Bir yönetmen olarak en büyük korkum kendimi tekrar etmek

Kapan’ın yönetmeni Seyid Çolak’ı uzun yıllardır kısa filmleri, gazeteciliği ve televizyon programlarıyla tanıyoruz.
Kapan’ın yönetmeni Seyid Çolak’ı uzun yıllardır kısa filmleri, gazeteciliği ve televizyon programlarıyla tanıyoruz.

Bir filmi izlerken konuyu anlamanız için yönetmenin size bazı doneler vermesi gerekiyor ki siz zihninizde tamamlayabilesiniz o filmi. Ben de aslında izleyiciye bir şeyler veriyorum, ama bütün olarak değil. Benim kırmaya çalıştığım şey, “Film başlar, devam eder, ortası gelir ve sonu bellidir.” düşüncesi. Mesela bir insan ölüyor filmde, yani kaybolup gidiyor, biz onun çok önemli bir olay olduğunu söylüyoruz seyirciye. Sanki bunu anlatacakmışız gibi bir his uyandırıyoruz, ama küvet sahnesinden sonra diyoruz ki, bu olay burada bitti, tıpkı hayat gibi...

Söyleşi: Çamran Azizoğlu - Emine Yüksel Türkmen

Son dönemin adından en çok söz ettiren filmlerinden biri Kapan. Son olarak Malatya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ve en iyi film müziği ödüllerini aldı. Kapan’ın yönetmeni Seyid Çolak’ı uzun yıllardır kısa filmleri, gazeteciliği ve televizyon programlarıyla tanıyoruz. Bundan sonra ise sineması ile anacağız gibi görünüyor. 2019’un en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen Kapan’ı, yönetmeni Seyid Çolak ile konuştuk... Filme dair merak ettiğimiz çok şey vardı. “Cinsçe” sorduk, aynı şekilde yanıt aldık…

Öncelikle, sinema serüveninizin nasıl başladığından kısaca bahsedebilir misiniz?

Sinema serüvenim aslında seyrederek başladı, yani sinemayı sevmemle başladı. Ben film izlemeyi, sinemayı takip etmeyi çok seviyordum.

Lise zamanlarımda arkadaşlarımızla sinemaya gidiyorduk. Yavaş yavaş bir farklılık oluşmaya başladı, sinemaya farklı gözle bakmaya başlamıştık o zamanlar. Daha farklı filmler görmeye başlamıştık sinema salonlarına gittiğimizde. Lise bittikten sonra hemen sinema yapayım diye bir düşüncem yoktu. Film seyretmeyi ve sinemayı çok seviyordum ama film yapayım derdim henüz o zamanlar hiç olgunlaşmamıştı. Farklı filmler seyrettikçe bir süre sonra “ben de yapabilir miyim” sorusu beliriyor zihninizde, çünkü size cazip gelen bir şey oluşuyor... Ben hikâye de yazıyordum, resim de çiziyordum ama iyi yapamıyorum, hâliyle onlar benim için yeterli olmuyordu. O yüzden sinema bana daha cazip geldi. Ben bu alanda hem kendi eğitimimi alayım, hem de bu işi yapayım diye kafama koydum. Önce Beykent Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümüne yazıldım. Daha sonra ilk senemizde arkadaşlarımızla birlikte bir ekip oluşturduk. Kısa filmler çekmeye başladım. İlk iki kısa filmimde dişe dokunur bir iş çıkmadı.

Daha önce fotoğraf da çektim, hikâye de yazdım, resim de çizdim kendimce… ama hiçbir sanat dalından sinemadan aldığım tadı, sinemada aldığım lezzeti alamadım.

