Edebiyat ve iktisat arasında köprü: aile hikâyeleriyle kapitalist ruhun izleri
Orhan Pamuk’un, bir aile kroniği yazar gibi kaleme aldığı ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları “İkinci Abdülhamid saltanatının son günlerinden 12 mart muhtırasına uzanan 65 yılın” iktisat sosyolojisidir. ben de bu yazı dizisiyle “1960 doğumlu işadamı Davut Doğan ve beş kardeşinin anılarından hareketle son 65 yılın” edebiyat sosyolojisine katkıda bulunmak istiyorum. Böylece romanların iktisat bilimi için; girişimci hatıralarının ise edebiyat için birer sahici kaynak olduğu su götürmez olsun!
Cevdet Bey ve Oğulları
Cevdet Bey, çocukluğundan itibaren cesur, yalnız ve gayretlidir. Çevresindeki insanlar korkuları yüzünden “tüccarlığa cesaret edemiyorlar.” O ise gece gündüz iştedir. “Çok çalıştım. Başka hiçbir şey düşünmeden yalnızca dükkânımı ve işlerimi büyütmeyi amaçlayarak, çok çalıştım. Sonunda da kazandım...”1 Halkı ağırlıklı olarak çiftçi ve memurlardan oluşan bir toplumdan tüccar ve özellikle de sanayici-girişimci çıkarmanın çok zor olsa da elzem olduğunu, tüm Orhan Pamuk’larımızın edebî atası sayılan Ahmed Midhat Efendi 19. Yüzyıl sonlarında şöyle dile getiriyordu: “Herkesin gözü devlet memuriyetine dikilmiş. Ondan başka medâr-ı maişet bilinmiyor. Hâlbuki hazine-i devlet yalnız geçinmeleri için oraya göz dikenleri neyle doyuracak? Varidat (gelir) ile değil mi? O varidatı ziraat ve sanayi ve çobanlık ve ticaret hâsıl etmeyecek mi? Bunlar zayıf ve miskinlerin ellerinde bulundukça hazineye getirecekleri varidat dahi zaifâne, miskinâne bir suretten ayrılamaz.”2
Cevdet Bey’in kurgusal çocukluk günleri, Davut Doğan’ın gerçek çocukluk ve ilkgençlik günlerinden pek de farklı değildir. Babası Kula'da küçük bir memurken, terfi edip Akhisar'a yerleşir. Cevdet burada Rüştiye Mektebi'nde okur. Annesi hastalanınca, baba istifa edip İstanbul’a gelir ve Haseki'de bir oduncu dükkânı açar. Bir yıl sonra babası ölür ve oduncu dükkânına bakmak Cevdet'e düşer. Yirmi yaşına kadar Haseki'de odunculuk ve kerestecilik yaptıktan sonra deposunu Aksaray'a taşır. Yirmi beşinde Aksaray'da küçük bir nalbur dükkânı açar, birkaç yıl sonra da Sirkeci'deki dükkâna taşınır. Dükkânına şöyle bir tabela asar: CEVDET BEY VE OĞULLARI: İTHALATİHRACAT- NALBURİYE. “Daha ihracata başlamamıştı. Daha oğulları da yoktu ama ikisine de niyeti vardı.”3 Cevdet Bey'i çevresindeki insanlardan ayıran en önemli özellik, değişme isteği ve para kazanma hırsı. Arabasıyla Aksaray'dan geçerken hüzünlenir:
Hep aynı şeyler. Hiçbir şey değişmiyor. Şu duvar, şu boyası dökülmüş pencereler, yosun tutmuş kiremitler. Bunlar burada iki yüz yıl önce nasıl otururlarsa öyle oturuyorlar... Para kazanma yok! Yeni bir şeyler yok! Hayatlarında şey yok, evet hırs yok, hırs! Ah her şey ölü!4
Protestanlık, Yahudilik, Muhacirlik
Batı sosyoloji geleneği yüz yılı aşkın bir zamandır “Kapitalizmin Ruhu”nun ana kaynağına karar veremedi. Max Weber bu ruhu Protestanlığa hamlediyordu, Werner Sombart ise Yahudiliğe. Her ikisi de Batımerkezli düşünüyordular. Yirminci ve 21. Yüzyıllın küresel gerçekliği Trevor-Roper’in daha doğru düşündüğünü gösteriyor: Kapitalist ruhun ana kaynağı göçmenliktir!
