Arz ve semanın birleştiği yer: "Hira"

Mekke'nin içinde bulunduğu zulüm düzeni, onu Kâbe'den uzaklaşmak zorunda bıraksa da Hira ona uzaktan da olsa Kâbe'ye bakma fırsatı veriyordu.
Mekke'nin içinde bulunduğu zulüm düzeni, onu Kâbe'den uzaklaşmak zorunda bıraksa da Hira ona uzaktan da olsa Kâbe'ye bakma fırsatı veriyordu.

Hz. Peygamber, vahiyden önce putlara hiç tapmamasına rağmen Kâbe'yi tavaf eder ve Hacerü'l-Esved'i tazim ederdi. Onu, Kâbe'nin dışına çıkaran şey hem Kâbe'nin etrafındaki putlar hem de Kâbe'nin meşruiyeti ardına saklanmış toplumsal yozlaşmaydı.

Yalnızlığı seven biri için insanlar çekilmez olur. Zaten insanlar çekilmez olduğunda yalnızlık sevimli olur. Birbirini var eden iki haldir bu.

En güzel insan, yalnızlık sevdirildikten sonra şehir hayatının keşmekeşliğinden uzaklaşmak için vesileler arıyordu. Kendisinden önce, şehrin "iyi" insanlarının gelenek hâline getirdikleri bir uygulamaları vardı; sayıları oldukça az olan bu güzel insanlar, yılın belli dönemlerini şehrin dışında bir mağarada uzlet içinde ibadetle geçiriyorlardı. Dedesi de bunlardan biriydi... Abdülmuttalib'in onun hayatında çok müstesna bir yeri vardı. Şahsiyetinin şekillendiği dönemleri, Mekke'nin bu asırlık çınarının gölgesinde geçirdiğini biliyoruz. Karakterinin kavislerini çizmiş biri olarak dedesinin ve en az dedesi kadar faziletli insanların âdetlerini sürdürmek istiyordu. Şehirden uzaklaşmak için "uzlet" iyi bir fırsattı. Uzlet için dağın zirvesindeki bir mağarayı tercih etmesinin hikmetlerine geçmeden önce eski dünyadaki dağ kültünün ne anlama geldiğine bir bakalım. Dönemin insanının ve toplumsal vasatın idrakinde dağ kültünün ne ifade ettiğini bildiğimizde inziva için neden böyle yerlerin tercih edildiği daha iyi anlaşılacaktır.

Dağ kültü

Yerküre üzerinde var olmuş bütün din, kültür ve medeniyetlerin mutlaka kutsal mekânları olmuştur. Dağlar kültü, kutsal mekân algısının hep en başında yer alır.

Bazı mekân ve zamanlar, Allah'ın iradesinin yeryüzündeki tecellisine mazhar olmaları itibarıyla vahyin hakikatine şahit olmuşlardır. Mekân ve zamanların kutsiyeti bu şehadetlerine dayanır. Ayrıca, Kur'an'ın kutsiyet atfettiği yerlerin neredeyse tamamı yine dağlardır.

Yeryüzünün neredeyse bütün kutsal mekânları dağlardan oluşur. Kudüs, Hz. Davut tarafından zapt edilip ahit sandığını naklettiği bir dağın adıdır. (Siyon) Hz. Süleyman, kutsal mabedi bir dağa (Moriya Tepesi) inşa etmiştir. Hz. Musa'nın kırk gün inzivada kaldığı ve ilk defa Tevrat'ı aldığı yer, Sina Dağı'dır. Hz. Musa, Mısır dönüşünde yine bu dağda Allah ile görüşmüştür. Hz. İsa, Zeytin Dağı'nda inzivaya çekilmiş ve "Dağ Vaazı" diye bilinen meşhur vaazını burada irat etmiştir. Bu durum sadece semavi dinlere mahsus değil. Uzak Doğu din ve kültürlerinde de dağ kültünün önemli bir yeri vardır. Japonlar için Fuji Dağı kutsaldır. Oraya çıkarak hacı olurlar. Hatta Fuji Dağı'na tanrı anlamına gelen "kami" derler. Hinduizm'in kutsal metinleri olan "vedalar"ın bir bölümü olan Rigveda, dağlara yapılan bir yakarıştır.