Nihayetinde ilk defa elinize kamera alıyorsunuz ve ne yapacağınızı tam bilmiyorsunuz, hâliyle bunlar da kötü işler oluyor. Bende mükemmeliyetçilik hastalığı hiçbir zaman yoktu, hiç de olsun istemiyorum. O olmadığı için bir şeyleri yapabildiğimi düşünüyorum; çünkü mükemmeliyetçilik hastalığım olsaydı eminim ki o işleri yapamazdım. 2010 yılında ilk kısa filmimi çektim böyle daha dişe dokunur, festivallere gönderebileceğimiz bir iş. Çünkü hocalarımız bu, diğerlerine nazaran biraz daha iyi oldu dediler. Biz de festivallere göndermeye başladık. Festivallerden ödül alınca diğer kısa filmimizi çektik ondan aldığımız cesaretle. Ondan sonra Kara Kar’ı çektim. Kara Kar da epey bir festival dolaştı. Festivalleri dolaşmaya başladıkça artık iyice sinemacı olma, uzun metrajı çekme hayalleri depreşiyor. Büyük yönetmenlerle tanışıyorsun, onların izinden gitme isteği doğuyor. Ondan sonra Soğuk ve Serender’ i çektim. Onlar da başarılı olunca artık uzun metraj çekme vaktimiz geldiğini düşündük. Güven Adıgüzel ile birlikte 2017’de ilk uzun metraj senaryomuzu yazdık. 2019’da da uzun metrajımızın festival sürecini ve bu sürecin mutluluğunu yaşıyoruz…

Kısa film,uzun metrajı besliyor

Türkiye’de kısa film, uzun metraja geçiş olarak görülüyor. Sizin kısa filmden uzun metraja geçişiniz nasıl oldu, hem de bu yaygın kanı hakkında düşünceniz nedir?

Bizde maalesef kısa film henüz sektörleşemedi yani bir kısa film daha çok uzun metraja geçiş aşaması olarak kullanılıyor. Aslında biz de o şekilde kullandık nihayetinde. Ama ben bir uzun metraj çekmeden önce mutlaka yönetmenlerin kısa film çekmesi veya bir belgesel, kamera ile iştigal etmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir insanın en başta uzun metraj çekmesi gerçekten çok imkânsız bir şey. Kısa film, uzun metrajı besleyen bir etken olabilir. Sinema meraklısı olanlarda evet uzun metraj çekme hayali hep var, aslında en başından beri uzun metraj çekme hayali var, ancak uzun metraj çekmek gerçekten kolay bir iş değil. Daha sınırlı imkânlarla daha güzel iş yapabileceğin alan neresi? Mesela belgesel veya deneysel bir iş yapmak veya kısa film çekmek. Siz de hâliyle kısa film çekiyorsunuz. Ondan sonra da uzun metraja geçiş yapıyorsunuz. Ama uzun metraja geçtikten sonra genelde bizim yönetmenlerimiz de dünyadaki yönetmenlerin çoğunluğu da bir daha kısa metraja geri dönmüyor. Ama benim bir hayalim var, uzun metrajımı çektikten sonra bir daha kısa film çekmek istiyorum.

Filmin çıkış hikâyesi şöyle aslında, bir coğrafya dergisi bir sayısını neredeyse yalnızca bir adaya ayırmıştı. O adanın Türkiye’de olduğunu ilk defa öğreniyordum.
Filmin çıkış hikâyesi şöyle aslında, bir coğrafya dergisi bir sayısını neredeyse yalnızca bir adaya ayırmıştı. O adanın Türkiye’de olduğunu ilk defa öğreniyordum.

Çünkü burada bir şeylerin değişmesi lazım artık. Yani kısa film sadece öğrenci işi olsun, öyle kalsın istemiyorum. Profesyonellerin de bu işe girmesi ve aslında kısa film sektörünün bu şekilde profesyonelleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani biraz daha profesyonel gözün olması gerektiğini düşünüyorum kısa film alanında. Çünkü sizin de dediğiniz gibi kısa film çekmek hep öğrenci işleri gibi algılanıyor bizde maalesef. İnşallah bu kalıbı kırabiliriz. Bence burada olaya şöyle bakılıyor, kısa film çekenler filmi kendi kendilerine zaten çekebiliyorlar. Kimse bunlara para vermiyor, bir yapımcı girmiyor işin içine... Ama mesela kısa filmcilerin en büyük sıkıntılarından birisi yapımcı bulamama sıkıntısı. Bir tek devlet desteği aldığı zaman kısa film hayalinin hayata geçirebiliyor insanlar. Onun haricinde bir sponsorluk falan çok zor, imkânsız gibi bir şey. Belki de bu sorunun çözülebilmesi için çeşitli faaliyetler yürütülmesi gerekiyor. Kısa filmcilere para getirebilecek platformlar kurulabilir ve buradan bu işin meraklıları özel olarak desteklenebilir. Ben kendi çektiğim sıkıntıları bildiğim için nasıl böyle bir şey yapabiliriz diye düşünüyorum açıkçası. Kısa film alanı inşallah bizde de sektörleşir, böyle Avrupa’da olduğu gibi bir kısa film yüz bin liraya, iki yüz bin liraya çok kaliteli, gerçekten yönetmenin kendisini gösterebileceği şekilde çekilebilir. Çok zor mu, hayır çok zor değil ama yolun başındayız… Öyle diyebilirim.