Weber'e göre kapitalist ruhun döl yatağı Protestanlıktı. Luther için bir insanın mesleği, iş hayatı içinde Tanrıya hizmet etmesi demekti. Kazanç uğruna çalışmayı doğrudan ibadete dönüştürense Kalvincilik oldu. Buna karşılık, reform hareketlerinden çok önce Katolik İtalyan şehirlerinde kapitalizmin ilk örneklerini bulan Sombart'ın hareket noktası, Yahudilikti. Bulundukları ülkelerden sık sık sürülen veya göç etmek zorunda bırakılan Yahudiler, tarımdan uzaklaşıp ticaret ve tefecilikte uzmanlaştılar. Bu durum onları “hesapçı ve yenilikçi” yaptı; bunlar ise kapitalizmin olmazsa olmazlarıdır. Sombart’a göre Püriten Protestanlık, hesapçı Yahudiliğin yörüngesine giren Hrıstiyanlıktı.5 Weber'in tezini kısmen tamamlayan, kısmen de ona karşı çıkan ilk önemli görüşü ise R. H. Tawney geliştirdi. Sombart gibi, modern kapitalizmin Reformasyon'dan önce mevcut olduğunu savunan Tawney, iş dünyasındaki gelişmelerin Hrıstiyanlığı reforma zorladığını düşünüyordu. Çok çalışma, tutumluluk, vb. özellikler üzerindeki ısrarıyla Protestan ahlâkı, kapitalizmin doğuşuna katkıda bulunmuştu muhakkak, fakat aynı zamanda Protestanlığın kendisi giderek kapitalistleşmekte olan bir toplumdan etkilenmekteydi. Kısacası, temelde kapitalizmi besleyen Protestanlık değil; Protestanlığı zorunlu kılan kapitalizmdi.6
Trevor-Roper ise Reformasyonu izleyen yüzyıllarda Protestan ülkelerin iktisaden ilerlemelerini Katolik Avrupa'daki geniş kapsamlı siyasî, sosyal ve dinî değişimle bütünleştirmek suretiyle bu ateşli tartışmanın sınırlarını genişletti. Ona göre, bu dinsel değişimler kapitalistleri Avrupa'nın eski ticarî başkentlerinden göç etmeye zorladı: “Hem iktisadî hem fikrî bakımdan, 17. Yüzyılda Protestan ülkeler öncülüğü Katolik ülkelerin elinden aldılar. Avrupa'ya 1620'de bir göz atın: İspanya ve İmparatorluk, İtalya ve Papalık hâlâ gücün, servetin, sanayinin ve fikir hayatının merkezleridir. Bir de 1700'e bakın, ne kadar farklı! Avrupa siyasî, iktisadî, fikrî, her bakımdan tepetaklak olmuş, merkezi Katolik İspanya, İtalya, Flander ve Güney Almanya'dan Protestan İngiltere, Hollanda ve Baltık şehirlerine kaymıştır.”7 Bu gelişmeler kapitalizmin ve (yerli değil) “göçmen” Protestanların zaferiydi.
Ali Bey ve Oğulları
Bu son kuramın, Türkiye’de modern girişimcilik ruhunun ortaya çıkışını açıklamada en isabetli yaklaşım olduğunu düşünüyorum. “Altın bulmadan zengin olunabileceğini” kanıtlayan “Doğan Kardeşler” kitabı da “muhacir girişimciliğin” çarpıcı örneklerinden biridir. Yalın bir dille kaleme alınmış bu gösterişsiz anılar, yalnız ağabey Davut Doğan’ın değil, göçmen bir aileye doğan sermayesiz altı kardeşin “alın ve beyin teriyle yazılmış” hikâyesidir.8 Sadece dibacesinden çıkardığım şu on ders, Türk yönetim kültürünü yazacak tarihçiler için on işaret feneridir.
