Bizler yalnızca şahitleriz

ERSİN YILMAZ
Abone Ol

Beni bir gülme tutuyor. İbrahim arkamda. Bağırıyorum, "İbrahim arkamda!" attığım kahkahalar beni yürütmüyor. Ensemden tutup ite kaka götürüyorlar. İbrahim polislere tükürüyor ve bağırıyor: "Bizler yalnızca şahitleriz!" Polislere tükürüyor ve bağırıyorum: "Bizler yalnızca şahitleriz!".

  • "Yaşamak küçültücü bir tecrübedir" Şule Gürbüz-Coşkuyla Ölmek

İbrahim, kasabada yapılacak tören için hazırlanan podyuma çıkmış, kendi ayaklarını öperek yürüyor. Birkaç adım atıyor, eğilip ayak parmaklarına birer öpücük konduruyor, sonra doğruluyor ve etrafta telaşla tören hazırlığı yapan insanlara dönüp bir kahkaha patlatıyor. Kasabanın sahibi geçinen, gökten inme güç sahipleri ellerini ovuşturuyorlar. Her şey harika olmalı, harika olmalı! Sahnede tepinip duran İbrahim'i görünce keyifleri kaçıyor tabii. Ellerinin altında kim varsa omuzlarına bastırarak "Hemen!" diyorlar, "Hemen, hemen, hemen. Böyle şeyler görmek istemiyorum." İbrahim, kendisine doğru hızla gelen sahte kolluk güçlerini görünce tükürüp kaçıyor. Ben ikinci kattaki evimin balkonundan olan şeyleri seyrediyorum. Geniş alanın etrafına dikilen direkleri, aralarına asılan rengârenk lambaları, kocaman kazanlarda yemek pişirmeye çalışan kadınların yüzlerindeki bıkkınlığı seyrediyorum. Dirseklerimi dayadığım paslı balkon demirleri, çoktan kuruyup ölmüş çiçeklerimin cenazeleri de bana eşlik ediyorlar. Başka kimse yok.

İbrahim, kasabada yapılacak tören için hazırlanan podyuma çıkmış, kendi ayaklarını öperek yürüyor.

İbrahim'in koşarak kapımın önüne geldiğini görünce kapıyı açmak için aşağı iniyorum. Otomatik çalışmıyor. Yıllardır bozuk. İbrahim beni görünce boynuma sarılıyor. Bir yangından tanıyoruz birbirimizi. Beraber mahsur kaldığımız, benim huzursuz, onun çıldırmış olarak kurtulduğu mütevazı felaketimiz. İşte şu tantananın sürüp gittiği geniş alanda, ahşap bir evin çatı katında, geberip gitmeyi bekliyorduk ikimiz de. Olmadı. Gelip kurtardılar. İntihar ediyor değildik fakat boyun eğmiştik. Hâlihazırda yaşamak için pek sebebimiz yoktu zaten. Şimdi var mı, bilmiyorum. Ne kendimden, ne İbrahim'den emin değilim. İkimiz de farklı yollarla bir şeyleri bağırmaya çalışıyoruz. Ellerini boynumdan çekerken, İbrahim'in kollarındaki yanık izleri, o pütürlü derisi değiyor parmaklarıma. Geçmeyen bir sancı. Beraber yukarı çıkıyoruz. Ona oturmasını söylesem de nafile, zaten tek göz olan evimin içinde ileri geri volta atıp duruyor. Mırıldandığı şeyleri anlamak mümkün değil.

"Benim dilim kutsal," deyip duruyor. Kasabalı onu tanıyor ve sevmiyor. Bu durum, benim pek umurumda değil. Bir süredir hiçbir şey fark etmiyor. Olsa da olur, olmasa da. Ne gerekiyorsa onu yapıyorum. Mutfağa gitmişken temiz bir bez bulup ıslatıyorum ve İbrahim'in yüzünü gözünü siliyorum. Bana iyi geliyor. Ağzında gevelediği şeyleri bırakıp "Gördün mü?" diyor, "Neyi" diyorum, önünde eğilmiş boynunu silmeye çalışırken, "Herkes aşağıda..." Birden heyecanlanıyor ve çırpınmaya başlıyor. Yere düşüyorum. Yutkunup devam ediyor, "Cenaze bekliyorlar." Doğruluyorum, bezin temiz bir yerini denk getirmeye çalışırken "Bundan sana ne?" diyorum ve başından tutup kulaklarının arkasını silmeye çalışıyorum. "Merhaba," diyor kederli bir sesle. "Merhaba," diyorum. İkindi ezanı okunuyor. İçimde duymayı umduğum bir göç hengâmesi, beni rahatsız edecek bir gümbürtü bekliyorum fakat yok. Oturduğum yerde dinliyorum. Tören için giderek büyüyen tantana, kısa süreliğine anlamsızlaşıyor.