Sinema olmazsa olmazım. Sinema bir virüs gibi, bulaştığı zaman bünyeden çıkmıyor; çıkarmak istediğinizde bu sefer bünyeye daha çok dağılıyor.

Hiçbir sanat dalından sinemadan aldığım tadı, lezzeti alamadım

Film çekmek, sinema sizin için ne ifade ediyor? Sinema olmazsa olmazınız mı?

Sinema olmazsa olmazım. Sinema bir virüs gibi, bulaştığı zaman bünyeden çıkmıyor; çıkarmak istediğinizde bu sefer bünyeye daha çok dağılıyor. Onunla bir bütünleşme oluyor gerçekten çok seviyorsanız. Ödül törenini seyrettiniz mi bilmiyorum, oradaki heyecanımdan az çok anlarsınız, inanılmaz heyecanlanıyorum sinemaya dair bir şey olduğunda, çok iyi bir film çıktığında, ödül törenine gittiğimde, yönetmenle karşılaştığımda. Bu heyecan kolay kolay sizden gitmiyor ve gitmesini de istemiyorum aslında. Çok mutluyum gerçekten, hem mesleğim olarak görüyorum hem de kendimi ifade edebileceğim en iyi sanat dalı olarak görüyorum ben sinemayı. Dediğim gibi daha önce fotoğraf da çektim, hikâye de yazdım, resim de çizdim kendimce… ama hiçbir sanat dalından sinemadan aldığım tadı, sinemada aldığım lezzeti alamadım. Sinema bende çok farklı bir yerde ve hiçbir zaman da bırakmak istemiyorum, hayatım boyunca hep bu işi yapmak istiyorum.

Kapan’ın hikâyesinin çıkış noktasından biraz bahsedebilir misiniz?

Filmin çıkış hikâyesi şöyle aslında, bir coğrafya dergisi bir sayısını neredeyse yalnızca bir adaya ayırmıştı. O adanın Türkiye’de olduğunu ilk defa öğreniyordum. Ada o kadar güzel anlatılmıştı ki bana orası çok fantastik gelmişti. Daha sonra Musa Ak diye yönetmen bir arkadaşım var, o da o adanın belgeselini yapmıştı, belgeselini seyrettim. Sonra o adaya daha bir ilgili oldum hâliyle. O süreçte de ben bir yandan da uzun metraj hikâyeleri yazıp yazıp atıyorum. Bir türlü beğenmiyorum, çünkü uzun metraja geçtiğimde gerçekten orijinal bir hikâye bulma derdim vardı. Böyle klasik anlatıyla, klasik bir hikâyeyle, ilk akla gelen bir şey yapmak istemiyordum. Bu noktada o ada bana o kadar cazip geldi ki, bir ada, bir mahrumiyet bölgesi...

  • Buradaki insanların durumu, oraya bir varlığın gelmesi ile değişebilecek unsurlar bana o kadar ilgi çekici geldi ki hemen oturdum ve hikâyeyi yazdım. Ondan sonra Güven Adıgüzel’e gönderdim. O da “Evet, ben çok sevdim, bunu senaryolaştırabiliriz.” dedi. Ardından da zaten hemen senaryoya başladık.

Güven Adıgüzel bir şair. Peki, bir şair ile senaryo çalışmak nasıl oldu, filme neler kattı?

