Nabizade Nâzım’ın hastalığı ve ölümüne dair unutulan detaylar nasıl ortaya çıktı
Ahmet İhsan’ın dikkatlerden kaçan ilk yazısı, edebiyat tarihimizin önemli ismi Nabizade Nâzım’la ilgilidir ve onun ölümünün ardından Servet-i Fünûn mecmuasında yayımlanmıştır. Yazı, Nabizade Nâzım’ın biyografisinin yanı sıra, eserlerine, hastalığına ve vefatına dair önemli ipuçları içermektedir.
Çeşm-i insaf gibi kâmile mîzan olmaz Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz Talibî
Ahmet İhsan Tokgöz (1869- 1942), yaklaşık yarım asır neşrettiği Servet-i Fünûn mecmuasıyla ve yönettiği yayınevi ile edebiyat tarihimizin olduğu kadar yayın dünyamızın da en renkli isimlerinden biridir. Yayımladığı Servet-i Fünûn mecmuası, modern Türk edebiyatına damga vurmuş, Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati, Yedi Meşale gibi edebî hareketler bu mecmuada neşvünema bulmuştur.
Telif ve tercüme pek çok esere imza atan Ahmet İhsan, Tanpınar’ın ifadesi ile yeni edebiyatın oluşması yolunda edebî inkişafı sağlayan isimlerin başında gelir. 1
1942’de ölünceye dek yayın dünyasının içinde yer alan Ahmet İhsan, yaptığı iş gereği pek çok isimle âşina olmuş ve bu tanıklıklarını da başta iki cilt hâlinde yayımladığı Matbuat Hatıralarım (1930-1931) adlı kitabı olmak üzere çeşitli yazılarında neşretmiştir.
Ahmet İhsan Tokgöz’ün hatıralarını bütünleyen portre yazıları, 2020’de tarafımdan yayıma hazırlanarak Bâbıâli Yokuşu’ndan Portreler adıyla neşredilmişti. 2 Tokgöz’ün portreler kitabında yer almayan iki yazı, bu yazı serisinde dikkatlere sunulmaktadır. Bu yazıların her ikisi de nekroloji türündendir ve ele alınan kişilerin ölümünden duyulan üzüntüyü daha çok duygulu bir üslupla dile getiren metinler olarak ön plana çıkarlar.
Birinci yazı, Zehra, Karabibik adlı eserleriyle edebiyatımızda yer edinen Nabizade Nâzım’la ilgilidir ve yazarın ölümünün ardından Servet-i Fünun mecmuasında neşredilmiştir. Tokgöz, yazısında Nabizade Nâzım’ın biyografisine katkı sağlayacak önemli bilgiler verir. Yazısının başında Nabizade Nâzım’la İstanbul Kitaphanesi’nde nasıl tanıştığını açıklayan yazar, ilerleyen satırlarda vereme yakalan yazarın hayat serencamını özetler. Doğum tarihi, ailesi, okul ve meslek hayatı, evliliği yazıda değinilen belli başlı konulardır. Yazısının satır aralarında Nabizade Nâzım’ın şairliği üzerine özellikle vurgu yapan Tokgöz, yazarın ölümünden evvel yayımlanan vefat ilanı hadisesine de değinir. Maarif mecmuasında yayımlanan vefat ilanını okuyan Nabizade Nâzım, bu habere “Yalan değil, yalnız az acele etmiş!” sözleriyle mukabele etmiş ve bu haberin neşrinden iki ay sonra 5 Ağustos 1893’te vefat etmiştir. Ahmet İhsan da vefatının ardından mecmuasının 17 Ağustos 1893’te yayımlanan sayısında Nabizade Nâzım’la ilgili aşağıdaki yazıyı kaleme almıştır.
Nabizade Nâzım
Genç, güzel bir zabit enzar-ı dikkatindeki [dikkatli bakışlarındaki] lema-i zekâyı [zekâ parıltısını] bana atfederek [yönelterek] “takdim ederim” sözüyle Bâbıâli Caddesi’nde vâki [bulunan] İstanbul Kitaphanesi’nde bir akşam bana bir kitap verdi ki setresinin [ceketinin] yakasında bulunan işaret-i mahsusa [özel işaret] ile Erkânıharp talebesinden bulunduğu anlaşılan bu genç zabitin âsar-ı kalemiyesiyle [kalem eserleriyle] kesb-i iştihara [ünlenmeye] başlamış Nabizade Nâzım Bey olduğunu bir gün evvelisi öğrenmiştim. Verdiği kitap “Heves Ettim” unvanlı bir mecmua-i eşar [şiir kitabı] idi.
