Ameli Hakk'a taşımak ve amelle Hakk'a yaklaşmak

İllüstrasyon: Cemile Ağaç
İllüstrasyon: Cemile Ağaç

Varlığı bilmek, belirli bir nesnenin var olduğunu yahut varoluş tarzını bilmek değil, varlığın kaynağı olan Allah’ı ve varlık feyzinin O’ndan nasıl geldiğini bilmektir. Dikkatle düşünüldüğünde görülecektir ki böylesi bir bilme çabasının birtarafında insanın kendisine ilişkin idraki, diğer tarafında Allah’a ilişkin idrak bulunur.

“Zühd ile çok istedik hiç müyesser olmadı

Terk idüben küllîsin gümânı yağmaya verdik”

Yunus Emre

İslam düşüncesi geleneğinde sûfîler ve işrakî filozofların, kelamcılardan ve meşşâî filozoflardan farklı olarak amelle yetkinleşmeyi savunduğu belirtilir. Amelle yetkinleşmek ise genel olarak riyazet kapsamına giren uygulamalar sayesinde metafizik idrake ulaşmak demektir. Bilhassa tasavvuf geleneği, “Hz. Peygamber’in (s) sünnetine ittiba ederek hakikat bilgisine ulaşma” iddiasındadır.

Pekâlâ, bu iddiadan tam olarak neyi anlayacağız? Bu soruya, tırnak içine alınan cümlenin unsurlarını tahlil ederek dört aşamalı bir cevap vermek mümkündür.

Birincisi: Burada hakikat bilgisinden kastedilen varlık hakkında kuşatıcı bir idrake ulaşmaktır. Metafizikçi düşünürler varlık kavramına dair idrakimizin bütün bilgilerimizin temeli ve dayanağı olduğunu ancak bütün mevcutların sahip olduğu varlık anlamları bir bütün olarak kavrandığında yetkin bir şekilde anlaşılabileceğini iddia edegelmiştir. Dolayısıyla varlığı bilmek, belirli bir nesnenin var olduğunu yahut var oluş tarzını bilmek değil, varlığın kaynağı olan Allah’ı ve varlık feyzinin O’ndan nasıl geldiğini bilmektir. Dikkatle düşünüldüğünde görülecektir ki böylesi bir bilme çabasının bir tarafında insanın kendisine ilişkin idraki, diğer tarafında Allah’a ilişkin idrak bulunur.

Varlığı bilmek, belirli bir nesnenin var olduğunu yahut var oluş tarzını bilmek değil, varlığın kaynağı olan Allah’ı ve varlık feyzinin O’ndan nasıl geldiğini bilmektir.

Bu iki idrak aslında aynı şeyin farklı açılardan ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü kişinin kendisine ilişkin bilgisi aynı zamanda Hakk’ın sıfatları ve fiillerine ilişkin bilgisi demektir. Tam da bu sebeple kendilik bilgisi Hak’la irtibatlı olarak kavrandığında fiziksel bir idrak olmaktan çıkabilmekte, mutlak varlık idrakine dönüşmekte ve Tanrı-âlem ilişkisinin ilkelerini içermektedir. İnsanın kendisine ilişkin idraki, Allah’a ilişkin bilgiye evrilmediği takdirde sadece Allah’ı bilmekten yoksun kalmaz aynı zamanda kendisini de hakiki anlamıyla bilme imkânını yitirir. Bu nedenle Kurân’da Allah’ı unutanların, kendilerini de unutacakları ifade edilmiştir (Haşr 59/19). Kuşkusuz kişinin Allah’a ilişkin idrakten yoksun kalışı, kendisine ilişkin idrakten de yoksun kalmasına yol açıyorsa Kurân’da dikkate alınan kendilik bilgisinin, kendisine mahsus ve başkalarıyla ortak özelliklerinin bir dökümüyle ulaşılabilir bir şey olmadığı düşünülebilir. Fakat dikkat edildiğinde görülür ki Allah’a ilişkin bilgiden yoksunluk bütün kelime dağarcığımızdaki metafizik anlamları siler. Nitekim bütün metafizikçi düşünürlere göre varlık, bilgi, imkân ve zorunluluk gibi ontolojinin temel kavramları (umur-ı âmmme) ancak metafiziğin ilâhî zâtı ve sıfatları inceleyen teoloji (ilâhiyât) bölümüyle hakiki vüsatını kazanır. Bu vüsat, kelimelere fiziğin ötesine geçen anlamlar kazandırdığı gibi dile tamamıyla fizik ötesini ifade eden kelimelerin bulunmasını mümkün kılar. Bu demektir ki insan ancak marifetullah sayesinde kendisinde bulunan ama bizzat kendisinden perdelenen yönlerini keşfedebilir ve konuştuğu dil, kendisini ifade edebilir hale gelir.

