Ali ve at, gelip kurtarır mı bizi darağacından?

Milli kimlik ve şahsiyetin edebî eserler vasıtasıyla oluşup, bir sonraki kuşaklara aktarıldığı göz ardı edilmeye devam ediyor.
Milli kimlik ve şahsiyetin edebî eserler vasıtasıyla oluşup, bir sonraki kuşaklara aktarıldığı göz ardı edilmeye devam ediyor.

Bunlar hep Amerika’nın oyunu değil. Oturup kendi kendimize birdüşünelim. Dün Hz. Ali’nin yiğitliğini müthiş bir üslupla okuyupöğrenen nesiller, bugün bu zevâtın kendilerine dayattığı kocakocaymış gibi görünen bomboş sözlere muhatap oluyor.

(…) Ataret’in dokuz yoldaşı, Kanber ve Alkame ile cenk eylediler. Akıbet Hazreti Ali Düldül’ü mahmuzlayıp Ataret’e: “Beni tanır mısın?” dedi. Ataret: “Yok tanımam” dedi.

Hazreti Ali: “Eğer tanımadınsa bil ve anla ki; Şah-ı Merdan, Şir-i Yezdan, sahib-i Zülfi kâr Ali benim ki âlemde namım söylenir, işitirsin. Gafi l olma işte geldim” deyip Ataret’i kuşağından kaptığı gibi yere vurdu. Düldül’den inip şahin gibi göğsüne çıkıp, merkep köprüsü gibi kâfi rin sakalından tutup çekti. Hançerini çıkardı ki boğazlaya…”

Bugüne kadar hamaset diye öteleyip küçümsediğimiz değerlerin ne denli önemli olduğunu, hamasetsizlikten kuruduğumuz şu çağda çok daha iyi anlıyoruz.

Diye devam ediyor Hazreti Ali’nin Hayber Kalesi fethindeki yiğitliğinin hikâyesi. Hz. Ali, Hz. Hamza, Seyyid Battal Gâzi, Satuk Buğra Han, Dede Korkut, Keloğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Nasreddin Hoca ve daha niceleri… Kimi yiğitliği, kimi vatan müdafaasını anlatıyordu; kimi fakir bir köylünün irfânını, kimi ilmin hikmeti ve âlimin sıcak yüzünü, kimi de zâlime başkaldırıp hakkını haksızda bırakmamayı...

Türk destan ve masallarında karşılaştığımız şey, bizatihi Türk insanının birçok cephesi ile ele alınarak anlatılıyor olması. Hazreti Ali ejderha ile kavga tutarken, hazreti Hamza cenk meydanında kâfi rlere kılıç çalıyor, Battal Gâzi Bizans gâvuruna karşı vatanını müdafaa ederken, Keloğlan padişahın etrafındaki dalkavukların ayak oyunlarıyla mücadele ediyor, Nasreddin Hoca aklı evvel bir komşusuna ayar verirken Köroğlu zâlim Bolu Beyi ile mücadele ediyordu. Son asra doğru yaklaştığımızda da Ömer Seyfeddin Sultan Süleyman’a Kızıl Elma’nın neresi olduğunu sordururken, Ahmet Hikmet Müftüoğlu memleket derdiyle en sonunda deliren Turhan’ın çilesini söylüyor, Tarık Buğra Osman Bey’in çocukluğunu anlatıyordu…

Bugüne kadar hamaset diye öteleyip küçümsediğimiz değerlerin ne denli önemli olduğunu, hamasetsizlikten kuruduğumuz şu çağda çok daha iyi anlıyoruz. Milli kimlik ve şahsiyetin edebî eserler vasıtasıyla oluşup, bir sonraki kuşaklara aktarıldığı göz ardı edilmeye devam ediyor. İlim, irfan, kahramanlık, şahsiyet gibi birçok değerin edebi eserlerde kendine yer bulamıyor olması, bu kavramların ne olduğunu unutmamıza sebep olmakla beraber; destan, masal, cenknâme, koçak- lama gibi türler ise yerini koftiden “tasavvuf soslu kişisel gelişim” kitaplarına bırakmasına sebep oldu.