Dünyanın en büyük ve en yüksek dağı kabul edilen Himalayalar da Uzak Doğu toplumları için kutsal kabul edilir. Olimpus Dağı, Grekler için tanrıların ikametgâhıdır. Fenikeliler, tapınaklarını dağlara kurmuş, Cermenler de ayinlerini hep dağlarda icra etmişlerdir. Yahudilik ve Hristiyanlığın kutsal kabul ettikleri dışında Akdeniz kültür havzasında çevre halkı tarafından kutsal kabul edilmiş dağlar da mevcuttur. Kahire'deki Mukattam Dağı, Suriye'de Lükâm Dağı, Beyrut'ta bulunan Lübnan dağları bunlardandır. Çeşitli din ve kültürlerdeki dağlarla kurulan kutsiyet ilişkisinin arkasında iki temel saik yatıyor: Birincisi -özellikle eski dünyanın- insan idrakinin tanrı tasavvuru, azamet- kudret üzerinden oluşmuştur. Tanrı, her şeyden önce en büyük ve en güçlüdür. Dağlar olanca büyüklüğü ve ihtişamıyla tanrıyı temsil ederler, âdeta yeryüzünün tanrılarıdır. Bazı Uzak Doğu dinlerinde dağların her şeyi görüp duyduğuna inanılması bundandır.

Tin suresinin ilk üç ayetinde zikredilen ve yemin edilen mekânlar peygamberlere vahyedilen yerlerdir.
Tin suresinin ilk üç ayetinde zikredilen ve yemin edilen mekânlar peygamberlere vahyedilen yerlerdir.

Kur'an, -ilk muhataplarının zihinlerindeki dağ algılarına uygun olarak- emanetin dağlara teklif edildiğini, fakat dağların bu sorumluluğu almamasına rağmen insanın üstlendiğini söyleyerek emanetin ne kadar büyük olduğunu ifade etmiştir. İkincisi, insanın var olduğu günden bu yana büyük bir hayranlıkla izleyip akıl erdiremediği varlıklardan biri de göklerdir. Gökler, insanoğlu için her dönemde gizemini korumuştur. İşte dağlar, göğe yakın olduğu için kutsal kabul edilmiştir. Gök; tanrıların evi, dağlar ise o evlere ulaşan dikey patikalardır. Homeros, tanrının dağlardan inerek taraftarlarına yardım edip tekrar dağlardan göklerdeki tahtına döndüğünü söyler. Bu anlayış o kadar kabul edilir olmuştur ki, bazı toplumlar yaşadıkları bölgede dağ bulunmadığı için kuleler dikerek tanrıya yakın olmaya çalışmışlardır. Meksika piramidi olarak bilinen "Teocalli" bunlardandır.

Eski Mezopotamya'da Zigguratlar ve Sümerlerdeki Babil Kulesi yine aynı maksatla inşa edilmiş mekânlardır. Hz. Musa, firavunu imana davet edince "Ey seçkinler, sizin için benden başka tanrı tanımıyorum. Ey Haman! Hadi benim için tuğla fırınını yak ve bana bir kule yap.

  • Belki orada Musa'nın tanrısını görürüm."(Kasas 28) şeklinde karşılık vermesi, eski Mısır'da da aynı anlayışın varlığını gösteriyor. Bütün bu örnekler, İslam öncesi toplumların dağ telakkilerini anlatıyor. Peki, İslam'ın kutsal mekân algısı nedir? Ya da şöyle soralım: "İslam'ın kutsal mekânı var mı?"

