlanamamış olmasının getirdiği bir sorumsuzluğun (irresponsibility) varlığıdır. Bu dört meydan okumanın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan beşinci büyük meydan okuma ise, kayıtsızlık/duyarsızlıktır (apathy): Sonuç olarak vatandaşların, toplumun müesses yapılarıyla irtibata geçmekten vazgeçmeleri ve demokrasiye inançlarını yitirmelerinin söz konusu olması, duyarsızlığın çerçevesi olarak belirlenmiş durumda (Livingston, 2018).

İletişim krizi

“İletişim krizi” olarak da değerlendirebileceğimiz “Enformasyon Krizinin Üstesinden Gelmek” raporunun dayandığı temel nokta, aslında metnin girişinde aktardığımız 1828 tarihli beklentiden mülhem olduğunu sanacağımız şekilde “doğru, güncel ve güvenilir bilgi kaynaklarına” sahip olma ve erişme problemidir. Bunun bizi getirdiği yer de mevcut bilgi kaynaklarına ve kurumlarına güven yitimidir. Bunun sebebi de insanın dayandığı çoklu bilgi kaynaklarının teknolojiye bağımlı hale gelmesi ve indirgemesi ile insani iletişimin yerini insansızlaştırılmış bir iletişim ortamının almasıdır. Bu güven yitimi de bireysel ve toplumsal varoluşun olmazsa olmazlarından olan iletişimin temel işlevlerinin çalışamamasını getirir.

Kendini güvende hissetme ile sağlık gibi hayati derecedeki karar alma süreçlerini ve davranışlarını belirlemede dayanabileceği sabitelerinin yitimi, insanı 'kaos ve kriz' hissiyatıyla yüz yüze getirir.

Dijitalleşmenin de katkısıyla “yeni toplum”sal işleyişinin bir sonucu olarak enformasyon düzensizliği ve krizinin medya özelinde salgın sonraki durumu ise 40 ülkeden 80 bin çevrimiçi haber tüketicisinin katılımıyla yapılan Oxford Üniversitesi Reuters Gazetecilik Çalışmaları Enstitüsü’nün 2020 Dijital Haber Raporu’ndan takip edilebilir. Teyit.org’un aktardığı özetten hareketle küresel salgının her alanda hissedilmeye başlanan etkilerinden bir tanesi, toplumun habercilerden, hala birçok belirsizlik barındıran koronavirüs hakkında zamanında ve doğru bilgilendirme beklentisinin artışıdır. Salgın öncesi yapılan tespitlerin bir devamı olarak enformasyon krizinin odağında yer alan çevrimiçi platformların, komplo teorileri ve kasten üretilen yanlış bilgilerin yayılmasına imkân sağlamaya devam ediyor olmaları en büyük sorunlardan bir tanesi olarak varlığını koruyor. Sosyal medyayı ve internet üzerindeki haber sitelerini kullananlar, birçok spekülasyon, “alternatif gerçek”, uydurma haber, felaket senaryoları ya da inkara maruz kalmaya devam ediyorlar. Koranavirüsün ortaya çıkışı sonrasında ana akım medya yoluyla haber tüketiminde artış yaşanırken çevrimiçi ve sosyal medya platformları arasında ise en çok WhatsApp’a ilginin büyüdüğü anlaşılıyor. Ayrıca sadece tüketim değil, tüketimin sıklığı da koronavirüsle artış gösterirken bütün katılımcıların yüzde 28’i, habere ulaşmak için ilk önce internet sitelerine ve akıllı telefon uygulamalarına başvuruyor. Özellikle Z jenerasyonu olarak adlandırılan 18-24 yaş arası kullanıcılar, internet siteleri ve uygulamalardan uzaklaşırken, haberlere daha çok sosyal medya üzerinden ulaşıyorlar. Bütün yaş grupları dahil edildiğinde, Instagram’da haber tüketenlerin sayısı 2018’den itibaren iki katına çıkmış ve gelecek senelerde Twitter’ı geçmesi bekleniyor. Nisan itibariyle Covid-19 ile ilgili haberciliğe güven, tüm ülkelerde göreceli olarak yüksek çıkarken hükümetlere, siyasi isimlerin bireysel açıklamalarından daha fazla güven duyulduğu bir sonuç elde edilmiş. Medyaya güven ise, sosyal ağlara, mesajlaşma uygulamalarına duyulan güvenin neredeyse iki katı. Koronavirüs salgını ortaya çıkmadan önce de dünya genelindeki bütün katılımcıların yarıdan fazlası internette paylaşılan haberlerin doğru veya yanlış olması konusunda endişe duyarken bu süreçte yanlış bilgiye karşı endişe küresel bir boyuta taşındığı tespiti yapılıyor. İnternetteki yanlış bilgi konusunda 40 ülke arasında kaygı oranı en yüksek ülke yüzde 84 ile Brezilya. Türkiye’de ise yanlış bilgi konusundaki kaygı oranı yüzde 62.