Güven sadece şair olsaydı bence sıkıntılar yaşayabilirdik, ama onun ayrıca yazarlığı da var. Sinema alanında çok iyi yazılar yazıyor, sinemayı, yönetmenleri takip ediyor. Yani sinema bilgisi çok iyi bir şair olduğu için aslında biz anlaşabildik. Onun, nihayetinde yazan bir insan olduğu için hikâye ve diyalog kurma gücü yüksek; ayrıca çok gezen, gözlem de yapan bir insan. Bu anlamda birleştiğimiz unsurlar çok fazlaydı, bakış açımız birçok olaya karşı aynıydı, hikâyeye bakış açımız, karakterlere bakış açımız hemen hemen aynıydı. Artı olarak bir sürü şey kattı senaryoya, hem o edebî dilini kullandı, “edebî dilini kullandı” derken senaryo buna kapalı bir şey, ama gerektiği ölçüde bunu kullandı. Sanatçı dediğimiz kişi, örneğin şiir yazan insan, dünyaya çok farklı bir gözle bakabiliyor. Onun da sinema ile iştigal edip bir filmin içerisine girmesi, ortaya çıkan sonuçla birlikte, iyi bir sanatçı olduğu gerçeğini doğruluyor. O anlamda Güven Adıgüzel filme bayağı katkı sağladı. Güven Adıgüzel’in hem benim dünyamda hem de Kapan’da çok önemli bir yeri var. Onun için Güven Adıgüzel ile bundan sonraki projelerde de birlikte çalışacağız. Hem bir dostuz, hem bir arkadaşız, hem de bir iş, bir yol arkadaşıyız Güven ile… O anlamda ömrüm yettiğince ya da çok önemli bir olay yaşamadığımız sürece devam etmeyi düşünüyorum onunla. O kendisine ayrıca bir yol da çizebilir sinema anlamında, kendi de yönetmenlik yapmak isteyebilir vesaire, ben de ona destek olabilirim… Bakalım şu anda iyi gidiyoruz.

Kapan’ın hazırlık sürecinden konuşsak biraz da…

Şöyle; nihayetinde senaryonuz bitiyor ve hayata geçmesi gerekiyor. Bir bütçe çıkarıyorsunuz ortaya, Türkiye’deki bütçe toplayabileceğiniz imkânlar çok kısıtlı, bir Kültür Bakanlığı’ndan destek alabiliyorsunuz. Onun haricinde sponsor bulamıyorsunuz. Çünkü uzun metraj ilk kez çekeceksiniz ve kimse size güvenip de para vermiyor. Biz çok umutlu başlamıştık, kısa filmlerimiz bir sürü ödül aldı, bayağı festival dolaştık, epey çevremiz de var diyerek bakıyorduk olaya, sponsorlar bulabiliriz diye ama hiç de öyle olmuyor… Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden destek aldık. Ama gerçekten yetmiyor. Proje gerçekten para yiyecek bir proje. Daha sonradan TRT ile bir anlaşma yaptık, ortak yapım anlaşması oldu. O bütçe ile birlikte sahaya çıktık. Ekip kurma, oyuncuları seçme, mekân araştırma aşaması oldu.

Mekân, bize senaryoda değişiklikler yaptırdı

Kapan’ın çekildiği mekânlar nasıl etkiledi senaryoyu ve süreci?

Şöyle ki tarihler belirlendikten sonra 3 kere set tarihini değiştirmek zorunda kaldık. Çünkü bizim hikâyemiz karlı havada geçiyordu. Bir türlü kar yağmadı, gölün buz tutması gerekiyor bir türlü buz tutmuyor. Mevsim de geçiyor, gelecek seneye sarksın da istemiyordum. O sene bitirmek istiyordum. Sonra dedik ki buzlu sahneleri buz tutan bir gölde çekelim. Biraz araştırdık, aradık, taradık. Çıldır Gölü’nün buz tuttuğunu öğrendik, ama gölün bir haftasının kaldığını, hemen gitmemiz gerektiğini yağmur yağarsa o gölün de eriyeceğini söylüyorlardı. Bir daha buzlu göl bulamayacaktık ya Kuzey Avrupa’ya gidecektik ya da hızlı bir şekilde Çıldır’da çekim yapacaktık. Yürütücü yapımcımızla birlikte gittik bir mekân araştırması yaptık. Tekrardan set tarihini erkene alma durumu oldu, hemen erkene aldık, oyuncuları çağırdık sağ olsunlar herkes geldi, filmimizin buzlu sahnelerini çektik ondan bir hafta sonra da Isparta’ya geçtik, Isparta’da da adalı sahnelerimizi hâllettik.

