Afganistan tozlar ülkesinden kaçış

Tozlar ülkesinden kaçış
Tozlar ülkesinden kaçış

Eğer Afganistan’dan kaçmak istiyorsan yoldaki her kaçakçıyla anlaşman gerekmez.Yola çıkarken bir kaçakçıyla anlaşırsın ve yol boyunca seni alacak kişilerio ayarlar. Ne kadar ödeyeceğin ve ne zaman ödeyeceğin senin pazarlığına kalmış.

Afganistan’dan Pakistan’a geçmek için dört saat yürüdüm. Yirmi iki gün süren yolculuğum böyle başladı. Kaçakçıyla buluşmak için Pa­kistan sınırından Karaçi’ye geçmem gerekiyordu. Bir otobüse bindim ve yirmi dört saat sonra Karaçi’ye vardım. Ancak Pakistan polisi beni yakaladı.

10 rupi rüşvet vererek ellerinden kurtuldum. Burada bir gece kaldıktan sonra İran sınırına gittik. Dağ yolundan yürüyerek İran’a girmemiz gerekiyordu. Yol kaçaklarla doluydu. Yaklaşık iki yüz kişi yürüyorduk. Zorlu bir yolculuk olacağını ve ayakkabılarımın kısa sürede parçalanacağını biliyordum. Ancak çantamda bir kaç tane daha ayakkabı vardı -çantayı çaldırmadığım sürece dert edecek bir şey yoktu. Çok az dinlenerek bir günden fazla yol gittik ve nihayet bir ev gördük. İşte burası İran, dediler. Biraz vakit geçirdikten sonra bir araba geldi, küçük bir otobüs. Atmış kişiyle bu otobüse bindik. Yol­culuk on iki saat sürdü ve sonunda Sircan’a geldiğimizi anladık. Bizi almaya başka bir kaçakçı geldi.

Eğer Afganistan’dan kaçmak istiyorsan yoldaki her kaçakçıyla anlaş­man gerekmez. Yola çıkarken bir kaçakçıyla anlaşırsın ve yol boyun­ca seni alacak kişileri o ayarlar. Ne kadar ödeyeceğin ve ne zaman ödeyeceğin senin pazarlığına kalmış.

Biraz vakit geçirdikten sonra bir araba geldi, küçük bir otobüs. Atmış kişiyle bu otobüse bindik. Yol­culuk on iki saat sürdü ve sonunda Sircan’a geldiğimizi anladık.

Ödemen gereken çoğu zaman bin dolardan fazladır. Ben parayı İstanbul’a vardığımda ödemek üze­re anlaştım. Bunun için aynı bölgede yaşadığımız kaçakçı herifi ikna etmem gerekti: Beni tanıyorsun zaten. Ailem burada. Kaçıp gidecek bir yerim yok. Varır varmaz paran ha­zır. İkna oldu ve yanıma aldı­ğım az bir parayla yola çıktım.

Yolculuğumuz giderek zorlaşıyordu. Artık İran’ın iç bölgelerindeydik. Yolumuza devam edebilmek için yeniden araçlara doluştuk. Dört beş kişilik kü­çük bir arabaya on dört kişi bindik. Arabadakilerin çoğu çocuk yaştaydı. Bazılarımızın bagaja binmesi gerekiyordu. Çocuklardan biri bagaja binmek istemediğini söyledi. Adam da ona istersen şoför koltuğuna oturabilirsin, dedi. Çocuk buna çok şaşırmıştı. Sonra adam çocuğa tekme tokat daldı ve küfür ederek zorla araca soktu. Böylelikle yeniden yolculuk başladı. Kü­çük bir arabanın içinde on dört kişiyle yolculuk yapmanın ne demek olduğunu çok geçmeden anladık, dayanılır gibi değildi. Üstelik yolcu­ların çoğu pusmak, görünmemek için kafalarını eğmek zorundaydı. Bagaj tarafında bile nefes alamaz duruma gelmiştik. Bir ara bagajın kapısını hava almak için araladım. Şoför fark etti ve aracı durdurdu. Bağırıp çağırıp küfür etti. Biz de kendinden açıldığını söyledik. Ha­vasızlığa, sıkışıklığa bir de yolun bozuk olması eklenince yolculuk tahammül edilemez oldu. Bazen kendimden geçmek üzere olduğu­mu fark ediyordum. Sonra gençlerden birinin fenalaştığını gördüm. Gözleri gidiyor, nefes almakta zorlanıyordu. Bir ara gözlerini yumdu ve sessizliğe büründü. Kendi kendime, demek ki ölmek böyle bir şeymiş, dedim.