İnsanlar bunu istese de istemese de bu böyle. İbrahim balkonda yere çömelmiş ölü çiçeklerle konuşuyor. Kollarını dizlerine koymuş ve yüzünde müthiş bir merakla onlara soruyor: 'Aşağıda bir cenaze bekliyorlar, siz kimin öldüğünü biliyor musunuz?' İbrahim'e 'Ezan okunuyor,' diye sesleniyorum ama duymuyor. Ucuz bir ölümü olmasından korkmuyor. Yangından beri böyle, O'nda giderek büyüyen bir kayıtsızlık, ben de dehşetli bir endişe, kendi ruhumuz tarafından yavaş yavaş terk ediliyoruz. İşte olası her olumsuzluk için önlemler alınıyor, polis arabaları ve ambulanslar da geliyor. Gürültü heyecanla çoğalıyor. Ben de balkona çıkıp bir sigara yakıyorum. İbrahim'i omzundan dürtüp meydanı gösteriyorum. 'Yine yanacak,' diyorum kayıtsızca. İbrahim korkuyla bakıyor. Çenemin vidaları gevşiyor ve tekrar ediyorum, 'Yine yanacak.' Kalın gövdeli, simsiyah araçlar süslenmiş alana yaklaşıyor. Yüksek topuklarıyla, sıkılmış gırtlaklarıyla karşılama komitesi araçlara yaklaşıyorlar.

Elleri önlerinde, kalınlaşmış boyunları eğik, yüzlerinde fedakâr bir gülümseme... Makam sahipleri ciddiyetle iniyorlar. Çevreye bakışlarında her daim bir teftiş, kıvam arayışı; podyuma doğru yürüyorlar. Yeryüzü düzgün serilmiş mi, dağlar yerli yerinde mi, ay ışığı atmosferden yeterince süzülüyor mu? Mikrofonun önünde sırtlarını dikleştirip ayaklarını çeliyorlar. Akşam, kendisini yavaş yavaş ilan ediyor. Gökyüzündeki kızıl yıldırımlar, beni ve İbrahim'i balkonumuzda yalnız bırakmıyor. Dilime bir bal çalınıyor, göğsüm ferahlıyor ve hâlâ ölü çiçekleri ihya etmeye çalışan İbrahim'e dönüp "Haydi", diyorum, "gidelim!" Merdivenlerden yavaşça iniyoruz. Yağmurluğumun ceplerinde yağlı paçavralar, İbrahim'in elinde bir şişe ispirto sakince alana yürüyoruz.

Şatolar mezarlıklar ve tarihsel bir yolculuk
Post Öykü

İnsanların coşkuyla tezahürat yaptığı konuşmadan birkaç kelime çalınıyor kulağıma "Yine," diyor ulu zâtlardan biri, "Onlar," diyor, "Zaten," diyor ve bu üç kelimenin ahenksiz üçgeninde yalnızca ahmakların inanacağı kepaze cümleler kuruyor. İbrahim bana bakıp "Cenaze gelmiş," diyor. Polis arabalarının arasından, uzun boylu koruma memurlarının arasından, güler yüzlü fakat ahlaksız, neşeli fakat çoktan çürümüş plastik insanların yanından yavaş yavaş yürüyoruz. Podyumun arkasına geçiyoruz. Ceplerimdeki paçavraları ahşap podyumun arkasına yığıyorum. İbrahim'in elinden ispirtoyu alıp üzerine boca ediyorum. Cebimden bir sigara çıkarıp yakınca İbrahim "Benim yaralarım kutsal," diyor beni uyarır gibi. Sigaramı paçavraların üzerine atıyorum. Parlayan ateş, mikrofondaki çığlık, polisin havaya ateş açışı, biz iki kaçık yürüyerek yolumuza devam ediyoruz.

