Klasik Türk musikîsinin hanımefendisi: Leyla Saz

MEHMET KÖKREK
Abone Ol

Tıpkı musikîmizin kadim makamlarından âb-ı kevser gibi çoktan unutulmuş büyük müzisyenimizin hayat hikâyesi 1850 yılında başladı. Saray’a ilk adımını dört yaşındayken, Münire Sultan’ın nedimesi sıfatıyla attı. Kısa zamanda saray halkının sevgisini kazandı.

Tarihte ne kadar Leyla varsa hepsinde tatlı bir letafet, hoş bir zarafet bulunur: ezvac-ı tahirattan Medineli Leyla, şiiri yüzünden, yüzü şiirinden güzel Abdullah kızı Leyla ve tabiî Fuzulî’nin kaleminde can bulan Leyla… Bu isim ne vakit zikredilse zaman ve mekân birden değişir. İnsan, mazi sarayının baş köşesine kurulup musikî denilen nutk-ı ilâhînin âb-ı kevser makamındaki ahengiyle kendinden geçer; Kays iken Mecnun olur… Bu kısa yazıda sizlere bundan neredeyse iki asır evvel yaşamış bir Leyla’dan, Dilhayat Kalfa’dan sonra musikîmizin ikinci önemli kadın bestekârı sayılan Leyla Saz’dan bahsetmeye çalışacağım.

Saray’a ilk adımını dört yaşındayken, Münire Sultan’ın nedimesi sıfatıyla attı.

Osmanlı devletine yüksek idari görevlerde bulunan Hekimbaşı İsmail Paşa, şehzade Abdülaziz ve Abdülmecid’i sünnet edip padişahın takdirine mazhar olduktan sonra tıp eğitimi görmesi için Paris’e gönderildi. Dönüşünden kısa bir süre sonra saraya mensup Tatar asıllı Nefise Hanım’la evlendi. Evvelce II. Mahmud’u ameliyat ve çocuklarını sünnet etmesiyle takdir görmüş olsa da asıl yükselişini Sultan Abdülmecid’in annesini tedavi ederek yaptı. Bezmiâlem Valide Sultan artan vücut ağrılarından şikayetçiydi. Paşa derhâl huzura çağırıldı. Tetkikler sonucunda Valide Sultan’a, Yalova kaplıcalarında altı haftalık sıcak su kürü tedavisi uygulanması kararlaştırıldı. Tedavide beklenenin de üstünde başarı elde edildi. Valide Sultan, tedaviden o derece memnun oldu ki Paşa’nın kiracı olduğu Beşiktaş’taki Rıza Paşa Konağı’nı satın alarak ona hediye etti. İşte bizim Leyla, dünyaya gözlerini bu evde açtı.

  • Tıpkı musikîmizin kadim makamlarından âb-ı kevser gibi çoktan unutulmuş büyük müzisyenimizin hayat hikâyesi 1850 yılında başladı. Saray’a ilk adımını dört yaşındayken, Münire Sultan’ın nedimesi sıfatıyla attı. Kısa zamanda saray halkının sevgisini kazandı. Onlar, bu tatlı kıza “sarayın küçük misafiri” der, bir dediğini iki etmezlerdi. Küçüğün gelişiminde saray çevresinin büyük katkısı oldu.

Saray meşkhanesinde Hâşim Bey, Hacı Fâik Bey, Hacı Ârif Bey, Sermüezzin Rifat Bey, Kanûnî Ethem Efendi, Santûrî İsmet Ağa gibi devrin önemli musikîşinaslarının derslerine iştirak etti. Dahası, Nikoğos Ağa ve Medenî Aziz Bey’den özel dersler aldı. Alaturka musikînin yanında alafranga müzik meşk etti; piyano çalmayı öğrendi. Babası Girit valiliğine tayin edilince küçük hanımın saraydaki misafirliği son buldu. Aile, Sirkeci’den kalkan bir gemiyle Paşa’nın yeni görev yerine doğru hareket etti.

İçi sıcak tutacak bir şeyler
Nihayet

Gemide Moravî hanedanından Abdurrahman Sami Paşa -ki Sergüzeşt müellifi Sezaî Bey’in babasıdır- ve Atina Üniversitesi’yle arası bozulunca istifasını verip memleketine doğru yola çıkan Elizabeth Vasilaki Kontaksaki de bulunuyordu. İsmail Paşa’nın arkadaşı olan Sami Paşa, beş dili anadili gibi bilen Kontaksaki’den ufaklıkla ilgilenmesini rica etti. Kamarada başlayan latin harfi dersleri, seyahatin bitimine bir gün kala tamamlandı. Dersler karada da devam etti: Leyla, Kontaksaki’den Fransızca ve Rumca dersleri aldı. Babası, kızının dile yatkınlığını fark edip Fransız ve Rum edebiyatına ağırlık vermesini istedi; o da ricayı emir telakki ederek gece gündüz demeden çalıştı. Hatta meşhur Mesnevî mütercimi Abidin Paşa’nın Rumca bir şiirini Türkçe’ye çevirdi. Dil eğitiminin yanında Kandiyeli Esad Efendi’den güzel yazı; Giritli Kutbîefendizâde Sâdık Efendi’den ise şiir ve aruz dersleri aldı. İlk şiir denemelerine bu dönemde başladı. Babasıyla beraber beş yıl kadar Girit’te kaldı.