Mevcut konjonktürde artık; “Derd Etme Dua Et, Elif Gibi Sevmek Vav gibi Eğilmek Nun gibi Kaykılmak, Aşkın Gözyaşı, Aşkın Reçetesi, Aşkın Bin Bir Hâli, Aşk Neden Can Yakar, Âşık da mı Olmayalım, İçiyorsak Sebebi Var, Allah De Ötesini Bırak” gibi, isminden içinin kofl uğu belli olan kitapları eleştirmek bile zûl geliyor. İşin acı yanı ise, Hz. Ali, Hz. Hamza ile başlayan, Ömer Seyfettin, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Tarık Buğra ile devam ede gelen bir sürecin nihayetinin, yukarıda ismi mecburiyetten zikredilen kitaplara kadar düşmüş olması.

Peki, Cenknâmelerle, Dede Korkut ile Müftüoğlu ile bu kitapları neden kıyas etmiş olalım ki?

Şöyle ki; bu kitapları, kendi devirlerinde hitap ettikleri kitleye göre değerlendirdiğimizde, kitapların aşağı yukarı aynı yaş grubuna seslendiğini görüyoruz. Dün, ilk gençlik çağındakiler cenknâmeler, battalnâmeler ve destanlarla gençliğe adımını atarken; bugün aynı yaş grubu bu cıvık, ne idüğü belirsiz, hiçbir sanat kıymeti, estetik kaygısı, irfâni alt yapısı ve öğretisi olmayan, çoğu kopyala yapıştır saçmalıkları okuyarak zihin bulanıklığı yaşıyor ve vahameti ileride çok daha net ortaya çıkacak bir travma geçiriyor.

  • Menajer sahibi ve sosyal medya hesabında konferans ve söyleşi davetleri için iletişim adresi olan, video kanallarında açtıkları kanallarla kendilerince tebliğ yaparken bin türlü cıvıklığı, “çayı açık, seni kapalı severim” gibi mide bulandırıcı sözleri Müslümancaymış gibi göstererek kirli zihinlerin ve cıvık bir genç tipinin oluşmasına sebebiyet veriyor.

Bu tiplerin kimi, Allah’ı psikolojik danışman olarak görürken, kimi de gençliğe sözde nizam verme misyonuyla hareket ediyor. Netice ise belli: Hiç! Bugünden bin yıl sonrasına söz söyleyemeyecek gündelik kaba sözlerinden oluşan çirkin kitaplar…

Dün Hz. Ali’nin yiğitliğini müthiş bir üslupla okuyup öğrenen nesiller, bugün bu zevâtın kendilerine dayattığı koca kocaymış gibi görünen bomboş sözlere muhatap oluyor.
Dün Hz. Ali’nin yiğitliğini müthiş bir üslupla okuyup öğrenen nesiller, bugün bu zevâtın kendilerine dayattığı koca kocaymış gibi görünen bomboş sözlere muhatap oluyor.

Bunlar hep Amerika’nın oyunu değil. Oturup kendi kendimize bir düşünelim. Evet, imkânlarımız genişledi, hâkim olduğumuz alan eskisine nazaran çok kuvvetli, dün hayâl bile edemeyeceğimiz şeyler bugün bize yetmez oldu ama bunları kazanırken ne kaybettik yahut neleri kaybediyoruz? Dün Hz. Ali’nin yiğitliğini müthiş bir üslupla okuyup öğrenen nesiller, bugün bu zevâtın kendilerine dayattığı koca kocaymış gibi görünen bomboş sözlere muhatap oluyor.

Dün Nasreddin Hoca’nın hikmetini, Keloğlan’ın irfanını, Köroğlu’nun mertliğini bilenler bugün kendilerine hikmet diye pazarlanan gayet çirkin kitap artıklarına sahip olarak kendilerine bir hayat düsturu oluşturuyorlar. Bunun ne denli acı sonuçlarının olacağını -eğer aynı ivme ile devam ederse- maalesef birkaç on yıl sonra göreceğiz ve Ali ve atın gelip bizi kurtaracağı umudunu tamamen hafızamızdan sileceğiz.

Ahlayıp vahlayıp, sorun tespiti yapmakla bu durumun çözülmesini beklemek de anlamsız. Millî bir eğitimin varlığından söz ediyorsak, neden okullarda belli bir program çerçevesinde bu bahsettiğimiz türler ders olarak okutulmasın? Hem de seçmeli değil, zorunlu ders olarak… Olur, hem de çok güzel olur. Olsun ki Ali ve at gelip bizi bu darağacından kurtarsın.