Çekim mekânlarına ilk baştan beri hep ben gittim. Mekân bize ayrıca bir anlam katabilecek bir unsur. Orası bir adaydı nihayetinde ve adadaki yaşam da senaryoda değişiklikler yaptırabilirdi ki yaptırdı da. Gittik oradaki insanlarla görüştük, nasıl bir hayat olduğunu gözlemledik. Senaryoda bir kaç değişiklikler yaptık mesela kurdu biz direkt “kurt” olarak yazdık, ama onların kurda “canavar” dediğini öğrendik, biz de “canavar” olarak değiştirdik. Bize güzel getirileri oldu. Ekstra gittim oradaki insanlarla tanıştım, görüştüm. İnsanların size güvenmesi lazım, burada film çekilecek ama ne kadar ekip gelecek, bunlar güvenilir insanlar mı çünkü kırk-elli kişi gidiyorsunuz. Orada giden tekdüze hayatı etkilemiş oluyorsunuz. Ada insanı biraz daha farklı, dışarıdan insan almaları, dışarı açılmaları zor mu diye düşünüyordum ben hep, ama yok, bizi çok iyi karşıladılar, çok destek oldular sağ olsunlar.

Bölgesel kast seçiminin yararı veya zararı oldu mu?

Figürasyon anlamında hep adada yaşayan veya o çevrede yaşayan insanları kullandık ama baş karakterlerimiz profesyonel oyuncuydu. Bir tanesi oyuncu değildi o da benim kısa filmimde oynamış bir abiydi, Yüksel Akça. Kendisi ne yapabilir neyi yapamaz biliyordum, yaptığı işin de altından kalktı, adalı olarak sırıtmadı Yüksel Akça, diğerleri de sırıtmadı, şöyle sırıtmadı bir bütünlük sağladılar. Bir sıkıntı yaşamadık. Kapan’da ben aslında oradaki yerel kültüre ait bir şey anlatıyordum ben, dışarıdan yabancı bir oyuncu ile yerel bir hikâyeyi anlatamazdım. Ama çalışmak isterim dışarıdan uluslararası ünlü oyuncularla, herkes ister, her yönetmen ister.

Sette nasıl bir yönetmen olduğunuzu düşünüyorsunuz?

Aslında bunun cevabını daha çok oyuncular ve ekip arkadaşlarım verebilir. Bizim setlerde gerçekten tartışma, kavga, hatta ses yükselmesi hiç olmadı. Ben mizaç olarak da sakin bir yapıya sahibim zaten ve daha önceden kısa film tecrübelerim olduğu için neyi ne yapacağımı, nerede ne tepki vereceğimi az çok deneyimledim, biliyordum. Kiminle nasıl konuşulacağını da biliyordum. Mesela, gündelik hayatta verdiğiniz tepkileri orada vermemeniz gerekiyor. Çünkü nihayetinde sette sizin yapınıza uygun olan ya da olmayan insanlar var. Güzel bir dostluk, arkadaşlık oluştu. Hiç kavga etmeden, hiç tartışmadan setimizi tamamladık. Herkes mutlu oldu diye düşünüyorum, çünkü set bittiğinde herkes birbiri ile kucaklaştı ve öyle ayrıldı.

Güven Adıgüzel’in hem benim dünyamda hem de Kapan’da çok önemli bir yeri var.


Kapan'daki kurt, Jack London hikâyelerindeki gibi gizemli bir kurt

İnsanlar dışında, esasında başrol olan, ancak çok az gördüğümüz bir kurt var. İnsanların kurt ile kuracağı bağdan biraz bahseder misiniz?