- İş hayatında başarının önşartı sermaye değil, muhacirliğin zorunlu kıldığı gayret ve iş aşkıdır. “Biz Biga’nın fakir bir kenar mahallesinde doğan altı kardeşiz. Babamız da İskenderköy’den (Filibe, Bulgaristan) Biga’ya gelip ticaretle uğraşan bir göçmen çocuğuydu. Sermayesi yoktu ama çalışkandı. Bizim de ailemizden aldığımız çalışkanlık ve iş aşkı dışında hiçbir sermayemiz yoktu.”
- Zenginliğin kaynağı altın değil, uyumlu çalışma, risk üstlenme ve müşteriyi önemsemedir. “Altı kardeş olmamıza rağmen uyum içinde çalışmamız, risk almamız ve işimize ciddiyetle eğilip müşterilerimizi önemsemeyi ön planda tutmamız sayesinde kısa zamanda başarılı bir işletmemiz oldu ve kasabada dikkat çektik. Altın bulup zengin olduğumuza dair bir dedikodu çıktı.”
- Doğru haberin kaynağı berberlerdir! “Bulduğumuz altınla zengin olduğumuza dair ilk soruyu bana berber İsmail Abi sormuştu: Sizin için altın buldu diyorlar, doğru mu? Doğru söylemişler, dedim. Kardeşlerimi bu akşam da gönderdim; köy köy altın arıyorlar.” Esprinin altındaki gerçek şuydu: “Kardeşlerim bugün ürettikleri çekyatları köy köy satmaya çalışıyorlar. Gündüz ürettiğimizi akşam satmak zorundayız, çünkü depomuz yok!”
- Sermaye birikimi aile kültüründen gelir. “Okuma yazma bilmeyen annem, bir hocanın yardımıyla Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmişti. Bize küçük yaşlarda dua etmeyi, şükretmeyi öğretti. Ticarî zekâsı çok yüksekti. Hep para biriktirir, biriktirdiği paraları gizlice beraber sayardık. Bir seferinde bu paralarla bir bağ satın almıştık. Bağda yetiştirdiği ürünleri bize sattırırdı. Biga çarşısında aldığımız arsayı onun birikimleriyle almıştık.”
- Çalışmak ve kazanmak; mutluluk, gurur ve saygınlık kaynağıdır. “Altı kardeşin genetik formülü baş harflerinde gizli: Davut, Adnan, İsmail, Murat, Ali, İlhan, Şadan. (Daima İş). Bir kasabada yapılabilecek her işi yaptık. Simit sattık, garson olduk, çıraklık yaptık. Biraz büyüyünce, konsinye aldığımız malları pazarlarda sattık. Çalışmak bizi mutlu ediyor ve gururlandırıyordu. Başka seçenek de yoktu ama çalışmak, para kazanmak bir çocuğa bile saygınlık kazandırdığı için mutlu oluyorduk.”
- Girişimci hayalperest değil, hayalini gerçeğe dönüştürendir! “Ham hayalin kimseye faydası olmaz. Hayaline ulaşmak için çalışan, mücadele eden kişi girişimcidir. Başarırsa, başarılı bir girişimcidir. Başaramazsa ve mücadeleye devam ediyorsa, mükemmel bir girişimcidir. İşi önceden kurgulamanız, planlamanız gerekir. Hayallerinizi belirlerken, değiştirebileceğiniz ve etkileyebileceğiniz şeyleri göz önünde bulundurmalı, risk analizi yapmalısınız.”