İkincisi: Hakikat bilgisine ulaştıracağı söylenen sünnete ittiba, oldukça anlaşılır görünür. Aslına bakılırsa demek istenen tam olarak şudur:

  • Hz. Peygamber (s) bize tebliğ ettiği dini nasıl yaşadıysa biz de o şekilde yaşadığımız takdirde ona verilen hikmete varis oluruz. Hz. Peygamber’e verilen hikmet ise hakikat bilgisi ile bu bilginin gereği olan davranışlar bütünüdür. Şayet hakikat bilgisine sünnete ittiba ile ulaşacaksak aslında o bilginin gereği olan davranışlardan bilginin kendisine ulaşacağız demektir.

Başka bir ifadeyle sonuçtan sebebe gideceğiz demektir. Fakat yöntem olarak riyazet, iki ilkeye dayanır. Birincisi, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bütün uygulamaların ilâhî mertebe tarafından tasdik edilmesi ve Allah’a yakınlaştırıcı bir özelliğe sahip olmasıdır. Mutasavvıfların ifadesiyle her bir amelin özel bir bereketi vardır ve bu bereket, belirli şekilde tanımlanmış olan o amele aittir. Mesela oruç özünde terk olan bir ibadettir. Kişi belirlenen süre içinde yeme, içme ve cinsel hazlardan uzak durarak bir yapma fiilini değil, terk fiilini gerçekleştirir. Bir kimse oruca niyetlenmeden de bunları yapabilir. Yeme, içme ve cinsel hazlardan uzak durmak için bırakın oruç tutmayı müslüman olmak bile gerekmez. Ama oruç olmaksızın yapılan terk eyleminin orucun verdiği sonucu vermeyeceği hususunda sûfîler icma etmişlerdir. Dolayısıyla sünnete ittiba, Hakk’ın tayin ettiği özel bir yönden kendisiyle uyumlu bir bilgiyi doğurur. Bu, bir tür amellerle yetkinleşme teorisidir. Anlamsız bir eylemle yetkinleşme olamayacağından sünnete ittiba, iki katmanlı bir yapıya sahiptir. Birincisi, amelin formudur. İkincisi ise amelin anlamıdır. Amelin formu, hareketler bütününe tekabül ederken amelin anlamı, o hareketler bütünüyle gerçekleştirilmesine vesile olan şeydir. Tam da bu iki katmanlılık, sünnete ittibayı zorlaştırır ve bizi başka bir sorunla yüz yüze getirir: Anlamını taşımayan davranış, ibadet sayılamaz lakin anlam, hakikatte ismini ve tanımını verecek şekilde fiilde bulunmadığı takdirde ibadetin ulaştıracağı sonuç da tam olarak elde edilemez. Bu durum, dinî hayatta bir tür tekellüfü, zorlamalı bir çabayı doğurur: Amelini anlamını bulabilmek için ameli artırmak.

Anlamını taşımayan davranış, ibadet sayılamaz lakin anlam, hakikatte ismini ve tanımını verecek şekilde fiilde bulunmadığı takdirde ibadetin ulaştıracağı sonuç da tam olarak elde edilemez.
Anlamını taşımayan davranış, ibadet sayılamaz lakin anlam, hakikatte ismini ve tanımını verecek şekilde fiilde bulunmadığı takdirde ibadetin ulaştıracağı sonuç da tam olarak elde edilemez.