İşte Nâzım’la hukukum “Heves Ettim”in zaman-ı takdimi olan dokuz sene evvelinden başlıyor. Ondan sonra hukuk, kardeşlik derecesine gelmişti; kardeşliğe büyük bir hiss-i takdir de [beğenme hissi de] inzimam eyliyordu [ekleniyordu]. Zira Nâzım’ın hayran-ı iktidarı [edebiyattaki gücünün hayranı] idim. Nâzım’ın uzun müddet imtidat eden [süren] hastalığı ve birkaç ay evvel “Maarif” risalesinin bî-acilane [acele bir şekilde] bir surette ita ettiği [verdiği] haber-i vefat [ölüm haberi] muhabbetimin şiddeti sevkiyle [yönlendirmesiyle] beni o kadar müteessir eyliyordu ki tasvir edemem. Zavallı arkadaşım Haydarpaşa Hastanesi’nde esir-i firaş [yatağa bağlı] olarak hayatından bî-ümit [ümitsiz] bir surette yatarken tahkik ve tetkike [araştırmaya ve incelemeye] ihtiyaç görmeden haber-i vefatını hemen sahife-i havadise [haber sayfalarına] geçirmişler, Nâzım’ı sevenleri garik-i esef eyledikten [üzüntüye boğduktan] sonra biçare hastaya firaş [yatak, döşek] altında kendi haber-i vefatını okutmak gibi bir büyük su-i tesiri [kötü tesiri] icra etmişlerdi. Diyorlar ki Nâzım, risalenin [derginin] kendi hakkında yazdığı fıkra-i mahsusayı [özel yazıyı] okuduğu zaman cephe-i zekâ ve hüzün-âverinde [hüzün ve zekâ dolu yüzünde] bir tebessüm-i mahsus [özel bir gülümseme] irae ederek [göstererek] “Yalan değil; yalnız az acele etmiş!” sözlerini sarf eylemiştir.
Vakıa [gerçi] Nâzım’ın dediği de mübeddel-i hakikat oldu [gerçeğe dönüştü]; iki ay evvel acilane [aceleci] bir surette verilen haber-i esef-engiz [hüzün veren haber] geçen cumartesi günü zuhur etti [gerçekleşti]; zavallı Nâzım aylardır imtidat eden [süren] hastalığına, hayat-ı felaket-engizine [felaketlerle dolu hayatına] hatime çekerek [son vererek] kendini sevenleri büyük bir hüzne duçar edip [üzerek] âlem-i ebediyete nakl-i mekân eyledi [mekân değiştirdi]. Hemen Cenabıhak garik-i lücce-i rahmet eyleye [rahmet denizine karıştırsın] Nâzım’ın hastalığı verem-i azmî [kemik veremi] idi. Birkaç senedir kendinde mevcuttu, fakat bir buçuk senedir şiddetle hükmünü sürüyordu. Gariptir ki bu bir buçuk sene zarfında zavallı gencin haber-i vefatı üç beş defa şüyu buldu [duyuruldu]. Binaenaleyh [bununla birlikte] merhumun haber-i vefatını almakla birkaç defa fart-ı tesire [aşırı etkiye] duçar olduğumuz [kapıldığımız] için son ve sahih [gerçek] malumatı aldığım zaman inanmamak istedim. Fakat Nâzım’ın bulunduğu Haydarpaşa Hastanesi etıbbasından [doktorlarından] Doktor Hilmi Kadri Bey’in bana bir buçuk ay evvel söylediği bir söz son kanaati getirdi. Doktor demişti ki: -Hastamız fena hâldedir: Ameliyat icrasına muhtemel olsa kemiklerindeki evram [şişlikler] temizlenecek, fakat kalbi vücudu gayet zayıftır, ameliyata tahammül edemez. Zavallı belki daha birkaç aylar çeker!
***
Bâbıâli Caddesi’ndeki İstanbul Kitaphanesi’nde Nâzım bana “Heves Ettim”i verdiği zaman ben sanat-ı neşriyata [yayıncılığa] sülûk etmemiş [girmemiş] bir heveskâr-ı mütalaa [okuma heveslisi] idim. Beni sık sık kitapçı dükkânında gördüğü için Nâzım, âlem-i matbuata [basın âleminde] çıkardığı ilk eserini hediyeten [hediye ederek] o âlemin bir heveskâr-ı mütalaasına vermeyi arzu etmiş, bu arzu ile aramızda ilk ukde-i meveddeti [dostluk bağı] teşkil etmişti.