- Büyük işlerin kaynağı, ortaklık kültürüdür. “Türkiye’de ortaklık kültürü yerleşmediğinden, aile şirketlerinin pek başarılı olmadığı bir gerçektir. Biz altı kardeşin bir ortaklık kültürü varsa, bunun kaynağı babamızın yaptığı ortaklıklardır. Hacı Ali Doğan, pazarcılık yaparken de, minibüs işletirken de, mobilya mağazasını açtığında da farklı kişilerle ortak olmuştu. Tüm bu ortaklıklar bittiğinde ise muhataplarıyla dostluğu hiç zedelenmemişti. Özverili davranabilmesi, gerektiğinde haklarından feragat edebilmesi, insan ilişkilerini ön planda tutması hepimizin ders aldığı özellikleriydi.”
- Hayır yapmakla iflas edilmez! “Babam Hacı Ali Doğan, gönlü zengin ve vefakâr biriydi. Nezaketli ve kadirbilirdi. Kirasını hep içinde bir kâğıtla beraber öderdi. Kâğıtta ‘Allah sizden razı olsun’ yazardı. Bu, mülk sahibi Muzaffer ve Fikret Akyıl beyleri çok duygulandırırdı. Biz yoksulken de bonkördü babam. Çok fazla hayır yaptığı, dükkânı iflas ettireceği şaka yollu da olsa söylendiğinde, şöyle derdi: Evladım, hayır yapmakla iflas edilmez. Sen ne verirsen, Allah sana iki katını verir.”
- Esnek ol, başarısızlıktan yılma! “Babamız mobilya işine girerken, kayınbiraderinden destek aldı ve kahveciliği bırakmadı. Türkiye’nin 1970’lerdeki en modern mobilya markalarından biri olan Elka’nın ürünlerini satmaya çalıştılar ama modüler ve oldukça büyük olan mobilyalar Bigalıların ilgisini çekmedi. Babam iş konusunda esnekti. Bir sorun gördüğünde hemen yeni bir strateji oluştururdu. Modern mobilya dükkânına hemen pamuk, sünger, muşamba, ot minder, çeyiz sandığı gibi Biga yöresinde bol tüketilen ürünler koydu. Başarılı olunca, kahveyi devretti; bir taksi satın alıp, şoför tutarak işletmeye başladı.”
- Çocuklarına nasihat değil, sorumluluk ver! “Babam bize çalışkanlığı, ticarî ahlakı ve cesareti sözleriyle değil, davranışlarıyla öğretti. Kendisi küçük dükkânda duruyor, büyük mağazadaki işlere hiç karışmıyordu. Sorumluluk bizdeydi. En büyük kardeş olarak ben yirmili yaşlardaydım. En küçük kardeşimiz Murat, henüz 13-14 yaşlarındayken, cebinde babamın ve kardeşim Adnan’ın imzaladığı açık çeklerle Bursa’ya gider ve mağaza ihtiyaçlarını alırdı. Çan’da açtığımız mağazanın başına getirildiğinde tam 16 yaşındaydı. Babam bize nasihat vermez, yüklediği sorumluluklarla bizi iş hayatında pişirirdi.”
Yolun başındayız henüz. Kelebekler vâdisine ulaşmak için daha çok yol yürüyeceğiz.
1.Orhan Pamuk: Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: İletişim, 2003, s. 18.
2.Ahmed Midhat Efendi: Müşahedat, İstanbul: Kırmızıkedi, 2021, s. 226.
3.Pamuk, s. 20.
4.Pamuk, s. 35.
5.Weber ve Sombart’ın görüşleri için bkz. Mustafa Özel: Roman Diliyle İş Hayatı, İstanbul: Küre, 2019, 8. Bölüm: “Buddenbrook ve Cevdet Bey Ailelerinde Teşebbüs Ruhu.”
6.R. H. Tawney: Religion and the Rise of Capitalism, Middlesex: Penguin, 1977 (1926), s. 242-3.
7.H. R. Trevor-Roper: “Religion, the Reformation and Social Change,” Historical Studies, IV, 1961, s. 19-29.
8.Davut Doğan: Altın Bulmadan Zengin Olunmaz, İstanbul: Destek, 2024.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.