Kendini tamamıyla şiire ve musikîye adayan Leyla Hanım, ömrü boyunca yirmi beş farklı makamda yüzden çok beste yaptı.

Babasının İzmir valiliği sırasında vilayet mektubî muavini Selim Sırrı Efendi ile evlenerek çok sevdiği İstanbul’a döndü. Selim Bey memurluğunun yanında devrin parlak şairlerindendi. Leyla Hanım da şiirler yazıyordu. Fakat bunları sadece babasına gösteriyor; babası, ne vakit bunları neşrettirmek istese “Katiyen babacığım!” ikazıyla karşılaşıyordu. Ama kocası bir şekilde onu ikna etmeyi başardı. Leyla Hanım’ın ilk şiiri kurucuları arasında Abdurrahman Sami Paşa’nın oğlu Abdülbâkî Bey’in de bulunduğu Hazine-i Evrak dergisinde (burada evvelce kocası Sırrı Efendi’nin de birkaç şiiri çıkmıştı) yayımlandı. Uzunca süre şairane bir uyumla yürüttükleri evliliklerinden ikisi kız, ikisi erkek olmak üzere dört çocukları oldu. Sırrı Bey’in memuriyetinden dolayı, ülkeyi şehir şehir dolaşmak zorunda kalmalarından sebep aile ilişkileri ağır aksak yürür hâle geldi. Zira Leyla Hanım’ın gönlü, o biçimsiz ve engebeli yollarda geçen sıkıcı seyahatlerde değil, rast ile neva arasındaki intizamlı, ahenkli seyirdeydi. Uyuşmazlığın neticesinde tel kırıldı. Ahenk sona erdi.

Kendini tamamıyla şiire ve musikîye adayan Leyla Hanım, ömrü boyunca yirmi beş farklı makamda yüzden çok beste yaptı; daha çok hicaz, suzidil ve bestenigâr makamlarını tercih etti. Kimi bestelerinde dostları Süleyman Nazif, Recaizade Mahmud Ekrem, Yaşar Şadi, Nabizade Nazım, Samih Rifat, Arif Hikmet ve Şair Nigar’ın şiirlerini kullandı. Tatyos Efendi’nin günümüzde bile sevilerek dinlenen meşhur hicazkârını (Mani oluyor hâlimi takrire hicabım) suzidil makamında tekrardan besteledi.

  • Fakat onu geniş kitlelere tanıtan eser, Hanende İbrahim Bey’in hicaz şarkısı oldu:
  • seni sevda çiçeğim tâc-ı serim
  • bilemezsin ne çok severim
  • bunu her gün sorar tazelerim
  • söyle kalbinde var mı yerim

Bestekârı olduğu eserler arasında Samih Rifat’ın Asker Türküsü ve meşrutiyet devri kadın şairlerinden Fehime Nüzhet Hanım’ın kaleminden çıkma Neşide-i Zafer Marşı gibi eserler vardı. Yeri gelmişken söylemeden edemeyeceğim. Samih Rifat’ın Asker Türküsü uzunca yıllar Akdeniz Marşı adıyla çalınmış, söylenmiş, okullarda ezberletilmiş ve nota kağıtlarında eserin bu hâli de Leyla Saz’a mal edilmiştir. Bir ilkokul öğrencisinin yarım yamalak terennümlerini andıran bu beste, nasıl oldu da Leyla Hanım ayarında bir müzisyenin ismiyle anılır oldu? Bunu anlaması epey güç... Leyla Hanım, bütün bunların yanında mazurka ve vals üzerine de besteler yaptı. Lakin ne üzücüdür ki yüzü aşkın bestesinden geriye ancak elli küsuru ulaşabildi. Diğerleri, gaddar bir kıvılcımın hışmına uğrayarak, küçüklüğünden beri tuttuğu hatıralarıyla beraber kül olup gitti.