Ha­vasızlığa, sıkışıklığa bir de yolun bozuk olması eklenince yolculuk tahammül edilemez oldu.
Ha­vasızlığa, sıkışıklığa bir de yolun bozuk olması eklenince yolculuk tahammül edilemez oldu.

Eleman iki saat sonra kendine geldi. Bana numara yazılı bir kâğıt verdi ve ben filanca yerde yaşıyorum, ölürsem babamı ara, gelip beni alsın, bu pis topraklarda kalmak istemiyorum, dedi. Sen hiç korkma, eğer ölürsen ben seni alır götürürüm, diyerek te­selli ettim. Öndeki çocuklardan bir tanesi dönmek istediğini söyleyip ağlıyordu. Şoförü bir eliyle araba sürüp diğer eliyle çocuğun kafasını oraya buraya vururken görebiliyordum. Bunlar olurken ben de şofö­re çaktırmadan bagajın kapısını tekrar açmıştım. Arabada yer açmak için çocukların çantalarını tek tek atmaya başladım. Kendi çantam ve yaşı büyük bir kaç kişinin çantası hariç hepsini attım. Meğer çan­taları atarken bir polis aracı bizi görmüş. Biraz sonra durdurulduk. Hepimizi karakola götürdüler.

Arabadakilerin çoğu çocuk yaştaydı. Bazılarımızın bagaja binmesi gerekiyordu.
Arabadakilerin çoğu çocuk yaştaydı. Bazılarımızın bagaja binmesi gerekiyordu.

İran polisi bize iyi davranmadı. Beni bırakmalarını, evime geri dö­neceğimi söyledim. 100 dolar verirsem bırakacaklarını söylediler. Onlara yol için ayırdığım 50 dolar olduğunu başka da param olmadı­ğını söyledim. Oysa donumda 300 dolar saklıyordum. Tuvalete gidip sadece 50 dolar çıkarttım ve polislere verdim. İlk başta bu pek işe yaramadı. Sende daha çok para var, dediler. Olmadığını söyleyince de dövdüler. Ne yaparlarsa yapsınlar dişimi sıkıp katlandım, onlara parayı göstermedim. Daha fazla param olmadığına ikna oldukların­da beni bıraktılar. Ben kendimi kurtarmıştım ama diğer çocuklar kaldılar.

  • Elbette Afganistan’a dönmek gibi bir niyetim yoktu. Başka bir ka­çakçıyla Tahran’a kadar gittim. Bodrum bir evde diğer kaçaklarla iki gece kaldım. Günlerimin çoğunu aç geçirdim.

Tahran’dan Tebriz’e, oradan da Ağrı sınırına kadar günlerce yol gittim. Sınıra vardığımda dikenli tellerle karşılaştım. Telin öte tarafın­da Türk bayrağı görünüyordu. Bayrağı görür görmez he­yecanlandım. O an telin diğer tarafı bize cennet gibi gözüküyordu. Sonunda gelmiştik. Bir an önce geçmek için can atıyorduk. Telleri aşıp uzun süre yürüdük. Benimle birlikte yürüyenlerin arasında ondan fazla İranlı kız vardı. Yoruldukları zaman ben­den yardım istiyorlar ben de onların çantalarını taşıyordum. Okumak için kaçtıklarını söy­lüyorlardı. Bir yol üzerinde durduk. Kaçakçı bize Türk askerlerinin geldiğini ve saklanmamız ge­rektiğini söyledi. Hepimiz saklandık. Sonra bunun numara olduğunu, kızları almak için özel bir aracın gelip onları götürdüğünü fark ettim. Sekiz saat daha yürüdük. Bir köye ulaştık ve orada kaldık. Ertesi gün bizi minibüsle Van’ın merkezine götürdüler. Oradan da otobüse bindirip İstanbul’a gönderdiler. Kaçakçılar beni Esenler otogarda karşıladı. Yakama yapışıp hemen para istediler. Bağırıp çağırmaya başladım. Beş kuruş para vermeyeceğimi söyledim. Söz verdikleri gibi bir yolculuk olmamıştı. Yolun yarısını yürümüş, bindiğimiz araç­larda da ölesiye sıkışmıştık. Beni alıp götürmek istediler. Ortalığı velveleye verip polis çağıracağımı söyledim. Niyetim ortalığı karıştı­rıp biraz gürültü çıkarmaktı. Tamam bağırma, git buradan, diyerek beni boşladılar. Daha sonra öğrendim ki benimle birlikte İstanbul’a ulaşan çocukları Esenler’de bir bodruma kapatmışlar. Ailelerinden para istemelerini söylemişler. Çocuklar istenen para tamamlanana kadar aylarca bodrumda mahpus kalmış. Bin doları denkleştiren çık­mış. Kaçakçılardan kurtulmuştum ama ne yapacağımı bilmiyordum. Halam Zeytinburnu’nda yaşıyordu, onu aradım. Bir taksiye binmemi ve telefonu taksiciye vermemi söyledi. Taksinin ücreti 18 lira tuttu, parayı halam ödedi.

