Selâmi İzzet Sedes’in Bâbıâli yılları yazarlık serüvenini nasıl şekillendirdi
1945 yılında Olay mecmuasında hatıralarını neşreden Selâmi İzzet, bu yazılardan ilkinde yazarlık âlemine nasıl adım attığını açıklamış, hikâye ve roman vadisinde kendisine örnek aldığı Ömer Seyfettin ile ilgili hatıralarından bahseder.
Selâmi İzzet Sedes (1896-1964), bir dönem Bâbıâli Caddesi’nde rüzgâr gibi esen, tefrikaları ile gazetelerin yükünü omuzlayan fakat günümüzde unutulmaya yüz tutan isimlerden biridir. 1906 yılında Tefeyyüz Mektebinde ilköğrenimine başlayan yazar, 1910 yılında Mekteb-i Sultaniden mezun olur. Galatasaray Lisesinde öğrenci olduğu dönemde futbolla ilgilenmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda okulun takımında oynamıştır. Yazar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde başladığı eğitimini 1917’de yarıda bırakmıştır. Selâmi İzzet ilk evliliğini Suat Derviş’le yapmış, fakat devrin iki gözde yazarı kısa sürede birbirlerinden ayrılmıştır. 1918 yılında Mehmet Rauf’un kızı Fatma Nihal Hanım’la ikinci evliliğini yapan Selâmi İzzet’in bu evlilikten Nazan, İzzet ve Ayşegül adlı üç çocuğu dünyaya gelmiştir. İyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen Selâmi İzzet Sedes, 13 Mayıs 1964’te İstanbul’da vefat etmiştir.
Uzun yıllar Bâbıâli Caddesi’nde gazeteci olarak görev yapan Selâmi İzzet, Türk basın tarihinin dikkat çekici simalarından biridir. 1917 yılında Fağfur adlı bir edebiyat mecmuası çıkararak edebiyat dünyasına adım atan Selâmi İzzet, ilerleyen yıllarda şiir, hikâye, roman, piyes, tercüme, inceleme, deneme gibi edebî türlerde onlarca esere imza atmıştır. Edebiyatımızın velut kalemlerinden biri olan Selâmi İzzet, yazılarında zaman zaman “Kumru, Selâmi Arif, Selâmi İzzet Kayacan, İzzetoğlu, S. İ., S.İ.S.” müstearlarını kullanmıştır. Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş adlı hatıratında Selâmi İzzet’le tanışmalarını şu cümlelerle anlatır:
“O gün matbaadaki küçücük odamın kapısından içeriye bir genç girdi, pek sevimli, pek şık bir genç: Başında gözlerin alışmadığı kadar basık, üstü geniş bir fes. Küçük çerçeveli, fildişi bir yüz. Bal rengi gözler. Sırtında koyu lacivert, usta elinden çıkmış bir kostüm. Ufak yapılı, kıvrak bir vücut. Bu sevimli ziyaretçi, Servet-i Fünun’da, o gün manzumesi yayınlanan şairdi: Selâmi İzzet.”1
Pek çok edip gibi edebiyat hayatına şiirler yazarak giren Selâmi İzzet, ilerleyen yıllarda şiir vadisinden ayrılmış, daha çok roman, hikâye ve piyes türlerinde eserler vermeyi tercih etmiştir.
- Eserleriyle, yazılarıyla yaklaşık yarım asır basın âlemimizde yer alan Selâmi İzzet, 1945 yılında Olay mecmuasında dört yazı serisi hâlinde hatıralarını neşretmiştir.
Bu yazılar, matbuat ve edebiyat tarihimiz açısından oldukça önemlidir. Selâmi İzzet, bu yazılardan ilkinde yazarlık âlemine nasıl adım attığını açıklamış, hikâye ve roman vadisinde kendisine örnek aldığı Ömer Seyfettin ile ilgili hatıralarından bahsetmiştir.
Yirmi Beş Yılın Hâtıraları
Beni Koynunda Geliştiren ve Koynunda İhtiyarlatan Yokuş: Bâbıâli
“Ne düşünüyorsun?”