Leyla Hanım'ın Hazine-i Evrak'ta yayımlanan ilk şiiri

1895 senesindeki acı tecrübeden sonra hafızasında kalanları, çevresindekilerin hatırladıkları ile birleştirerek yeniden kaleme aldı. Azminin ilk meyvesi 1920 senesinde Şamlı İskender’in Külliyat-ı Musikî’de neşrettiği üç cüz oldu. Bundan yaklaşık bir sene sonra ise bu defa hatıralarını neşretti. Bunlar, Harem ve Saray Âdât-ı Kadîmesi başlığı altında Vakit, Geçen Asırda Kadın Hayatı adıyla İleri gazetelerinde tefrika etti. Yusuf Razi Bey, gazete sütunlarına dağılan hatıraları derledi ve 1925 senesinde, Paris’te kitap olarak yayımladı. Hatıralar öyle ilgi gördü ki aynı sene içinde üç baskı yaptı; sonrasında İngilizce, Çekçe ve Almanca tercümeleri de çıktı. Türk okuyucusunun hatıralarla buluşması ise yaklaşık yarım asır sonra gerçekleşebildi. Hatıratın saray yaşantısına ilişkin kısımları son derece önemli ve ilginç anekdotlarla doludur. Şayet o da halefleri gibi hatıralarını mürekkeple buluşturmasaydı, ne Münire ve Fatma sultanların düğünlerinde yaşananları ne saraylı genç Çerkez kızın saraydan kaçmak için girdiği Çerkez Kapısı’ndan ölüme açılan son yolculuğunu ne de sarayda dolaşan beyaz hortlaktan haberdar olmamız mümkün olmazdı.

1928’de ise bu sefer şiirleri Solmuş Çiçekler adıyla neşredildi. Eserin başında Yusuf Razi Bey, Bostancı Yangını’ndan sonra yitip gidenleri ve annesinin pişmanlığını kısa bir şekilde anlatmıştır. Ayrıca Leyla Hanım, yandı köşküm pılım pırtım bucağım / söndü hiç tütmemek üzre ocağım beytiyle başlayan Yanan Köşkümün Yâdı başlıklı şiirinde o elim yangın hadisesini pek güzel ve dokunaklı bir şekilde hikâye etmiştir.

Leyla Hanım’ın musikî alanındaki becerileri saray tarafından da takdir ediliyordu. Dolmabahçe Sarayı’nda devrin ileri gelenlerinin de davetli olduğu ve repertuarı tamamen Leyla Hanım’ın eserlerinden mürekkep bir konser düzenlendi. Üç ay süren provalardan sonra vakit geldi çattı. Peşrevden sonra hüzzam makamındaki “harabı intizar oldum aman gel” şarkısı büyük bir ustalıkla çalındı. Sonra repertuardaki diğer eserler sırasıyla ve pek mahirane suretle geçildi. İşler rast gitmişti. Konser sona erdiğinde bir alkış tufanıdır koptu. Leyla Hamım’a dört bir yandan iltifatlar yağıyor; davetliler, Cuma selamlığına çıkmış padişaha arzuhâl takdim edercesine sırayla tebriklerini sunuyorlardı. Bu curcuna arasında Sultan’ın adamlarından biri Leyla Hanım’a yaklaşarak huzura beklendiğini bildirdi. Sultan da diğerleri gibi dinlediği eserlerle mest olmuştu; dinlediği parçaları öve öve bitiremiyor ve Leyla Hanım’a sürekli övgüde bulunuyordu. Bunlar kuru kuruya yapılan övgülerle kalmadı. Leyla Hanım’a şefkat nişan verilerek Saray tarafından himaye edilmesi sağlandı.

Leyla Hanım, Cumhuriyet devrinde de itibarını kaybetmedi. Besteler yaptı, güfteler yazdı ve siyasetten olabildiğine uzak durdu.

Leyla Hanım, Cumhuriyet devrinde de itibarını kaybetmedi. Besteler yaptı, güfteler yazdı ve siyasetten olabildiğine uzak durdu. 1934 senesinde Soyadı Kanunu yürürlüğe girince aile arasında anlaşmazlık çıktı. Leyla Hanım, çocukluğundan beri iç içe yaşadığı musikîyle alakalı bir soyadı almak istedi ve kendisine çok yaraşan “Saz”ı seçti. Nedenini soranlara “kendimi bildim bileli bir günüm sazsız geçmedi” derdi. Büyük oğlu Yusuf Razi -bir söylentiye göre Fransız asıllı eşini düşünerek- “Bel” soyadını aldı. Küçük oğlu Vedat ise pek çok önemli yapının ilk Türk mimarı oluşu bakımından “Tek” soyadını benimsedi. Böylece ailenin üç ferdi, üç harften müteşekkil tek heceli üç değişik soyadı kullanır oldu.

Leyla Hanım ömrünün sonuna kadar musikîden kopmadı. Yaşı 80’i geçtiği hâlde torununun oğlunun sünnet düğününde sabaha kadar, yaklaşık sekiz saat boyunca piyano çaldı. Hastalanıp yatağa düştüğünde meşhur hanendelerden İhsan ve İbrahim beyler yatağının başucunda keman ve udla ona sevdiği şarkıları çaldı. Bu ufak fasıldan üç gün sonra, yani 6 Aralık 1936’da, damadı Prof. Mehmet Ali Ayni Bey’in Kızıltoprak’taki köşkünde 86 yaşında iken vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ndeki kabrinde defnedildi. Menzili mübarek, ruhu şâd olsun...