Ara Güler: Time'ın muhabiri olmak ne demek? Başbakan olmaktan daha mühim bir şey...

Bizler görsel tarihçi gibiyiz. Yaşıyoruz ve kayıt tutuyoruz. Foto muhabirleri böyle yani.
Bizler görsel tarihçi gibiyiz. Yaşıyoruz ve kayıt tutuyoruz. Foto muhabirleri böyle yani.

Bizler görsel tarihçi gibiyiz. Yaşıyoruz ve kayıt tutuyoruz. Foto muhabirleri böyle yani. Böyle olmalı. Mesela normal bir fotoğrafçının gördüğü şeyle ilgisi yoktur. Gördüğünü çeker, ama ben olay çekerim. Ben mesela yazarları çektiğim zaman bir “olay” çektiğimi bilirim.

İsmail Kılıçarslan’ın, 2018'in ekim ayında kaybettiğimiz fotoğraf duayeni Ara Güler’le Kılavuz dergisinin 2005 yılı Kasım sayısında yaptığı söyleşidir.

Ben şimdi size soru hazırlarken, soru hazırlamaya çabalarken daha doğrusu, bir şey gördüm. Neredeyse size sorulmayan hiçbir şey kalmamış. Bana sorulmayan bir şey var diyor musunuz? Bu enayiler, bu zamana kadar bana şunu sormadılar dediğiniz oldu mu mesela?

Valla ne sorduklarını düşündüm sonradan, hiç umurumda olmadı. Anladın mı yani? Benim işim var be. Onla uğraşamam. Ne sorarsa sorsun. Ne düşünürse düşünsün. Time’ın muhabiri olmak ne demek biliyor musun? Başbakan olmaktan daha mühim bir şey.

Bu “Ara’dan 77 yıl geçti” sergisiyle başlayalım isterseniz.

İşte 77 yaşımıza geldik, o herifler öyle bir şey yaptılar. Ben sevmem hiç, işte yılbaşı, “anniversary”, nasıl derler, yıldönümü falan. Benim şoförle Hasan yumurtladı bunları. Ben de gidip bakıyorum ki ne oluyor.

Genelde Ara Cafe’de mi geçiyor vaktiniz?

Genelde burada. Bazen Ayvalık’ta yazlıkta. Bir iki hafta. Genelde buralardayım. Eskiden hiç uğramazdım buralara. Yurtdışında olurdum. Dünyanın her yerine gittim.

Fotoğrafını çekmediğiniz şair kalmamış galiba. Cemal Süreya’dan Ece Ayhan’a. Kişisel dostluklarınız da var.

Tabii ya. Hepsi arkadaşım benim.

Kimi düşünürsen çektim. Hepsi var.
Kimi düşünürsen çektim. Hepsi var.

Ben olmasam edebiyatımız “yüzsüz” kalacaktı demişsiniz mesela.

Tabii. Kimi düşünürsen çektim. Hepsi var. Ama yeniler yok. Onları çekmedim.

Yurtdışında da çok sanatçı var fotoğrafını çektiğiniz. Hatta, diyorsunuz ki “Binlerce pe.evengin fotoğrafını çektim; bir Sartre’ı çekemedim, ona üzülüyorum.” Aslında birkaç girişiminiz olmuş; ama denk düşmemiş herhâlde.

Benim Paris’te bir laboratuvar vardı. Büyük bir yer. Sartre çok yakında oturuyor. Komşuyuz herifle. Görüyorum. Simon de Beauvoir’la oturuyor kafelerde. Ama ben öyle resim çeken adam değilim. Beni tanıyacak, edecek, dostum olacak bilmem ne de ancak öyle çekeceğim ben onu. Öyle şip-şak çekersen bi b.ka benzemez.

Yani arada mutlaka bir yakınlık mı olacak?

Tabii. Yoksa ne olacak? Ben onu arıyorum. Resim çeken adam çok.

Yani Sartre ile bu yakınlaşma olmadığı için çekemediniz onu.

Bi i.ne vardı. Sekreteri Sartre’ın. Herife Türkiye mürkiye deyince, şey oldu. Mühimsemedi pe.evenk. Ben de çekmedim. Ne oldu çekmeyince? Bir şey olduğu yok. Hani çektin de ne oldu? 5 kuruş kazanmış değilim bu işten.

Ama Ara Güler oldunuz.

Zaten olacaktık. Onları çektik diye mi olduk?

Ama onları çektiniz ve mesela hayranlarınız oldu en basitinden.

Hayranlık satın aldım. (Fotoğraflarını çekmeye çalışan arkadaşımız Gökhan’a dönüyor.) Yemek yerken çekme! İsmet Paşa, müthiş kızmıştı bana. Yemek yiyordu, ben de fotoğraflarını çekiyordum.