Ankara Yokuşu’nun Acı Musluk Sokağı’nda, tahta bir konak yavrusunun üçüncü katında büyükçe bir oda… Dört masa, hasır koltuk, beş iskemle, bir yazı makinası: Olay mecmuasının idare odasındayım… Karşımda gene Haliç, gene Sarayburnu koyu, gene Boğaz; önümde gene kâğıt, elimde gene kalem ve yanımda gene yazı bekliyen arkadaşlar.
Hava da öyle sıcak ki… 1945 Mayıs’ının ilk sıcak günü, takvimi bilmesem temmuz ortası derdim.
Ceketimi çıkarmış, gözlerimi pencereye dikmiş, dalmışım. Haliç’in görünen bölümü ile Sarayburnu koyu güneşle yıkanıyor ve ben bu pırıltılı sularda yirmi beş yaşımın akislerini görür gibi oluyorum: Ömrümün yirmi beş yılı, bu basın ve yayın yokuşundan; kışın yağmur ve karda, yazın güneş ve tozda bu görüyü seyrede ede geçti: Beni koynunda geliştiren bu yokuş, koynunda ihtiyarlattı.
Dünün Bâbıâli, bugünün Ankara Yokuşu özel töreleri, özel gelenekleri ile tuhaf bir âlemdir; öyle bir âlem ki, şöhretlerini ya kâşanelerde besler ya kaldırımlarında süründürür; bazan sağdaki sıfırı sola atar, değerden düşürür, bazan soldaki sıfırları sağa atıp yükseltir; hamları öldürür, olgunları sularını sıkıp posa gibi fırlatıp atmağa bakar; kendilerini santigram santigram satamayanları posa hâline getirip atar da. Ölen körlerin badem gözlü olduğu âlem bu âlemdir. Bu bizim yokuş, biz gazetecilerin âlem-i feleğe benzer, evet tıpkı kanbur felek: Kimine kavun yedirir, kimine kelek…
Öyle dalmışım ki, Cemaleddin Bildik’in yazı makinasının önünden kalkıp yanıma geldiğini duymadım: “Ne düşünüyorsun?” sorusu ile başımı kaldırdım, hazin hazin “Bu yokuşta geçen çeyrek yüz yıllık ömrümü, dedim, zaman hiç de çabuk geçmiyor, ömür pek de kısa değil… Yirmi beş yılda öyle çeşitli olaylar gördüm ki, kendimi yüz yıl yaşamış sanıyorum.”
Cemaleddin: “Neden hatıralarını yazmıyorsun?” dedi. Dedim ki: “Neye yarar? Kimseyi ilgilendirmez ki… Bundan yirmi sekiz yıl önce posta ile Türk Yurdu mecmuasına gönderdiğim bir şiiri Celâl Sahir merhum beğenip basacak, Yusuf Ziya bu şiiri Servet-i Fünun’da övecek, ben kalkıp oraya gideceğim, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, F. Celâleddin, Enis Behiç, Salâhaddin Enis ile tanışacağım; her yazdığım şiir basılmadan önce Yusuf Ziya’nın kalemile düzeltilecek, bu yüzden ben de şiir yazmak sevdasından vazgeçeceğim; hikâye yazacağım, Mahmut Sadık Bey merhum hikâyemi Servet-i Fünun’un ağırbaşlılığına uygun bulmayacak; Sapancalı Hakkı merhumun İstiklâl gazetesinde gazetecilik stajına başlıyacağım, Zaman gazetesinde çalışacağım, başmuharriri bulunduğu Rauf Ahmet Bey’in İstiklâl’inde romanım tefrika edilecek, derken Akşam’a yerleşeceğim… Bunlar yazılmaya değmez.”
Olay’ın sahipleri eski kapı yoldaşlarım Cemaleddin Bildik usta bir röportajcı, Cemal Refik de Akşam’ın bir köşeciğine sıkıştırılmış yazılarını her gazeteciden önce takdir ettiğim Ahmet Rasim’in değerli bir tilmizidir.