Bir iki defa Nâzım’a şu mukaddime-i rabıtayı [ilişki başlangıcını] hatırlattım. Bana “Heves Ettim benim değildir,” dedi; zira Nâzım ilk neşriyatından sonra heveskârı olduğu şiir ve nazım mesleğinden, hele “Heves Ettim”de görülen tarzın külliyen [tamamen] aleyhinde bir meslek [tavır] ihtiyar etmişti [seçmişti]; Nâzım “Heves Ettim”de müntesibin-i şiirin [şiirle ilgilenenlerin] ekserisi [çoğunluğu] gibi maksadı mânâdan ziyade vezne atfederek [bağlayarak], esas-ı nazım [nazmın esası] olmak üzere de aşk ve sevdayı, meyi [şarabı], sakiyi, pir-i muganı [divan edebiyatında bade sunan ihtiyarı] kabul etmişti. Nâzım hakikaten bir şairdi, fakat kendini bu unvana müstahak eden sünuhat-ı manzumesi [manzum ilhamları] sonraki âsarıdır [eserleridir].
Nâzım’ın iktidar-ı edebîsi [edebî gücü] birinci derecede tenkid-i edibanesiyle [edebî eleştirileriyle] tecelli eyler [ortaya çıkar]; ondan sonra “Kont” ve “Noel” denilen ufak hikâyeleri nazar-ı dikkate [dikkatli bakışlara] müsadif olur [rastlar]. Üçüncü derecede âsar-ı fenniyesi [ilmî eserleri] gelir. Zira Nâzım, cidden mütefennin [ilim adamı, fenle ilgilenen] bir asker ve hakkıyla erkân-ı harptendi. Âsar-ı fenniyesini [ilmî eserlerini] üçüncü derecede zikredişimiz âsar-ı edibanesinin [edebî eserlerini] bir mükemmeliyet-ı hulkiye ve tabiiyeyi [yaradılış ve ahlak mükemmelliği] haiz bulunmasındandır [içermesindendir]. Nâzım’ın malumat-ı fenniyesine [ilmî bilgilerine] bir delil bulmak isterseniz “Katre” unvanıyla bir cüzünü neşrettiği külliyat-ı lügat-i fenniyesine [ilmî sözlük külliyatına] bakınız. Bu eserin neşrini deruhte eden [üstüne alan] tâbi-i âsar [eserleri yayımlayan] kesalet [tembellik, bıkkınlık] göstermemiş, Nâzım’ın ömrü de vefa etmiş olsaydı bugün elimizde erbâb-ı ihtisas [uzmanları] tarafından yazılmış mükemmel bir lügat-ı fenniye ve edibâne [edebî bir fen sözlüğü] bulunurdu. “Katre”nin neşrinden dolayı Nâzım’ın Tercüman-ı Hakikat gazetesindeki “Ravi” imzalı makalatı [makaleleri] da cidden şayan-ı dikkattir [dikkat çekicidir]. Atufetli [şevkatli] Ahmet Mithat Efendi hazretleriyle Nâzım’ın Tercüman-ı Hakikat’te o zaman mütekabilen [karşılıklı olarak] neşreyledikleri makaleleri okursanız Nâzım’ın nasıl ehl-i vukuf [bilgi sahibi] ve malumatten [bilgi bakımından] bir mükemmel muharrir olduğunu teslim edersiniz.
Nâzım’ın en büyük bürhan-ı iktidarı [edebî gücünün delili] Servet-i Fünûn’un birinci nüshasından itibaren tefrika edilip sonra ayrıca kitap şeklinde dahi basılan “Seyyie-i Tesamüh”ünde tezahür eder [ortaya çıkar]. Nâzım’ın birinci derecedeki iktidarı tenkid-i edebîdir [edebî tenkittir] demiştik ya, işte “Seyyie-i Tesamüh”ü dikkatle okumalı da muharririn [yazarın] vüsat-ı tasvirini [tasvir genişliğini] celadet-i efkâr [düşünce gücünü] ve selamet-i tabını [karakterindeki sağlamlığı] görmelidir. Nâzım’ın gayrimatbu [kitap hâlinde basılmamış] olarak tenkide ait bir eseri daha vardır ki manzumdur; şuara-yı salife ve hazirenin [eski ve yeni şairlerin] kendi meslek ve tarzlarında bir mesele-i edebiye [edebiyat meselesi] hakkında şiir söylenip nihayet bir de umumunu [hepsini] tahlil eylemiştir; işte muharririn asıl iktidarı [gücü] burada tezahür eyler [ortaya çıkar], görülüyor ki Nâzım cidden erbab-ı şiir ve nazmı [şiir ve nazım sahiplerini] tetkik etmiş, mesleklerini [bağlı bulundukları akımları] tayin eylemiş [belirlemişse] de sonra böyle bir eser yazmaya muvaffak olmuştur. Nâzım’ın sair [diğer] metrûkat-ı kalemiyesiyle [bıraktığı eserlerle] beraber bu da derdest-i ihtizar ve tabdır [hazırdır ve yayımlanmalıdır].
