Ağlayan kadın

Beyazlı kadını işte bu haldeyken gördüm. İki ağaç gövdesinin arasında süzülen bembeyaz bir gölge… Uçuşan bir pelerin… Karanlığı kesen, kuşatan, ağaç yapraklarıyla bütünleşmiş upuzun siyah, dalgalı saçlar. On adım kadar önümdeydi. Birden yüzünü döndü. Bakakaldım. Deminden beri duyup inanmadığım su sesinin sebebi belli olmuştu. Gözleri bir nehrin kaynağı gibiydi.
-Chavela Vargas’ın “La Llorona” yorumundan ilhamla yazıldı. Yine o dinlenerek okunması şiddetle tavsiye olunur.-
Her şey bir şarkıyla başladı. Gerçekten öyle mi? Emin olamazsın, kimse emin olamaz.Başlangıçlar, ilk kıvılcım, ilk hareket sırra sarılıdır hep. Çünkü tanrısaldır. Hele de olay yeri ruhsa. Ruh öyledir. Bilirsiniz, usulca yanar; kişiler, olaylar, nesneler, duygular usul usul beslerler ateşi ve asla ama asla önceden kestirilemeyecek bir noktada ateş, önlenemez bir yangına dönüşür. Ben de emin olamıyorum; ille kesin bir şey söylenecekse, her şeyi başlattığını söylemeye cesaret edemediğim bu şarkının yanıcı olduğunu söyleyebilirim. Ruhta yanıcı.
Borges’in de söylediği gibi, anlattıklarımın ne kadarını gerçekten yaşadım ve ne kadarını uydurdum inanın bilmiyorum. Yaşadıklarım gerçek miydi, göz alıcı güzellikteki büyüleyici beyazlı kadın, o öfkeli nehir, masum çocuklar, gece ve efsunlar… Bilmiyorum. Bir şeyin var olması için gerçek olmaya ihtiyacı olduğunu kim söylemiş zaten: işte hislerim; bir türlü geçmek bilmeyen, ruhumda fırtınalar koparan şu ateş dalgası… Varlar, oradalar; kavrayamasam, dokunamasam da… Çünkü fail ben değilim, onlar, dokunan ben değilim onlar… Yanan? O benim.
Karanlık bir ormanda izleri silinmeye yüz tutmuş bir patikaya tutunmuş ilerlemeye çalışıyordum. Kaybolmamak için bütün dikkatimi yola vermiştim. Dört yanımdan gece yaratıklarının sesleri yükseliyordu. Hangisi daha ürkütücüydü, ayırt edebildiğim şu kurt uluması, baykuş sesi, yılan ıslığı mı; yoksa adını koyamadığım homurtular, hırıltılar, hışırtılar, tiz çığlıklar mı? Patikanın sonunda ne vardı? Nereye gidiyordum? Nereden gelmiştim? Bu soruların hiçbirine cevap veremediğime göre bir rüyada olmalıydım. Belki. Belki de değil.
Adımlarımı hızlandırdım. Sağımda ve solumda uzanan, asık suratlı ürkütücü orman bitkilerinin eninde sonunda biteceğini ve nihayet bir açıklığa çıkacağımı umuyordum. Ama ağaç dalları, çalılar, bela arayan sokak kabadayıları gibi yolu kapatıyor, omuzuma sürtünüyor, dizlerime, baldırlarıma sürtünüyor, çelme takıyorlardı.

Bir fısıltı duydum yoksa bir çığlık mıydı? Bir çağrı mıydı, bir tehdit mi? Telaş mıydı, öfke mi? Ben, beni saran belirsizlik bulutundan kurtulmaya çalışırken bir kez daha. Var gücümle koştum elbette. Sadece dallara sürtünen, ağaç yapraklarına çarpan kendi bedenimin ve nefesimin sesini duyuyordum artık. Bir şeye takılıp düştüğümde aslında bir adım daha atacak dermanım da kalmamıştı. Yüzüm gözüm terden, gözyaşından, tükürükten sırılsıklam halde düştüğüm yerde kaldım. Nereden baksan bir nakavttı bu. Orman yutmuştu beni. Teslim olmuştum. Nasıl geldiğimi bilmediğim ormanda kaybolup unutulmaya hazırdım. Pes etmiştim.
Ve ses yeniden geldi. Bir kadın sesi. Zorlukla nefesimi tutup tekrar duymayı bekledim. O anda aptalca bir inatla nasıl öleceğimi, beni neyin öldüreceğini bilmek istiyordum sadece. Az gerimdeki ağaca yaslandım. Nefesim normale dönene kadar bekledim. Ayaklarımı açarak öne doğru uzatmış, terden ıslanan saçlarımı, yaslandığım ağacın kabuklarına sürterek bir şeyler hatırlamaya çalışıyordum. Son sözünü söylemek için bile insanın bir hikayeye ihtiyacı vardır. Benim hikayem neydi?