Kışkırttılar beni: “Yirmi beş yıllık Bâbıâli hayatında yazılmaya değer bir şey bulamayan ne gazeteci sayılır ne de muharrir!” dediler.
- Yooo… Edebiyat tarihlerine adım geçsin istemedim, istemiyorum, istemeyeceğim: Yirminci yüzyıl Larousse gene adım yazılmış diye edibba ve şûaraya havale geliyordu, edebiyat tarihine gireyim de onları vakitsiz mi öldüreyim? Bunu istemem, ama muharrir ve gazeteci olduğumu da kimse inkâr edemez…
Bizim gibi yazıcılar hâtıralarımızla beraber gömülmemeliyiz. Değerlerini takdir de bize düşmez. Bunun için aklımda kalan birkaç olayı yazacağım.
***
Gazetecilikte röportaj kelimesini ben ilk defa Zaman gazetesi yazı işleri müdürü Cevad Bey’den duydum. O sıralarda İstanbul’da “Sükna buhranı” vardı; evet tıpkı bugünkü gibi ev bulunmuyordu. Cevad Bey -şimdi Dolmabahçe Havagazı şirketinin umumi kâtibidir- bana: “Sükna buhranı hakkında bir röportaj yapınız!” dedi. Manâsını anlamadığımı anlayınca etraflı anlattı. Muhtarları, bekçileri, mal sahipleri ile kiracıları sorguya çekmeye başladım.
Aldanmıyorsam bundan yirmi beş yıl önce Zaman gazetesinde çıkan yazılarım Türk basınının ilk röportajlarıdır.
O zaman Ali Naci adresimi almıştı. Necmeddin Sadık, Kâzım Şinasi ve Ali Naci’yi Aşirefendi Hanı’nda küçücük bir odada tanıdım. Zaman kapandı, Akşam İstanbul valiliği binasının Sirkeci’den yukarı çıkarken ilk kapısının yanı başındaki binaya taşındı; binanın üst kadı da “Matbuat Cemiyeti” idi. Polis muhbirliğine orada başladım.
Kızıltoprak’ta oturuyordum. Bir sabah ilk vapurla indim, gazeteye geldim. “Sabahleyin Köprü” başlıklı bir yazı yazdım, Necmeddin Bey’e verdim, evvela göz gezdirdi, sonra okudu, daha sonra baş tarafına “Hikâye” kelimesi yazıp mürettiplere verdi. O gün hikâyem çıktı. Ertesi günü de “her akşam bir hikâye” muharriri Senih Muammer arkadaşımın yerine hikâye yazmaya başladım, Muammer yazı işleri müdürü olmuştu.
Ay sonunda Kâzım Şinasi Bey elime kabarık bir zarf verdi. Meserret Oteli’nin önünde dayanamadım, açtım: On beş lira. Otuz tane yarım liralık pembemsi kâğıt.
Yirmi beş sene evvel on beş lira fena para değildi; Kâzım Şinasi Dersan’dan üç yüz lira aldığım zamanlar on beş lira aldığım günleri aradığım çok oldu.
Ne yalan söyleyeyim, her akşam bir hikâye yazmakta güçlük çekiyordum. Bir akşam Kadıköyü’nde Kurbağalı Köprüsü’nde Ömer Seyfeddin merhuma rasladım, hikâye üstadımıza derdimi anlattım. Güldü, kahkaha ile güldü:
“Cancâzım,” dedi. -Allah rahmet eylesin, dört cümlede bir cancazım derdi.-
“Her akşam bir hikâye yazılmaz.”
“Ya nasıl yazılır?”
“Gel de anlatayım.”
Koluma girdi, beni Kalamış’ta, deniz kıyısında bostanın içindeki küçük evine götürdü, masasının üstünde duran Fransızca Sourire mecmuasından birini açtı, oradaki bir hikâyeyi adapte etti ve bana okuttu, hem aslını, hem adaptasyonunu okuttu.
“İşte böyle cancâzım,” dedi, “adları değiştir, olayları bize uydurursun ve kolayca her akşam bir hikâye yazarsın.”