İslam'ın dağları

İslam'da mekân ve zaman kutsiyeti vahiy eksenlidir. Kur'an'da yemin edilen zaman ve mekânların birçoğu bir şekilde vahiyle ilişkilidir. Çünkü yeminin bir anlamı da şahit tutmaktır. Bazı mekân ve zamanlar, Allah'ın iradesinin yeryüzündeki tecellisine mazhar olmaları itibarıyla vahyin hakikatine şahit olmuşlardır. Mekân ve zamanların kutsiyeti bu şehadetlerine dayanır. Ayrıca, Kur'an'ın kutsiyet atfettiği yerlerin neredeyse tamamı yine dağlardır. Tin suresinin ilk üç ayetinde zikredilen ve yemin edilen mekânlar peygamberlere vahyedilen yerlerdir. İlk ayetteki incir ve zeytin aslında incir ve zeytinin çokça yetiştiği iki dağı, ikinci ayette zikredilen "tur-i Sinin" Sina Dağı'nı ve üçüncü ayette de "emin belde" ile Mekke kast edilmiştir. İncir Dağı, Hz. İsa'nın orada dünyaya gelmesi ve ilk vahiy almasından; Zeytin Dağı, Şam bölgesinde İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerin ilk defa burada görevlendirilmelerinden; Tur-i Sinin, Hz. Musa'nın Allah ile görüşmesinden; "Beledi'l-Emin" ise, son peygamberin doğup büyüdüğü ve peygamber olduğu şehir olan Mekke'den dolayı yemine konu edilmiştir (Razi).

Dikkat edilirse Hz. İsa ve Hz. Musa'ya vahiy gelen dağlara yemin edilmesine rağmen Hz. Muhammed'e gelince bütün şehre yemin edilmiştir. Hâlbuki o da öncekiler gibi ilk vahyi bir dağda almıştı. Bunun iki sebebi var: Birincisi, Nur Dağı şehre çok yakın olduğu için şehrin bir parçası olarak kabul edilmiş ve ayrıca özel olarak zikredilmemiştir. İkincisi, diğer iki peygambere vahiy tek seferde verilmesine rağmen son elçiye peyderpey gönderilmiştir. Dolayısıyla şehrin her yeri vahye mazhar olduğu için tamamına yemin edilmiştir.

Yerküre üzerinde var olmuş bütün din, kültür ve medeniyetlerin mutlaka kutsal mekânları olmuştur. Dağlar kültü, kutsal mekân algısının hep en başında yer alır.

Mekke'de bir dağ

Şimdi insanlık tarihinin en önemli hadisesine şahitlik eden dağa yani Nur Dağı'na gelelim. İnsanlığı aydınlatan nurun ilk defa orada tecelli ettiği için bu ismi aldığı söylenmiştir. Fakat daha doğru olan görüş, İslam'dan önce de bu isimle anıldığı yöndedir. Kervanların geceleyin yollarını kaybetmemeleri için üstünde sürekli bir ateş yakıldığından dolayı bu ismi almıştır. Nur Dağı, Mekke'ye beş kilometre mesafede üstünde volkanik kayalıklardan oluşan mağaraların bulunduğu bölgenin en yüksek dağıdır. Dağın zirvesinin yaklaşık 20 metre kadar altında Hira Mağarası bulunur. Bazı kaynaklar dağı da bu isimle zikretmişlerse de bu doğru değildir. Mağaraya Hira isminin ne zaman verildiğini bilmiyoruz fakat uzlet için kullanılmasından hareketle bu ismi almış olması muhtemeldir. Zira Hira, araştırma anlamına gelir. Her ne kadar mağara dense de aslında volkanik kayaların üst üste yığılmasıyla oluşmuş muntazam olmayan toplamda iki metreküplük bir alandan ibaret bir boşluktur. Yüksekliği ortalama bir insanın ayakta durduğunda başı tavana değmeyecek kadar, uzunluğu yine bir insan boyunda, genişliği ise uzunluğunun yarısı kadar dikdörtgen prizma şeklinde bir yerdir.