Ensemden tutup ite kaka götürüyorlar. İbrahim polislere tükürüyor ve bağırıyor

İşte ruhumuz şimdi bize yaklaşmaya başlıyor. İkimizi de kollarımızdan tutup yere yatırıyorlar. Kimse bir önlem olarak itfaiye çağırmayı akıl etmediğinden korkak makam sahipleri koşar adım etten duvarların arkasına saklanıyorlar. Bir yangının daha kahrını seve seve çekeriz tabii ve çekiyoruz. Ensemden bastıran dirsek, İbrahim'in korkudan dönen gözleri ve bağırışı, "Kaçın Cenazeler! Kaçın!" Kaçışan insanlar, geç gelen itfaiye, yine yangınla şenlenen bir kahır anısı kasabamızda. Evimin balkonu kızıl alevlere selam eder gibi dimdik duruyor. "Biz bir yangını bekliyorduk" diyorum sorgu odasında. "Kimse için çalışmıyoruz, tetikçi değiliz, Allah'ın yanmaya teşne kullarıyız," diyorum alaycı bir ses tonuyla. Tokadı yiyorum tabii. Kollarımdaki yaraları gösteriyorum, İbrahim de aynı anda kendi yaralarını gösteriyordur, diye düşünüyorum. Hâlbuki biliyorlar, bizi onlar kurtarmışlardı. "Kimseyle bir derdimiz yok," diyorum, "Kendi ayaklarını öpen insanlar onlar." Dizime bir tekme yiyorum tabii ve aynı anda İbrahim'in de dizine bir tekme yediğini düşünüyorum.

"Bize siz müsaade ettiniz," diyorum, "Bizim söylencemiz kutsaldır." Bizi hastaneye sevk ediyorlar. Nezarette bir gün kaldıktan sonra ambulansla hastaneye giderken evimi taşladıklarını görüyorum. Balkondaki saksıları düşürüyorlar, camları kırıyorlar, ağızlarında zift karası sloganlar, yaşam artıkları, boşluk posterleri... Doktorun karşısındayım. "Yangın bir noktadır" diyorum, "Bir cümlenin sonudur." Aşağılar bakışlar, birkaç kelime not, pencereden yalancı bir bakış, sanki görebiliyormuş gibi... "İbrahim kim?" diyor. Vakarla başımı kaldırıp "İbrahim bir yangının ta kendisidir," diyorum, "Kapının önünde sırasını bekliyor." Yakasını düzeltmekler, gözlerini devirmekler, bir şeyler... "Aklım başımda," diyorum, "Başka sorunuz var mı?" Masasından bana doğru hışımla eğilip "Siz kendinizi ne zannediyorsunuz?" diyor. Bir doktorun, kinle dolmuş gözlerine bakıyorum. "Ben bir yangın artığıyım," diyorum, "Siz neyi bilmek istiyorsunuz? Ben tüm latifelerimi kaybettim.

Acı kaybımın mesullerine bir gözdağı, eski moda bir törendi o yangın," ve bağırmaya başlıyorum, "İşte onlar, o kendilerine tapınan güç manyaklarına bir acizlik dersi verdim!" Haddimi aşıyorum tabii. Güzellikleri yalnızca abartarak elde edebileceğini zanneden bir zavallının klişesi... Nükteyi yakalayacak zekâsı olmayan, sesini yalnızca bağırarak duyuracağını zanneden kalın kafalı bir eksikli olarak oturuyorum orada. "Amma da böbürleniyorsunuz!" diyor doktor sakince geriye yaslanırken, "Hâlbuki siz yalnızca bataklığa atılan bir taşsınız. Teşekkürler. Çıkabilirsiniz." Bileklerime geçirilen metal kelepçeler, iki yanımda uzun boylu iki polis memuru, terlemiş alnımla topallayarak yürüyorum hastane koridorlarında. İbrahim de arkamda, tek başına beni takip ediyor. Beni bir gülme tutuyor. İbrahim arkamda. Bağırıyorum, "İbrahim arkamda!" attığım kahkahalar beni yürütmüyor.

Ensemden tutup ite kaka götürüyorlar. İbrahim polislere tükürüyor ve bağırıyor: "Bizler yalnızca şahitleriz!" Polislere tükürüyor ve bağırıyorum: "Bizler yalnızca şahitleriz!".