Öteki kadını unutmak

CİHAN AKTAŞ
Abone Ol

Dünyanın her tarafında hayranları Johnny’yi ikinci eşi June’la birlikte tanıyor, ikisini country müziğinin kral ve kraliçesi diye selamlıyorlar. Bu şöhretin, bu sevgi selinin, ikilinin aşk dolu bakışlarla şarkı söylediği milyonlarca kez izlenen videoların arka planında neler yaşandığını kaç kişi biliyor veya umursuyor ki?

İhanete uğrayan bir kadının yaşadığı acılardan niye sadece “öteki” kadın sorumlu tutulsun? Konuya ilişkin bir tartışmada bu haklı soru eskiden olmadığı kadar dile geliyor şimdilerde. Elin kadını tutulduğu evli adamın karısını, çocuklarını onca yıllık kocasından daha fazla düşünür mü? İdeolojiler çağında bu soruya verilecek başka cevaplar bulunurdu. İnsanlar birbirini benzeri konularda sorgulamaya hakları olduğunu düşünürdü “dava” adına ve doğru çok yalın görünürdü. Bu sorgulama da sekter üslubu arttıkça bir tahakküme dönüşürdü, o ayrı.

Nimeh ye Penhan (2000)

Yüreklerin mahkemesinden daha adili yok. Tehmine Milani’nin Yarısı Saklı (Nimeh ye Penhan, 2000) filminde üniversite öğrencisi Fereşte hocasına tutulmuşken, duygularına yenik düşüp de adamın karısını mutsuz etmemek için alıp başını uzaklara gidiyor. 1990’lı yıllar bir kırılma dönemi belki de... Bu yıllarda sol bir çizgiden gelen kimi liberal yazarlar evliliğin rekabetten muaf olamayacağını savundular.

Asıl konuya girmek için bu filmden biraz daha söz etmek istiyordum, yitirdiğimiz bir şey varsa değerler adına, üzerine düşünmeye yardımcı olacak bir açısı var çünkü.

  • Fereşte, İran Devrimi’nin gerçekleştiği yıllarda sol bir örgütte faaliyet gösteren bir genç kız, devrimin en zor ve örtük döneminin de şahitlerinden biri. Birçok arkadaşının tutuklandığına, kimilerinin ise öldürüldüğüne şahit olur.

Kendisi içten içe büyük bir aşk beslediği, ünlü bir şair ve dergi editörü olan Ruzbeh sayesinde yakalanmamayı başarır. Bu süreçte daha fazla yakınlaşırlar, Ruzbeh’in de ona kayıtsız olmadığı belirgindir. Gelgelelim çok geçmeden Fereşte “üstad” diye seslendiği Ruzbeh’in evli ve çocuklu olduğunu öğrenir. Üstelik durumun farkına varan Ruzbeh’in karısı bir gün ona, kocasının kendisine duyduğu hislerin içtenliğinden şüpheye duymasına yol açacak bir fotoğraf gösterir. Şairin evlenmeden önceki sevgilisi Mahinur, Savak tarafından katledilen bir Komünist Parti üyesidir ve Fereşte fotoğrafı incelediğinde talihsiz kızla aralarında büyük bir benzerlik olduğunu fark eder. Ruzbeh anlaşılan Fereşte’de kaybettiği sevgilisini bulduğu hissi içindedir.

Nimeh ye Penhan


Ruzbeh acı bir şekilde yitirdiği sevgilisine benzerliği yüzünden ona aşık olmaktan kendini alamamıştır, ancak hislerine karşılık gelen bu yanılsama bile Fereşte’nin yüreğindeki tutkuyu azaltmayacaktır, kaldı ki Ruzbeh’in evli olduğunu da biliyordur artık. Tutkusu azalmasa da onu görmekten uzak durmaya karar verir, değerlerinden beslenen bu aşk için değerlerini çiğneyip geçmeyecektir. Mekân değiştirmek en iyi çözüm yolu gibi görünür. Hiç hayal etmediği bambaşka bir hayata savurur varlığını; uzak bir şehirde yaşamasını zorunlu kılan bir evlilik teklifini kabul eder. Üst düzey bir hâkim olan eşi Hüsrev ona saygı gösterir, üniversiteye dönmesine destek verir. Her şey yolunda gidiyor görünse de “yarısı saklı” bir eştir Fereşte ve bu böyle sürmeyecektir.

Fereşte’yi sorumlu davranmaya götüren sebepler benzer durumlarda neden başkalarına o kadar da önemli gelmiyor? Bu soruyu Amerikalı Johnny Cash’ın ilk evliliği üzerine okuduğum bir metinden sonra sormuştum. Cash’ın müziğinde yükselmesinin önünü açan kadını onun biyografilerinde ön planda görmüyorsunuz.