Esenler otogarında bir işe başladım. Otobüsleri yıkayıp temizliyor­dum. 1000 lira maaşım vardı. Hiç durmadan deli gibi çalışırdım. Herkes bana hayret ederdi. İstanbul’u gezmedim, görüle­cek yerlerini görmedim.

Bir yıl boyunca hiç durmadan çalıştım. Aldığım parayı eve, Afganistan’a gönde­riyordum. Bir kere bile eve 950 liradan az para göndermedim. Bana kalacak yer ve yemek veri­yorlardı. Hiç bir şeye para harcamadım. Bazen patrona gidip 1 lira isterdim. Ne yapacağımı merak edip sorar ben de mesela jilet alaca­ğım, derdim. Hayret eder, bana maaş verdiğini, nasıl yetmediğini sorar, ben de parayı gönder­diğimi anlatırdım. Ancak ufak tefek başka işler yaptığım oluyordu. Bazen otobüslerin bagajında Suriye’den kaçak mazot gelirdi. Böyle zamanlarda beni çağırırlardı. Zaten otobüslerin çoğu kaçak mazot kullanırdı. Benden otobüsle gelen bidonları hızlıca indirme­mi isterlerdi. Karşılığında 50 lira alırdım. Bu da benim sigara mas­rafım olurdu. Tüm bunları aileme bakabilmek için yapmıştım. Ben burada çalışırken onlar Afganistan’da rahat ediyordu. Aradan bir yıl geçince tekrar Afganistan’a döndüm. Çok farklı işlerde çalıştım. Şimdi de gördüğün gibi Afganistan’ın tehlikeli yollarında şoförlük yapıyorum.

Tüm bunları bana Aziz adında otuz yaşlarında bir genç anlattı. Af­ganistan’ın zorlu yollarında bir yandan minibüs sürüp bir yandan anlatırken, ben hemen yan koltuğunda sorular soruyor ve notlar alıyordum. Mezar-ı Şerif’ten Semengan’a doğru keyifli bir yolculuk yapıyorduk. Dağların arasından ve uçsuz bucaksız çöllerin ortasın­dan tozu dumana katarak giderken, bu toprakların Soyvet ve ABD işgaline neden teslim olmadığını daha iyi anlıyor, dağların, tepelerin, geçitlerin siperlerinde cesurca çatışan gençleri hayal ediyordum. Kafamda Afganistan’a dair uçuşup duran onlarca şey vardı. Taliban gerçekten de giderek güçleniyor muydu? Afgan hükümeti bir gün boyunduruktan kurtulabilecek miydi? Koalisyon güçleri bu ülkeden ne zaman çekilecekti? Afganistan silahların, bombaların denendiği, ekiplerin operasyonel kabiliyetlerini ve teçhizatlarını test ettikleri bir oyun sahası olmaktan kurtulacak mıydı?

Bir yıl boyunca hiç durmadan çalıştım. Aldığım parayı eve, Afganistan’a gönde­riyordum.
Bir yıl boyunca hiç durmadan çalıştım. Aldığım parayı eve, Afganistan’a gönde­riyordum.