Meslek yaşamınızın ilk yıllarıydı belki de.

Gençtim tabii.

Mesela o yıllarda moda fotoğraflarınız da var herhâlde.

Var. Çok eskiden. Hayat dergisindeyken. Ben Hayat’a girerken Hilmi Şahenk vardı. O patronla kavga etti. Beni aldılar. Derginin tek foto muhabiriydim. Her şeyi çekiyordum. Ben ilk muhabirliğe sporla başladım. Futbol maçı çekiyordum. Gazeteciliğin her branşında çalıştım.

Ben Bertrand Russell’i çektiğim zaman, Bertrand Russell’ın bütün kitaplarını okumuştum. Yani bir adamı tanırsam çekerim onu. Başka türlüsü olmaz zaten. Tercüme kitap gibi olur. Sevmen lazım.

Hep gazeteci ya da foto muhabiri olarak tanımlıyorsunuz kendinizi. Hiç fotoğraf sanatçısı demiyorsunuz.

Değilim de ondan. Sanatçı olsam, i.ne olacaktım çünkü. “Sanatçı” demek nedir? İ.ne.

Ama mesela dijital fotoğraflarla ya da fotoğrafın üzerinde uygulanan dijital tekniklerle sergiler düzenleniyor, işte “fotoğraf sanatçısıyız” diyorlar kendilerine böyle şeyler yapanlar. Şunu merak ediyorum. Bu fikre toptan karşı mısınız; yoksa “Ben fotoğraf sanatçısı değilim; ama olanlar var.” mı diyorsunuz?

Onlar sanatçı olsunlar. Ben foto muhabiriyim, gazeteciyim. Pazar günleri böcek resmi çekmiyorum.

Böcek resmi deyince, bir yerde diyorsunuz ki, “Bir adam, çobanı görüyor, iniyor arabasından, deklanşöre basıyor, sonra yoluna devam ediyor. Fotoğraf bu değil, böyle çekilmemeli.” diyorsunuz. Benim fotoğrafını çektiğim adamla dost olmam, oturup kalkmam lazım diyorsunuz.

Tanımam lazım. Ben Bertrand Russell’i çektiğim zaman, Bertrand Russell’ın bütün kitaplarını okumuştum. Yani bir adamı tanırsam çekerim onu. Başka türlüsü olmaz zaten. Tercüme kitap gibi olur. Sevmen lazım.

Öyle bakmayan da var. Böcek çeşitlemesi yapıp sergi açıyor. Ona ne diyeceğiz?

Yapsın. Yapanın bizimle bir ilgisi yok anladın mı? Jurnalist değil adam. Foto muhabiri değil. Bir çeşit fotoğrafçı. Cem Boyner’in sergisini gördün mü? Harika. Nerden nereye değil mi? Herif Afrika’ya gidiyor, bilmem ne. Görmüş, çekmiş. Burada iki tane objeyi koyuyor millet, gölge veriyor, uzatıyor. Güdük şeyleri sanat yapmaya uğraşıyor. Bu kadar ucuz mu bu? Beethoven’e de hakarettir, Mozart’a da hakarettir, bilmem kime de hakarettir. Böyle enayi şeyleri sanat diye sunarsan oldu mu?

Sanat insanı bir yerden alır, bir yere götürür. Onu eğitir. Bunlar ne? Bienalde bir sürü i.ne. Bilmem ne! Duvardan kitap asmış. Sanat! Ulan ben her gece rüyamda öyle şeyler görüyorum pe.evenk. Bunu “creative” zannediyorlar. Siz de sanatçıysanız, artık dünyanın sonu geldi. Arada güzel şeyler var. Ama az.

Hakikatte ne varsa onu çekiyorum.
Hakikatte ne varsa onu çekiyorum.

Siz ışık da kullanmıyorsunuz değil mi fotoğraflarınızda?

Hakikatte ne varsa onu çekiyorum. Ben hiç ışık kullanmadım hayatımda. Kullanmam. Moda falan çekerken kullandım tabii. Ticari fotoğraflarda. O ayrı.

Gökhan: Ama şimdi ben portrenizi çekeceğim, ışık yeterli değil burada.

Dışarı götür beni orda çek mesela. Anladın mı? Beni ışığa götür.

(Gökhan, küçük ışığını gösteriyor. Beyaz ışık. Genel aydınlatma için.) Bakın bende küçük bir ışık var. Ben bununla çekiyorum.

Adamı Frankeştayn yapar bu.

Sanırım siz, baskı tekniğinin izin verdiğinin ötesinde bir şey de yapmadınız hiç. Mesela “digi-art” falan tekniklerini hiç kullanmadınız sanırım.

Ben fotoğrafımı kesmem bile yahu. Nasıl düşündümse, nasıl “frame” yaptımsa öyle. Kesmem. Kadrajlamam.