Man in Black

Bir buçuk yıl oldu en az, “Man in Black” serisinin 2019’da gösterime girecek dördüncü filmi üzerine bir haber Johnny Cash’ın Man in Black şarkısını getirmişti aklıma, nasıl bir bağ var diye bir arama yapmıştım internette.

Vivian Cash, I Walked the Line

Man in Black şarkıcının 1975’te yayımlattığı otobiyografisinin ve 2005’te hakkında yapılan belgeselin de adıydı. Tarihleri ezbere biliyor değilim, sıralamalarını bu notları düşerken öğrendim. Araştırma yaparken de önüme ilk eşi Vivian Cash’ın I Walked the Line: My Life With Johnny isimli kitabı geldi.

Dünyanın her tarafında hayranları Johnny’yi ikinci eşi June’la birlikte tanıyor, ikisini country müziğinin kral ve kraliçesi diye selamlıyorlar. Bu şöhretin, bu sevgi selinin, ikilinin aşk dolu bakışlarla şarkı söylediği milyonlarca kez izlenen videoların arka planında neler yaşandığını kaç kişi biliyor veya umursuyor ki?

Johnny Cash hakkında yüzlerce yazı okur, birinde bile ismine rastlamazsınız Vivian’ın. Verilmiş emek, söylenmiş güzel sözlerin büyüsü nereye gidiyor, ya yolunun taşları yalanla örülen ihanetin acısı, nasıl layık görülür sevilmiş bir insana...

“Acı çeken bütün insanlara yas tuttuğu için siyah giyindiğini” belirtmişti Johnny Cash, oysa karısının acı çekmesine kayıtsız kaldı. Vivian’de daha sonra bir evlilik yaptı, ancak bu yeni bir başlangıç yaptığı anlamına gelmiyordu.

Johnny Cash

2003’te June ölüyor, sonra Vivian eski kocasını ziyaret edip ona birlikte yaşadıkları dönemi kaleme alacağını anlatıyor. Aynı yıl içinde Johnny Cash, iki yıl sonra da Vivian ölüyor. Vivian, I Walked The Line: My Life with Johnny’de anlattıklarının dünyaya nasıl yansıdığını görme imkânını bulamıyor pek, oysa bir bakıma anlatarak teselli bulmayı umuyordu. Büyük bir aşkın ardından evlenip de on dört yıl aynı yastığa baş koyduğu Johnny Cash’ı, bir bakıma sıfırdan geldiği noktada yanında bulunduğu, yetişmesinde rol oynadığı adamı June’la birlikte ideal çift diye gösteren söylemlerin ve fotoğrafların yıllardan beri içini nasıl yaktığını anlatıyor kitabında. Gazeteyi eline alıyor ikilinin resmi, televizyonu açıyor yine onlar, sürekli hatırlatılıyor, sürekli deşiliyor yarası. Kusuru yoktu olup bitende, aile hayatına inanırlarmış her ikisi de. Kocası konserler için yolculuklara çıkarken ona eşlik etmedi aile hayatının düzeni bozulmasın diye, dört kız çocukları vardı.

  • Vivian’in kitabında bir zamanlar Johnny ile paylaştıkları aşkın mektup ve fotoğrafları da yer alıyor. Uzun, sessiz, hüzünlü bir kırgınlığın sonunda bu paylaşımlar, terk edilişin ardından ne yaşanırsa yaşansın kapanmayan bir yaranın ifadesi.

Fotoğrafları yırtıp atmaması bize az şey mi söylüyor? Kimisi umuttan kimisi çaresizlikten söz edebilir bu soru karşısında. Ben olsam o fotoğrafları saklamak istemezdim. Kendine has bir gücü korumuş olmalı June, eminim ki yıllar sonra bir yıkıntı hâlinde çıkmamıştır eski kocasının karşısına. Bu bir temenni aslında, kim bilir kitabında dile getiremediği ne çok cümleyle göçtü bu dünyadan!