Nisan itibariyle Covid-19 ile ilgili haberciliğe güven, tüm ülkelerde göreceli olarak yüksek çıkarken hükümetlere, siyasi isimlerin bireysel açıklamalarından daha fazla güven duyulduğu bir sonuç elde edilmiş.

Dijitalleşmenin de etkisiyle sınırsız malumata erişimin mümkün olduğu bir ortamda ve dönemde güncel ve güvenilir bilgi kaynaklarının azalması ile “insandan insana” iletişimin yavaş yavaş “insan-teknoloji-insan” şeklindeki bir işleyişe dönüşümü bir mesele olarak konuşulmaya başlanmıştı. Bu süreç, insanın kendini gerçekleştirmesi ve kendini güvende hissederek başkalarıyla iletişime geçmesini engelleyici bir sonuçla aslında yeni bir iletişimsel varoluş alanının ortaya çıktığını söylememize imkân verir. Dijitalleşmenin daha ileri düzeyde yaşandığı bazı toplumlarda insansızlaştırılmış iletişimin giderek arttığını ve İngiltere’deki “Yalnızlık Bakanlığı” gibi yeni kurumsal mekanizmalar kurdurtacak düzeyde toplumsal bir soruna yol açtığını biliyoruz.

Salgın öncesi süreçte teknolojinin ve özellikle de internetin sağladığı sınırsız veri ve malumata erişim imkânı, teknolojiden beslenen kişilerin gerçek mekânda yüz yüze gelindiğinde insanla iletişim kurmasıyla yaşanan sorunlar öne çıkmakta idi. Salgın sonrası dönemde ise güncel ve güvenilir bilgi kaynakları probleminin yanında bir de yüz yüze gelmeyi, aynı mekânı paylaşmayı ve fiziksel teması minimize etmeyi gerektiren bir sürecin sonucunda yeni bir sorunumuz olabilir: “iletişimin mekânsızlaşması”. Korona ve salgın krizinin beklenilenden uzun sürmesi halinde iletişimde mekân kaybının sürekliliğinden söz edilebilir mi? Sorulardan birisi bu.

  • Her insan, anne-babası başta olmak üzere bir ilişkiler ağı içinde dünyaya gelir. Bu ağ içinde kendini inşa ederken, ilişkilerin hem etkileyeni hem de etkilenenidir; hem öznesi hem de nesnesidir. İletişimde özellikle de kişilerarası iletişimde insanın varoluşu ilişkisine bakıldığında, zaman ve mekânın birlikteliğinin, bir toprağı belli bir zaman diliminde kendini gerçekleştirme zemini olarak var edip mekânsallaştırmayla birlikte olduğu görülecektir.

Mekândan bağımsız bir insani varoluşun mümkün olmadığını ve iletişimin de bu varoluş sürecinde insanın ontolojik özelliği olarak bunun temelinde yer aldığını dikkate aldığımızda iletişim-mekân ilişkisini konuşmak daha rahat olabilir. Kişilerarası iletişimin toplumsal zemindeki normali ve insanın temel ihtiyacını karşılayan gerçekleşme biçimi yüz yüze iletişimdir. Aynı zamanda aynı mekânda en az iki insanın bir araya gelişiyle gerçekleşir. Mektuplaşmada olduğu gibi aynı zaman ve mekânı paylaşmadan da kişilerarası iletişim gerçekleşebilir; telefon ve anlık mesajlaşma programları dikkate alındığında aynı mekân olmadan aynı zamanda da kişilerarası iletişim gerçekleşir. Burada gündeme getirilmesi gereken sorulardan ve sorunlardan birisi, iletişimde “mekân”ın kaybı süreklilik arz ettiğinde insanî iletişim süreçlerinin ve özellikle de kişilerarası iletişim ile grup iletişiminin bundan nasıl etkilendiğidir. Bundan da önemlisi ferdî iletişim, kişinin iç dünyasında kendisiyle iletişimi, düşünen ve konuşan bir varlık olarak kendini gerçekleştirmesindeki sürecin en önemli unsurlarından birisi olan öteki ile mekânlı temasın azalması veya ortadan kalkmasında ortaya çıkabilecek kişisel düzeydeki etkinin ne olduğudur. Soruyu şöyle formüle edebiliriz: İletişimin mekânsızlaşmasının bireysel ve toplumsal etkileri neler olabilir?

Kişilerarası iletişimin nihai olarak kişinin kendini gerçekleştirme sürecine hizmet etmesi, bunun da çoklu toplumsal ortamlarda ve mekânlarda dinamik bir süreç şeklinde başkalarıyla etkileşimle mümkün olduğu gerçeği dikkate alındığında bu yeni durum üzerinde düşünmenin gerekliliği de kendini açık eder.