Ben Jack London’ın romanlarındaki atmosferi çok seviyorum. Jack London kurtlar, köpekler, hayvanlar ve insan ilişkileri üzerine çok güzel çıkarımlar yapar ve okuru bayağı etkiler. Beni en azından çok etkilemiş bir edebiyatçı. Kapan’daki kurt da aslında biraz onun hikâyelerindeki gibi gizemli ve oradaki işleyişi bozan bir kurt, bir hayvan, bir figür. Ben kurdu sadece parça parça gösterip varlığını hissettirip onu bir bütün olarak hiç göstermemeyi tercih ettim ve o şekilde filmi kurguladım. Filmdeki kurt bir anlamda rahatsız eden, bütünlüğü bozan, adadaki kaosa neden olan bir hayvan; ama biz onu tam olarak hiç görmüyoruz. Aynı bizim yaşadığımız o sert duygular gibi, bizi bir şeylere karşı kışkırtıyor, ama bir türlü onun ne olduğunu söyleyemiyoruz… Kurt da biraz öyle bir karakter. Kurdu gizemli kılmamız filmin anlatım diline ayrıca değer kattı diye düşünüyorum.

Çekim mekânlarına ilk baştan beri hep ben gittim. Mekân bize ayrıca bir anlam katabilecek bir unsur.
Çekim mekânlarına ilk baştan beri hep ben gittim. Mekân bize ayrıca bir anlam katabilecek bir unsur.

Çocuklarla ve hayvanlarla çalışmak zordur. Siz ise kurt ile çalışmak durumunda kaldınız. Bu durumun dezavantajları nasıl giderdiniz?

Kurt ehlileştirilebilir bir hayvan değil, hiçbir zaman ehlileştirilemez. Normalde Macaristan’da kurt eğitmeni varmış. O kurtların yapabildiği en fazla şey de çağırınca geliyor, git deyince gidiyormuş. Ekstra bir oyun alamıyorsun. Biz de aslında o kurdu kullanmak istedik, gerçek bir kurt kullanalım istiyorduk ancak bütçemiz yeterli değildi o kurdu getirmeye. Bütçemiz yetmeyeceği için biz de kurda benzer bir hayvan arayışına girdik. Bulduk ve onu getirdik. O biraz daha eğitimli bir hayvandı, otur denildiğinde oturuyor, kalk denildiğinde kalkıyor, hırla dediğinde hırlıyordu. Böyle güzel ve çok da sevimli bir hayvandı. Aslında biraz vahşi görünmesi gerekiyordu, ancak bizim filmdeki kurt vahşi görünmüyor maalesef. Bu durum filme bir zarar verdi mi, hayır vermedi. Görmüyoruz zaten bütün olarak, detaylarını görüyoruz. Hayvanla çalışmak, evet sıkıntılı ama zaten bunu göze alarak sete giriyorsunuz. Daha önce köpeklerle çalıştığım için biliyorum, hayvanlarla etkileşimim iyi benim, o yüzden çok bir sıkıntı yaşamadım.

Filmdeki belirsizlikleri izleyici tamamlasın istedim

Filme dair en büyük eleştiri belirsizlikler... Bunu bilerek yaptığınız anlaşılıyor. Bu bir eksiklik değil yönetmen tercihi bizce. Bu durum için ne diyorsunuz?