Ömer Seyfeddin merhumun adapte ettiği hikâyenin adı “Terllik”tir, üstat bunu “Uzun Ökçeler” diye adapte etmişti.
Adaptasyonun nasıl yapılacağını öğrendikten sonra on, on beş sene kolaylıkla “Her akşam bir hikâye” yazdım.
Şimdi itiraf edeyim: Akşam’da çıkmış olan hikâyelerimin yüzde ellisi, hikâye külliyatımdaki hikâyelerin de yüzde doksan dokuzu teliftir. Romanlarım içinde ise bir tek telif romanım vardır: İstiklal gazetesinde tefrika edilmiş olan “Müjde”. Bu romanı üç dört sene evvel tadil edip “Başta Esen Kavak Yeli” adı ile İkdam’da tefrika ettim… Tek telif romanım kitap şeklinde basılamadı gitti.
- Telif hikâye yazdığıma kimse inanmaz oldu: ama ne tuhaftır, Mauppassant’ın uzun bir hikâyesinden adapte ettiğim “Zehra’nın Kızları” hikâyemi ise telif sandılar. Bu hikâyeyi Refik Halid Bey Aydede mecmuasına koyarken altına imzasını atabileceğini söyledi, Hakkı Süha da aynı hikâye “Geceye Âşık” adını taşıyan kitabımda çıktığı zaman “İçinde tek telifin var, neden kitabın adını Zehra’nın Kızları koymadın?” dedi.
***
Gazetecilik hayatımda en çok sevdiğim eserler canlı eserlerdir: Selim Ragıb Emec, Vâlâ Nureddin (Vâ- Nû), Cemal Nadir güler gibi… Cumhuriyet gazetesinde ve mecmualardaki tarihî yazıları ile tanınan Adnan Giz ile Son Posta’da her gün bir fıkra yazan İsmet Hulûsi İmset elime çocuk denecek bir çağda geldiler, hele İmset’in yazıları elimde büyüdü denebilir.
Selim Ragıp Emeç’e gelince: Selim Mekteb-i Sultani’de sınıf arkadaşım, Kızıltoprak’ta komşumdu. Selim’in askerliği uzak ve çok sıcak diyarlarda çok sıkıntılı geçti; benim yüzümden! Onu tercümanlığa ben ayırtmıştım… Terhis edilip İstanbul’a geldiği zaman ben Akşam’a yerleşmiştim, o gümrüklerde bir iş bulmuştu. İçimde yanan gazetecilik ateşi birden püskürdü, mektep arkadaşımın memur olmasını istemedim, boş bir yer de yoktu, birden aklıma Vakit sahiplerinden Ahmet Emin Bey geldi; İstanbul’da kurulan İstiklal Mahkemesi’nde Vakit gazetesi için de not almamı istiyordu, aklımda kaldığına göre muhakeme edilen Hüseyin Vahit Bey’di. Ahmet Emin Bey’e Selim Ragıb’ı tavsiye ettim. Haklı olarak reddetti: Bu iş için çırak değil, usta istiyordu. Israr ettim, yalvardım, bir kere tecrübe etmesini söyledim. O kadar çok ısrar ettim ki, razı oldu. Selim Ragıb’ı tanıttım, işe başladı ve muvaffak oldu.
Düşünüyorum: Eğer ben ısrar etmeseydim veya ısrarıma rağmen Ahmet Emin Bey kabul etmeseydi Son Posta’nın sahiplerinden ve başmuharrirlerinden Selim Ragıp Emeç belki bugün gümrükler umum müdürü diye tanınacaktı. Benim yüzümden askerlikte çok sıkıntı çeken kırk yıllık dostum Selim Ragıb’a istemeyerek çektirdiğim sıkıntıyı Bâbıâli Yokuşu’nda telafi edebildimse ne mutlu bana.
Cemal Nadir Güler ile Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû)’ya gelince, bu da başka ve ayrı bir hikâyedir.
Olay, S. 25, 15 Mayıs 1945, s. 10-11.
1 Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş, Akbaba Yay., İst., 1966, s. 321.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.