Afganistan’a inip havalimanında Alman askerlerinin kafir suratlarıy­la karşılaşınca yaşadığım mide bulantısını, can sıkıntısını unutmam mümkün değil. Yabancı askerler silahlı, Afgan güvenlik personelleri ise yeterince güvenilir bulunmadığı için silahsızdı. Görev yerine gelen Afgan personelin üstünü başka bir güvenlik personeli arıyor, o güvenlik personelini de bir başkası denetliyordu. Bu utanç verici hadise herkesin gözü önünde gerçekleşiyordu. Havalimanı yakınına yabancı askerlerden oluşan bir üs kurulmuştu. Üssün semalarında küçük bir zeplin asılı duruyor, kameralarla bütün bölgeyi tarıyordu.

  • Afganistan’ı gördüğüm diğer ülkelerle kıyaslamak mümkün değildi. Şimdiye dek gördüğüm hiç bir yere benzemiyordu. Çölün, dağların ve en çok da ırkların ne demek olduğunu orada anladım.

Toprak parçasının rengi ve durumu değiştikçe insanların bakışları ve ırkları değişiyor, yeni diller işitiliyor, başka güçler ve başka yasalar ortaya çıkıyordu. İşittiğim, okuduğum ama daha görmediğim bölgelerinde, dağlarında bambaşka hayatlar yaşanıyordu.

İstanbul’a döndüğümde Afganistan’ın farklı bölgelerinden kaçıp gelen gençleri ziyaret etmeye karar verdim. Kaçakların en çok yaşa­dığı yerlerden biri olan Yenikapı’ya gittim. Yıllardır Yenikapı Langa’yı gece ve gündüzleri gezer, onlarca farklı milletten kaçağın yaşadığı sokaklarda onları izleyerek yürümeyi severim. Ancak daha önce hiç evlerine girmemiştim. Tanıdık vasıtasıyla evlerine misafir olduğum gençler geldiğime çok sevinmiş yakın zamanda Afganistan’a gittiğimi duyduklarında ise şaşırmış­lardı. Hemen yeşil çaylar demlendi ve küçük ev­lerinde koyu bir muhabbet başladı. İki odalı evin odalarından biri duvarla bölünerek üç odalı hale getirilmiş, sonradan bölündüğü için de pence­renin yarısı bir odada diğer yarısı başka odada kalmıştı. Bir ailenin zor yaşayacağı evde on beş kişi kalıyordu. Hepsi benzer yollarla kaçak olarak gelmiş, kiminin yolculuğu yirmi kiminin ise altmış gün sürmüştü. Yeşil çaylar bittikçe tazeleniyor ve yol boyu neler yaşadıklarını konu­şuyorduk. Hepsinin başından ilginç olaylar geçmişti.

Yolda ölenlerin hikâyesini dinledim. Yürümeye takati kalmayanların nasıl geride bırakıldığını öğrendim. Farklı zamanlarda bu ziyaretleri tekrarladım ve uzun uzun konuştuk.

Çoğunun hala bir işi yoktu. Bazıları inşaatta iş bulup çalışıyor ba­zıları ise aylardır evde işsiz oturuyordu. Oysa ne büyük hayallerle gelmişlerdi. Çalışıp para kazanacak, kimi ailesine gönderecek kimi de evleneceği kız için başlık parası biriktirecekti. Ölümcül bir mace­raya atılmış, para kazanmak uğruna günlerce aç susuz yol gitmiş ve şimdi günlüğü 50 liradan iş bulmak için aylardır bekliyorlardı. Mem­leketlerinden uzakta, sefil ve perişan bir hayat sürüyorlardı. Yine de ellerine geçen parayla bir kot pantolon ve tişört alıp, saçlarını ıslatıp güzelce tarayıp, boğaz manzaralı bir yerde selfi çekip, Facebook sayfalarında paylaşmayı ihmal etmeyecekler.

Afganistan’daki arka­daşları bu fotoğrafı görüp imrenecek, fotoğraflarda harika gözüken bolluğun ve safanın başkenti İstanbul’a gelme hayalleri kuracak ve bir gün aniden yollara düşecekler. Eğer hayatta kalır ve gelmeyi ba­şarırlarsa, hasta, perişan ve zayıflamış halde Esenler’e varacaklar. Yenikapı’daki berbat evlerden birine yerleşip bir hafta dinlendikten ve parçalanmış ayakları iyileştikten sonra gerçeğin farkına varacak­lar. Ama diğerleri gibi onlar da vaz geçmeyecek. Ellerine ilk geçen parayla kendilerine bir kot pantolon ve tişört alıp, saçlarını ıslatıp güzelce tarayıp...