Bir filmi izlerken konuyu anlamanız için yönetmenin size bazı doneler vermesi gerekiyor ki siz zihninizde tamamlayabilesiniz o filmi. Ben de aslında izleyiciye bir şeyler veriyorum, ama bütün olarak değil. Benim kırmaya çalıştığım şey, “Film başlar, devam eder, ortası gelir ve sonu bellidir.” düşüncesi. Mesela bir insan ölüyor filmde, yani kaybolup gidiyor, biz bunun çok önemli bir olay olduğunu söylüyoruz seyirciye. Sanki bunu anlatacakmışız gibi bir his uyandırıyoruz, ama küvet sahnesinden sonra diyoruz ki, bu olay burada bitti, tıpkı hayat gibi... Birileri hayatımıza girer, ölür ve gider. Çok önemli bir figürdür ama onu orada bırakırsınız. Başka bir şey girer devreye ve belki de onu bir daha hiç hatırlamazsınız veya ancak ona ait bir şey gördüğünüz zaman hatırlarsınız. Ben de o olayı bir daha hiç konuşturmayarak biraz risk aldım evet, en çok bu anlamda eleştiri geliyor. İşte “bu adamı öldürdün, tamam da ne oldu?” diyorlar en çok. Bu adamın artık konuşulmayacağını küvet sahnesinde araya bir madde girdiğinde, insanlar artık değişim gösterdiğinde belirtiyorum; burada ölülerden daha çok maddenin daha önemli bir hâle geldiğini söylemeye çalışıyorum.

  • Ekstra filmin bütününde gizemler oluşturduğum için bunları biraz zihninde seyirci tamamlasın istiyorum; seyirci bunu kendi içinde sorgulasın istiyorum. Yapmak istediğim buydu.

Çok sahne attım ama filmin son hâli içime sindi

Filmin son hâli hakkındaki düşünceleriniz neler oldu?

Prodüksiyon anlamında daha iyi şartlarda film çekmeyi her yönetmen, her sinemacı ister. Kurguyu Naim Kanat ile birlikte yaptık, çok değerli bir arkadaşım. Kendisi ile oturduğumuzda fazlalıkları, eksikleri daha iyi gördüm filmde. Bayağı sahne attım. Zaten film içime sinmeseydi gerçekten çıkarmazdım. Çünkü bazı kısa filmler çekip çıkamadığım oldu. Kapan bittiğinde mutlu oldum, çünkü ben izleyiciye bir şey söyleyebiliyordum bu filmle. Bir başyapıt ya da çok iyi film yaptım iddiasında hiçbir zaman olmadım. İlk filmini kimse zaten başyapıt yapamaz. Ortalama veya ortalamanın üzerinde bir iş yaptığımda bile, ilk filmim için yeterli olur kafasındaydım. O kafada olduğum için de film bittiğinde mutlu oldum. Çekmek istediğim bir sahne vardı. Yakup’un buzun içerisine düştüğü sahneyi ekstra böyle havuzlu bir yerde çekmek, onun debelenmesini göstermek istiyordum, hayalimdi. Mağlubiyetini orada daha iyi görelim istiyordum. Olmadı, sadece onu çekseydim daha güzel olurdu belki, ama çekmediğim için de çok pişman değilim.

Rus edebiyatını sevdiğinizi söylemiştiniz, filmde bunun izlerini görüyor muyuz?

Rus edebiyatını çok seviyorum evet, ama diğer milletlerin edebiyatlarını da çok seviyorum. Mesela, Jack London’ın dünyası beni Dostoyevski’den daha çok etkiler. O yüzden filmimde Jack London’ın etkisi daha fazladır. Filmimde direkt Rus edebiyatının ya da Dostoyevski’nin bir etkisi olduğunu düşünmüyorum.

Sevdiğiniz filmlerin listesinde, baştaki film hangisi?

Vittorio De Sica’nın Bisiklet Hırsızları benim başyapıtımdır. En iyi filmdir benim için. Tim Burton’un masalsı anlatıları, karakterleri, renkleri kullanışlı bana o kadar güzel geliyor ki o da benim için çok önemlidir, en iyi yönetmenler arasındadır o da bana göre. Aynı zamanda James Cameron’ın dünyasını da çok severim. Belgeselleri vardır, mutlaka görmelisiniz. Aslında sanat icra ediyorsanız çok yönlü hareket etmelisiniz. O yüzden tek bir kalıpta tekdüze yönetmenler takip etmek çokta faydalı olmaz.

Filmdeki kurt bir anlamda rahatsız eden, bütünlüğü bozan, adadaki kaosa neden olan bir hayvan; ama biz onu tam olarak hiç görmüyoruz.

Kapanda Bisiklet Hırsızları'na bir gönderme var

Peki Kapan’da Bisiklet Hırsızları’na bir selam var mı?