Üçüncüsü: Ameli artırmanın, davranış formu ile anlam arasında uyumu sağlamaya vesile olacağı düşünülür. Çünkü amelin kişiyi Hakk’a yaklaştırması için kişinin amelini Hakk’a taşıması gerekir. Amelin Hakk’a taşınması ise niceliğin niteliğe yol vermesi anlamında kısmen nicelikle ilişkili olmakla birlikte esas itibariyle nitelikle ilgilidir. Bu bağlamda kişinin amelinde anlamı bulmasının Hakk’a teveccüh etmekten başka bir yolu yoktur. Yani amelde Allah dışındaki bütün maksatların elenmesi ve amelin yalnızca Allah’a yönelmek kastıyla yapılması gerekmektedir. Çok değişik seviyelerde ve değişik biçimlerde bu kastın tahakkuk ettiğini söylemek mümkündür. Bununla birlikte oldukça farklı bir maksatlar yelpazesini tek bir anlam birleştirir: Zikir. Allah’a yönelmek, Hakk’ın teşbih, tahmid ve tekbir gibi bütün mahlûkâtı kuşatan küllî formalarıyla, namaz, oruç, hac, zekat ve sadaka gibi insanlara mahsus cüzî formlarıyla tamamen zikirden ibaret görülebilir.

Zikrin özü, Hakk’ın kulun gönlünde anılmasıdır. Bütün küllî ve cüzî ibadetler gerçekte bir tür zikirdir ve aslına bakılırsa Hakk’a yöneliş ve zikir anlamını kaybettikçe ibadet olma vasfını yitirir.

Bu bağlamda zikir, Hakk’ı bildiğini ve bu bilginin gereğini yerine getireceğini yine Hakk’ın kendisine ikrar etmektir. Böylece tahlilin dördüncü aşamasına geliriz.

Hz. Peygamber (s) bize tebliğ ettiği dini nasıl yaşadıysa biz de o şekilde yaşadığımız takdirde ona verilen hikmete varis oluruz.
Hz. Peygamber (s) bize tebliğ ettiği dini nasıl yaşadıysa biz de o şekilde yaşadığımız takdirde ona verilen hikmete varis oluruz.

Dördüncüsü: Amelin kulu Hakk’a yaklaştırması için kulun Hakk’a takdim ettiği amelin zandan arındırılması gerekir. Bu öylesine kilit bir ilkedir ki tasavvuf tarihinde bütün kurala aykırı görünen veya oyun bozucu işlev gören tavırları –sahih bir sonuca ulaştırdıkları sabit olduğu takdirde- bu ilkeye dayandırmak mümkündür. Çünkü zandan arındırılmış amel, niceliksel olandan öteye geçip niteliksel ilkeye ulaştığı için karşısına konulabilecek niceliksel yığını önemsizleştirir. Ehl-i Sünnet mezheplerinde amelin imandan bir parça olmadığının kabul edilmesi, imandaki gücün ameldeki zaafı ve niceliksel azlığı telafi edebileceğine olan inancı da ifade eder. Nitekim yazının başındaki alıntı şiirde Yunus Emre zühdün maksuda ulaştıramamasını, zühdde içerilen gümana yani zanna bağlar. Zira Allah’a ilişkin hüsn-i zanda yetersizlik, amelde kendisini zan olarak gösterir. Zan ise bir yandan amelin kabul olmadığına yani Allah’a yaklaştırıp yaklaştırmadığına ilişkin vehimlere yol açar diğer yandan da kulun kendi amellerine güvenmesine yol açar.

  • Bu zan ve vehmin çözümü, Yunus’un da belirttiği gibi zühdü artırarak ibadetleri niceliksel olarak çoğaltmak değil, bizzat kulluğu zedeleyen unsuru terketmektir.

Şu halde “Hz. Peygamber’in (s) sünnetine ittiba ederek hakikat bilgisine ulaşma” iddiasının anlamı, kulun Allah’a yönelerek eylemesidir, eyleyerek yönelmesi değildir. Evet, eylemenin yönelmeye bir katkı sağladığı da söylenebilir. Fakat bu, amellerin çokluğunun niteliksel bir sonuç doğurması anlamında değil, amelleri yerine getirme alışkanlığının kulun Hakk’a yönelişte tembellikten sıyrılmasına imkân vermesi bakımındandır.

Dolayısıyla amel, ancak düşünce kendisine eşlik ettiğinde yöntemin bir parçasına dönüşür. Bu durumda düşünce amele anlamını, amel de düşünceye Hz. Peygamber’in (s) tanıklığıyla Allah’a yaklaşmayı sağlayan formu verir.