Nâzım resminde görüldüğü üzere şahsen vasi [geniş] bir cephe-i zekâya [zekâlı yüze] malik [sahip], parlak gözlü, nahif [ince] vücutlu, uzunca boylu bir gençti. Kendisine yakışıklı denemezdi, fakat yek nazarda [ilk bakışta] insanı meclup-ı temaşası ederdi [seyredilmekten zevk verirdi]. Hayatı say [çalışma] ve gayret ile başlayıp devam etmiş ve uzun süren bir hastalık ile nihayet bulmuştur. En mesut zamanı iki sene evvel vuku bulan [gerçekleşen] izdivacından sonradır, ne fayda ki zavallı genç, saadet-i hayatını [hayatındaki mutluluğu] bu izdivaç sayesinde temin eylemekle beraber duçar olduğu [tutulduğu] marazı [hastalığı] tevahhum etmiş [ağırlaşmış] ve ömrüne hastane yatağında hatime çekmiştir [hayatı son bulmuştur].
***
- Servet-i Fünun İdarehanesi.
- Merhum-ı mumaileyhin [adı geçen merhumun] tarih-i tevellüdü [doğum tarihi] pek malum değilse de 1278-1280 senesinde olmak muhtemeldir. Hin-i sabavetinde [çocukluk döneminde] Tophane’de kain [bulunan] Defterdar Mahalle Mektebi’ne ve muahharen [ardından] Salıpazarı’nda Feyziye Rüştiyesi’ne devam ederek 92 senesinde mekâtib-i Rüştiye-i Askeriye’nin hin-i küşadında [açıldığı dönemde] Fındıklı’da tesis olunup [kurulup] muahharen [ardından] Beşiktaş’a nakleden [taşınan] Beşiktaş Rüştiye-i Askeriyesi birinci senesi kısm-ı evveline [ilk kısmına] kayıt ve kabul olunmuş ve üç sene badet-tahsil [eğitim gördükten sonra] ba-şehadet-name [diploma alarak] neşet etmiş [mezun olmuş] ve 94 sene-i Rumiyesinde Mühendishane-i Berri-i Hümayun İdadisi birinci senesine, 97’de Harbiyesine dâhil olmuş ve 300’de topçu mülazım-ı sani [teğmen] nasb buyrularak [atanarak] erkânıharbiye sınıfına bittefrik [ayrılarak] Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye nakledilmiş ve mekteb-i mezburda [bahsedilen okulda] Erkân-ı Harbiye sınıfı kısm-ı fenniyesinde [fen kısmında] ikmal-i tahsil eyleyerek [eğitimini tamamlayarak] 303 sene-i maliyesinde [mali senesinde] erkânıharbiye yüzbaşılığına neşet etmiştir [yükselmiştir]. Badehu [ardından] evvela cebr-i âlâ [yüksek matematik] ve istihkâmat-ı hafife [siper ve sığınaklar] ve daha sonra topoğrafya hocalığıyla ifa-yı vazife etmiş [görevlendirilmiş] ve 305 senesinde kolağalığa terfi ve 306’da Daire-i Erkân-ı Harbiye’ye [Genelkurmay Başkanlığına] nakil [tayin] ve beray-ı istikşaf-ı Suriye’ye [Suriye’de keşifler yapmak için] azimet [gitmiş] ve avdet etmiştir [dönmüştür]. Merhum dördüncü rütbeden Mecidî nişanını hâmildi [sahibiydi].
Ahmed İhsan, Servet-i Fünûn, S.127,
5 Ağustos 1309 (17 Ağustos 1893), s. 355-357.
1 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, (Haz. Birol Emil), Dergâh Yay., 3. Baskı, İst., 2000, s. 310. 2 Ahmet İhsan Tokgöz, Bâbıâli Yokuşu’ndan Portreler, (Haz. Necati Tonga), Çolpan Kitap Yay., Ank., 2020.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.