Evet, gönderme olması için özellikle yaptığım bir sahne var. Orada bir bisiklet figürü görünmesini mutlaka istiyordum. Filmin başında bir bisiklet sahnesini var, o sahne tamamen Bisiklet Hırsızları’na gönderme amaçlı. Ben onu çok sevdiğim için kullanmak istedim. Bir de filmdeki ağ ayarlama sahnesini Nuri Bilge Ceylan’ın stiline benzer çektim. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını çok seviyorum, ama onun haricinde hiçbir yönetmenin stiline benzetmek istemedim. Hep kendim acaba ben nasıl daha farklı anlatabilirim diye düşündüm. Selam çakmayı ileriki filmlerimde çok da yapmak istemiyorum, ilk filmim olmasından ve benim için çok değerli olmasından dolayı böyle bir gönderme yapmak istedim ve yaptım.

Kapan’ın bundan önceki ve bundan sonraki festival süreçlerinden bahseder misiniz?

Ben festivallere biraz daha farklı bakıyorum. Orada neler kazanabilirim diye düşünüyorum. Ödül alacağımı bilsem de, bilmesem de giderim tüm festivallere. Oradaki insanlarla tanışırım, yapımcılar, ortak yapımcılar, yönetmenler, sinemacı ve sektörden arkadaşlar ile bağ kurarım. Festival meselesinde daha çok buna öncelik veriyorum. Ödül, evet, destekleyici bir unsur; sinemadaki varlığın biraz daha hissedilir oluyor.

Rus edebiyatını çok seviyorum evet, ama diğer milletlerin edebiyatlarını da çok seviyorum. Mesela, Jack London’ın dünyası beni Dostoyevski’den daha çok etkiler.

Mesela Moskova Film Festivali’ne gittik, dünyanın en önemli festivallerinden bir tanesi. Oradan ödül alamadım mesela, ama inanın oradan aldığım o kadar güzel, değerli şeyler var ki sinema adına, bir süre sonra ödülü almış gibi hissediyorsunuz döndüğünüz zaman.

Yeni bir uzun metraj projeniz olduğunu biliyoruz, biraz bu projeden bahsebilir misiniz?

Yine Güven Adıgüzel ile birlikte “Obruk” adında bir senaryo yazdık. Yine doğa ve insan çatışması, vahşi hayvan, vahşi hayat üzerine bir senaryo. Kapan’a benzemeyecek, çünkü benim bir yönetmen olarak en çok korktuğum şey kendimi tekrarlamak. Bir kadın hikâyesi olacak “Obruk”. Tamamen bir kadın üzerinden ilerleyecek. Bundan önceki hikâyelerimde kadın karakterler biraz daha zayıf kalıyordu, bunu hissettim bu sefer de başrol olarak bir kadın konumlandırdım senaryoya ve onun üzerinden ilerleyecek hikâye. Henüz tam olgunlaşmış bir şey değil, o yüzden çok detaya inemiyorum, yine de atmosfer olarak bir gizem olabilir, gerilim olabilir; ama seyircinin kendinden mutlaka bir şeyler bulabileceği bir iş olacak.

Kısa filmcilerin önündeki en büyük engel mükemmeliyetçilik takıntısı

Son olarak kısa film çekmek isteyenlere; kısa metraj çeken ve uzun metraj çekmek için yanıp tutuşan arkadaşlara ne gibi tavsiyeler vermek istersiniz?

Öncelikle kamerayı ellerine alsınlar, her şeyin tamamen hazır olmasını beklemesinler, mükemmeliyetçilik virüsünden kurtulsunlar, çünkü kimse ilk filmlerinde mükemmel bir şey çıkaramayacak. Hiç kimse mükemmel bir kısa veya uzun metraj film çekemeyecek.

Buna takıldığınız zaman hiçbir şey üretemez oluyorsunuz. Bence kısa filmcilerin önündeki en büyük engel mükemmeliyetçilik takıntısı. Eğer hikâyen varsa, eline kamerayı al ve kötü olacağını bilsen bile çek. Bu şekilde neyi yapıp neyi yapamayacağını da gör, ondan sonra da daha iyisini yap.