Beyazlı kadını işte bu haldeyken gördüm. İki ağaç gövdesinin arasında süzülen bembeyaz bir gölge… Uçuşan bir pelerin… Karanlığı kesen, kuşatan, ağaç yapraklarıyla bütünleşmiş upuzun siyah, dalgalı saçlar. On adım kadar önümdeydi. Birden yüzünü döndü. Bakakaldım. Deminden beri duyup inanmadığım su sesinin sebebi belli olmuştu. Gözleri bir nehrin kaynağı gibiydi. Olmadı. Nehir, Ağlayan Kadın’ın gözlerinde çağlıyordu. Olmadı. Gözlerinde vahşi, hırçın, yabani ve tam da bu yüzden güzel, dehşet verici güzel bir nehir... Çıldırmış mıydım acaba? Bakakaldım. Gözlerimi kırpamıyordum. Nefesimi tutup beni almasını bekledim. Gözlerinden gözlerime aktı nehir. Derin, dev gibi toprağa sığmayan keder, annesi tarafından nehirde boğulan çocukların son çırpınışı, akıntıya kapılıp kaybolan iki çocuk cesedi ve bitmeyen bitmeyen bitmeyen, süren bir şarkı…
Beyazlı kadınla aramdaki mesafe yirmi adıma çıktı. Nehir gözlerimden çekiliyordu, çocuklar, keder, o şarkı. Az önceki ölüm
korkusu nasıl olduysa beyazlı kadının beni terk ediyor oluşunun dehşetine dönüştü. Teslimiyetim müthiş bir ağrıya ve mücadele azmine… Yalnız kalmak istemiyordum, yalnız kadının, ağlayan kadının, arayan kadının, beyazlı kadının peşinden gitmekten başka bir şey düşünemiyordum. Ayağa kalkıp yürüdüm. Orman eskisi kadar karanlık değildi, ağaç yaprakları el açıyor, selam veriyorlardı bana; bir patikaya ihtiyacım yoktu artık. Şimdi yere değil göğe, toprağın üzerindeki koyu kahverengi izlere değil, karanlıkta süzülen beyaz ışığa tutunmuştum. Yoluma karar vermiştim. Yönüme karar vermiştim. Beyaz elbisenin uçuşurken çıkardığı o tatlı hışırtı ve dilini bilmediğim o şarkının melodisi dışında bir şey umurumda değildi. Şarkı içimden geliyor gibiydi, göğsümde geçmeyen bir hırıltı gibi. Melodi yükselince aslında ormanda gözlerimi açtığım andan beri gizli gizli arkadan notaların işlediğini, ormanın müziği gibi her ağaç gövdesinde, toprakta, rüzgarın sesinde, o melodinin izinin olduğunu kavradım. Beyazlı kadının müziği… Gözlerim, kulaklarım, bedenim ve gönlümü bıraktım aksınlar ormanın içinde bir nehir gibi.
Ağlayan kadını takip ettim.
Ağlayan kadını takip ettim.
Ağlayan kadını takip ettim.
Ama bir daha asla o kadar yaklaşamadım. Günlerce, haftalarca aylarca onu takip ettim. Kadının, kederin, nehrin, müziğin peşinden gittim. Tutunduğum ışığı kaybettim. Göğü kaybettim.
Arayışım sırasında başka insanlara rastladım, şehirler, ülkeler gezdim. Konuştum, arkadaşlar edindim, yemek yedim, güler gibi yaptım, eğlenir gibi, üzülür gibi, öfkelenir gibi, bazen işe gider gibi, kovulur gibi, yeni bir işe başlar gibi, kendine yeni bir hayat kurar gibi. Ama ağlayan kadına yaklaşmak, bir kere daha o kadar yaklaşmak, o mezara sığmayan kederi, o nehri, o müziği bir kez daha duymaktan başka hiçbir şey önemli değildi benim için. Bu hikayeyi anlattığım bir yazar dostum, ağlayan kadın halktır, toplumdur dedi. Tarih boyunca bütün toplumlar senin Ağlayan Kadın’ın gibi önce çocuklarını boğar sonra sonsuza kadar onların ardından bitip tükenmeyen ağıtlar yakarlar. Dünya üzerinde nefes aldıkları her saniye, ağıtlar yakarak kendi boğduğu çocuklarını aramaya mahkûm olurlar sonunda. Ve bilgiç bir edayla ekledi: Kahramanlar böyle doğar.
Sanki ağlayan kadın, beyazlı kadın, arayan kadın “La Llorona” yokmuş da sadece bir sembolden ibaretmiş gibi. Umurumda bile değil, ben arıyorum, onun beyaz elbisesini, gözlerinde çağlayan vahşi nehri, çocuklarının ölümüne ağlayan annenin derin kederini, cinnetini çaresizce arıyorum. Çünkü hisler vardır!
Dostlarım her şey bir şarkıyla başladı. Gerçekten öyle mi? Emin olamazsın, kimse emin olamaz.