Suriye Savaşı’nı takiben çevre ülkelere dağılan milyonlarca mülteci ve muhacirin her birinin kendine has bir dramı var. Çocuklar kayboldu, gençler kimlik çatışmasının baskısına maruz kaldı, geriye kalabilen erkekler aileyi koruma/koruyamama ikileminde hayatı taşıdı veya güç yetiremedi buna, yalnız kadınlar çocuklarına sahip çıkmanın zorlu mücadelesini verdiler bilmedikleri diyarlarda, yardım görerek ya da tam tersine yardımın istismara döndüğünü görerek. Harran Üniversitesi Sosyoloj Bölümü Öğretim Üyelerinden Mahmut Kaya’nın Türkiye’deki Suriyeliler-İç İçe Geçişler ve Karşılaşmalar başlığıyla kitaplaşan araştırmasına daha önce “Halilurrahman Gölü Ezelden Mektep” başlıklı yazımda değinmiştim. Muhtaç durumdaki Suriyeli kadınlar her türlü istismara açık olunca bölge yapısı içinde kanıksanan kumalığa kötünün iyisi diye açık oluyorlar. Suriyeli kuma olgusunun şaka yollu bile olsa konuşulmadığı bir il Urfa ama Mardin’de de aynı sözü duymuştum. Ortada bir çaresizlik var ve örf ve adet bağlamında eş sahibi olmaya yüklenen anlam da kumaya bir yer tanıyor hâlâ.

En alttakileri kim düşünecek?
Nihayet

1980’lerden itibaren başörtüsü yasağı nedeniyle üniversitelere alınamayan Anadolu şehirlerinden gelmiş genç kızlara da iş başvurularında kuma olmak bir çözüm gibi sunulurdu. Hatta kimi aydınlarımız kuma gitmeyi bu genç kızlara modernizmin getirdiği hayat tarzını, kapitalist çekirdek ailenin bencil yapısını bozuma uğratmanın bir yolu olarak tarif ettiler. Aynı yıllarda Fatih’te bir ev toplantısında kocasını evlendirmek için korunmaya muhtaç durumda bir kuma adayı arayan bir kadın tanımıştım. 90’larda aynı kadına, önüne gelenlere kocasıyla kumasının kendisine yaptığı haksızlıkları anlatırken rastladım.

  • Kişi İslam’ın kendisine yeniden evlenme hakkı verdiğine inanıyor. Peki, hayat arkadaşı değil miydi yanındaki kadın, dürüst bir açıklamaya, özre, helalleşmeye, telafi edilemeze dönük onarım çabasına niye değer bulunmuyordu? İlk eşin adım adım “ötekileştirildiği” bir teşebbüsün çiğnediği ilk değer ise adalet.

Arkadaşımın rahmetli ablası yaşadı bu ihaneti. Ağır hastaydı genç kadın, tedavi sonucu iyileşmeye yüz tutmuştu ki kocası tedavi masraflarını karşılamamaya başladı. Bakımıyla ilgilenmedi. Karısı ve çocukları için otobüs parasının hesabını yaparken kuma için araba almaktan kaçınmadı. Hasta karısı çok sonra duydu üzerine kuma alındığını. Hastalık yeniden nüksetti, ağırlaşarak. “Ablam da gururluydu, içine attı hep” diyor arkadaşım.

June ve Johnny Cash

Hegel’in “Her bilinç ötekinin ölümünü izler” şeklindeki yargısı yer alır Simone de Beauvoir’ın, kendi hayat tarzı içinde bir tür kumalık tecrübesinin de geniş yer tuttuğu Konuk Kız adlı romanında, eşik söz olarak. Doğrusu öyle, hayat arkadaşı kendisini düşünmediğinde, hele ki sokaklara düşme tehdidiyle yaşayan yerinden yurdundan olmuş kadından bu hassasiyeti beklemek bir hayal. Şurası da bir gerçek ki özellikle büyük şehirlerde bu ağır süreç içinde ayakta kalmayı başarmış, çoğu meslek sahibi mülteci kadınların sayısı bir hayli fazla.

Kadınlar ve erkekler çok güçlü değer yargılarıyla yetiştirilmediğinde, sadece hemcinslerinin değil kimsenin acısıyla ilgilenmezler. İdeolojiler çağı, dinlerin sesinin örtbas edildiği dönemlerde gençlere “sadakatin değerlerini” sunmayı başarıyordu. Bunu bireysel hikâyeleri bastırarak yaptığı için de tükeniyordu adım adım, kendini sorgulamaya da ihtiyaç duymuyordu çünkü. Artık ideolojiler çağının kapandığı söyleniyor, özne de can çekişmeye devam ediyor.

Halilürrahman Gölü, ezelden mektep
Nihayet

Ahlakı değil görünürlüğü esas alan bir din anlayışının değerleri baskıladığı zeminde, sadakat başkalarının acısıyla ilgili “bir kaygı” değil, sadece “bir söz” olur. Son yıllarda eğitime dayalı mekânlarda sıklıkla karşımıza çıkıyor “Değerler Eğitimi” başlığı. İşte böyle olağanlaşan büyük yaraların acısı ahlaki açıdan yeterince irdelenmediğinde “değerler”i tanımlayamaz hâle geliyorsunuz oysa. Adalet ve şefkatten yoksun bir dil ve muameleyle de ulaşamıyorsunuz gençlerin ve “öteki”nin bilincine.