Son derece doğal bir anlayışınız var.

Ben çünkü Magnumcuyum. Magnum dünyanın en büyük ajansı. Ben de üyelerden biriyim. 35 kişiyiz. Biz, suni hiçbir şey kullanmayız. Yalan konuşmayan fotoğrafın peşindeyiz. Lambayı, ışığı koyarak oranın ortamını değiştirmiyoruz. Mesela arkadaş (Gökhan’ı kastediyor) 3200 ASA ile rahat rahat çeker burada; ama ayarını bilmiyor belki makinenin.

Bizler görsel tarihçi gibiyiz. Yaşıyoruz ve kayıt tutuyoruz.
Bizler görsel tarihçi gibiyiz. Yaşıyoruz ve kayıt tutuyoruz.

Sizin tarzınız, daha çok bakmakla ilgili bir tarz gibi gelir bana hep. Mesela teknik bir mesele değil sizde. Ama artık sadece tekniğe indirgeniyor sanki fotoğraf. Hani, istenildiği kadar oynanabilen bir şey oldu. Siz sadece “Bakmak ve görmek istiyorum. Bunu da sabitlemek istiyorum.” diyorsunuz.

Doğru. Bizler görsel tarihçi gibiyiz. Yaşıyoruz ve kayıt tutuyoruz. Foto muhabirleri böyle yani. Böyle olmalı. Mesela normal bir fotoğrafçının gördüğü şeyle ilgisi yoktur. Gördüğünü çeker, ama ben olay çekerim. Ben mesela yazarları çektiğim zaman bir “olay” çektiğimi bilirim.

Biraz magazin yapıp sizden sonra kim var diye sorsam, yerinize aday biri.

Şimdi isimleri gelmez aklıma, ama var tabii…

Mesela İzzet Kehribar’ı sorsam.

Çok severim herifi, ama bir eksik buluyorum onda. Bir şey var yani. Bir eksik taraf. Genç çocuklar var sonra, ama onlarda da istikrar yok. Adam bir şey çekiyor, bayılıyorsun. Ertesi gün bomb.k bir şey çekiyor. “Ulan bu olabilir mi?” diye şaşkınlığa düşüyorsun.

Hiç öğrenciniz var mı?

Çok asistanım oldu. Bazılarıyla beraber gittim yurtdışına filan.

Hâlâ bir şeyler çekiyor musunuz?

Tabii. Çekiyorum. Hiçbir b.k çekemesem ıstırap çekiyorum.

Ama galiba epeydir İstanbul’u çekmiyorsunuz.

Neresini çekeceksin? Bitti İstanbul. Benim sevdiğim şehir bu değil ki. Şimdi İstanbul diye bir şey var; ama bildiğim İstanbul değil.

“Hergele İstanbul” diyorsunuz bir yerde.

Tabii. B.k İstanbul hatta. Sıfırlanmış İstanbul. Adamlar değişince, eğitim değişince böyle oldu.

Yeniden o altmışların yetmişlerin ortamına dönelim o zaman. Sevdiğiniz İstanbul’a. Çektiğiniz fotoğraflara… Ben şunu merak ediyorum: Edebiyatımızın yüzlerini çekmek sizin fikriniz miydi? Hani “ben olmasam edebiyatımız yüzsüz kalacak” diyerek.

Ercüment Ekrem Talu’sundan tut Ahmet Muhip Dranas’a kadar, Edip Cansever’e, Cemal’e kadar çektim burada.
Ercüment Ekrem Talu’sundan tut Ahmet Muhip Dranas’a kadar, Edip Cansever’e, Cemal’e kadar çektim burada.

Yok yahu. Onu ben sonradan uydurdum. Sergide. Zaten gece gündüz fotoğraflarını çekiyordum. Asıl kafama dank eden başka bir şey oldu. Dünyanın her yerine gidiyorum. Buralarda mühim adamlar var. “Onları da çekmeliyim.” diye düşünürdüm. Nedir ulan gideceğim, yok Adnan Menderes uçaktan inerken, yok İsmet Paşa bilmem ne yaparken… “İşim mi yok” dedim. Kim bu adamlar politikacı değil mi? Demek ki b.klar.

“Dünyada çekilecek bir sürü mühim adam varken, bunları çekmem.” dedim, anladın mı? Bu bir tercih oldu benim içim. Ercüment Ekrem Talu’sundan tut Ahmet Muhip Dranas’a kadar, Edip Cansever’e, Cemal’e kadar çektim burada. Sonra yurtdışında da kimleri kimleri çektim. Bak Falih Rıfkı Atay, Cevdet Refi Ulunay falan vardı. Onları bile çektim. Demek ben çok eskiyim ya.

Picasso’yu ikna etme hikâyeniz var. Anlatıyorsunuz.

Okudun mu?

Okudum evet.

Bir sürü numara çektim. Kaç sene kovaladım i.neyi biliyor musun?

Picasso “Niye resimlerimi çekmek istiyorsun?” dediğinde “Çünkü çok ünlüsün.” demişsiniz. Sonra da dostluk gelişmiş arada.

Tabii ya. Herif bana resim verdi. Türkiye’de tek orijinal resmi bende.

Gökhan: Breton’u çektiniz mi?

Andre Breton benim arkadaşımdı ya! Marc Reboud var sonra. Arkadaşım o adamlar. Şimdi burada, herifler bi b.k değiller, numara çekiyorlar.

Sanki biraz kızgınsınız.

Yok değilim. Ben gene doğsam gene fotoğrafçı olurum. Niye kızayım. Benim mesela eğitimim sinema. Oradan da gelen bir avantajım var. Ama şimdi almışlar herifi Hürriyet’e, hiçbir şey bildiği yok. Hiçbir özelliği yok. Herif, kimin resmini çektiğini bilmiyor. Maaş alsın diye fotoğrafçı yapmışlar. Bunları atacaksın.

Memnunum tabii de, bu millet unutur be çocuk. Beni de unuturlar.

Gökhan: Hani bir laf var. “Fotoğraf gerçeklikse sinema saniyede 24 kare gerçekliktir.”

Kim diyor bunu? Jean Luc Godard. Godard’ı da tanırım. O da palavranın tekidir. Aynı sokaklarda dolaşırdık onunla Paris’te. Sonra Truffaut. Bunlar “yeni dalga”yı çıkardılar. Ben Paris’te idim. Bunuel vardı. Ondan ilham alırdı hepsi. Ramoris vardı. Moulin Rouge’u yapan herif.

Bunuel’i çektiniz mi?

Nasılsa çekerim diye ağırdan aldım. Çekemedim. Enayilikten. Mühim herifti.

Gökhan: Peki kıyaslarsanız sinema ile fotoğrafı, ne dersiniz?

Ayrı şeydir. Sonra bak ne diyeceğim. O i.neler kadar ben de sinemacıyım. Ama onlar kapital buldular, sinema yaptılar. Ben yapmadım. Burada kime gideceksin de para isteyeceksin.

Ama şimdi isteseniz bulursunuz sinema yapacak parayı.

Bulamam.

Benim mesela eğitimim sinema. Oradan da gelen bir avantajım var.
Benim mesela eğitimim sinema. Oradan da gelen bir avantajım var.

Niye? Mesela Kültür Bakanlığı bununla ilgilenebilir.

Ha. Bir dakika. Bir kere hükümetle işin olmayacak. Devletle, bürokrasiyle. Benim devletle işim olduğunda elimi yıkıyorum ki mikrop kalmasın.

Sinemadan bahşetmişken... Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk filminde oynamıştınız. Yeri dinleyen bir su görevlisi olarak.

Yeşim Ustaoğlu benim belamdır. Arkadaşımdır. Geldi, “Abi şu rolü oynasana.” Şimdi o film olduğu gibi Kürt propagandası. Tabutu alıyor da, götürüyor da bilmem ne. Bilsem oynamazdım. Bir de baktım, afişte ilk isim benim. Ulan hepsi hepsi bir buçuk dakika oynuyorum be. Benim forsumdan yararlanmak istiyor. İyi yönetmendir Yeşim. Ama işte Türkiye’de olunca bir şey olacağı yok. Bir İngiliz film yapar, senden mühim olur. Bir b.k olduğundan değil ha.

Gene de keşke sinema yapsaydınız demek geçiyor içimden. Çok merak ederdim doğrusu.

Zor olurdu. Zor olur. Engeller var. Çok para lazım iyi film yapmak için.

Hakkınızda kitaplar yazıldı, belgeseller yapıldı. Çok seviliyorsunuz. Memnun musunuz bu ilgiden?

Memnunum tabii de, bu millet unutur be çocuk. Beni unuturlar; ama o tabutuna bayrak sarılan çocuğu unutmaz. Hani var ya. Esrarkeşi bayrağa sardılar, büyük kahraman diye. Hassi..ir! Bunları unutmaz işte. Yahya Kemal’i unuturlar. Türk milleti kendi tradisyonuna bağlı değildir. Sevmez kendini. Sen bakma bu milliyetçilere. Türk milleti kendi babasını unutur. Kendi geleneğini unutur. Esrardan ölmüş pe.evengi bayrağa sarar. Ona Türk bayrağı sarılır da; Adnan Saygun ölürken neden Türk bayrağına sarılmadı? Adnan Saygun kim bu kim? Molozun teki. Yaşamasıyla yaşamaması arasında ne fark var? Rating kazanacak televizyon i.neleri. En adi adamlar da onlardır.