Mağaraya Hira isminin ne zaman verildiğini bilmiyoruz fakat uzlet için kullanılmasından hareketle bu ismi almış olması muhtemeldir.
Mağaraya Hira isminin ne zaman verildiğini bilmiyoruz fakat uzlet için kullanılmasından hareketle bu ismi almış olması muhtemeldir.

Mağaranın iç krokisinin bir mezarı andırması dikkate şayandır. Uzlet geleneğini sürdüren abidlerin kaldığı çilehaneler de Hira gibi mezar şeklinde inşa edilmiştir. Bunun sebebi, ölüm murakabesini sağlamaktır. Uzlet için Hira'nın tercih edilmesinde iç mimarisinin etkisi olmuş olabilir. Hz. Peygamberin inziva için burayı tercih etmesinde kendisinden önce uygulanagelen bir geleneğin etkili olduğu söylemiştik. Mekke'de bu gün üç aylar diye tabir ettiğimiz mevsim girdiğinde bazı kimselerin Hira'da inzivaya girdikleri nakledilir. Hira'da inziva yapanların genelde İslam'dan önce tevhidi temsil eden kişilerden oluştuğu gözlemlenir. Bunların en önde gelenlerinden biri Zeyd bin Amr'dır. Hatta Hira'da ona ait bir yer olduğu da söylenmiştir. Hanifler olarak da anılan bu şahsiyetler içinde yaşadıkları toplumun dini yaşamlarına muhâlif oluşlarıyla öne çıkmış kişilerdi.

Bazı kaynaklar Hira'da ki inzivayı münferit bir uygulama değil de herkesin bildiği bir ritüel olarak aktarmıştır. İnzivaya çıkmadan önce ve dönüşte tavaf yapılması fakir fukaraya tasaddukta bulunulması gibi muayyen bir ibadet icrasını andıran uygulamalar Hira'daki inzivanın münferit bir âdetten ziyade herkesçe yapılan şartları ve rükûnları olan bir ibadet olarak kabul edilmesine sebep olmuşsa da bu doğru değildir. Arapların şehir dışına çıkmadan önce ve şehre döndüklerinde tavaf yapma gelenekleri vardı bu o âdetin bir parçasıdır. Ayrıca fakirlere sair zamanlara nispeten daha fazla tasaddukta bulunması inzivadan ziyade içinde bulundukları mevsimden (üç aylar) kaynaklanır. Buna karşılık Sprenger ve Bell gibi bir grup oryantalist ise Hira'da uygulanan şeyin hiçbir şekilde ibadet sayılmayacağını söyler. Onlara göre inziva, Arap tarihçileri tarafından Hristiyan keşişlerin manastırdaki inzivalarına bakarak geriye yönelik bir yorumlamayla sonradan ihdas edilmiştir. Aslında Hira'da olan şey Taif ve Vadi'l-Kura gibi yerlerde yazlık imkânı olmayan Mekkelilerin serinlemek amacıyla dağın tepesinde yazlamasından ibarettir.

  • Hz. Muhammed, Mekke'nin ileri gelenlerinin yazlıklarının bulunduğu yeşilliği ve akarsularıyla bilinen Taif vb. şehirlere gitmeye maddi imkânı olmadığı için eşi Hatice'yle beraber yazları Hira'da geçirmiştir. Hz. Hatice'nin zaman zaman kocasıyla beraber Hira'ya çıkması da bunun en büyük delilidir.

Bu değerlendirme tipik bir oryantalist kötü niyeti barındırdığı açık fakat asıl içler acısı olan, bir kısım sözüm ona tarihçilerin bu gayriciddi sözleri bir görüşmüş gibi takdim edip üzerine yorum yapmalarıdır. Hira'da uygulanan şey, cahiliyenin ortak bir ibadeti değildi fakat mesire maksadıyla yapılan bir tebdili mekân da değildi. Belli başlı şahısların münferiden uyguladıkları özel bir ibadetten ibaretti. Herkesin yapmadığı fakat yapan kişilerin fazilet ile anıldıkları Arap şiirlerinde de konu olmuş bir uygulamaydı. Ebu Talib bir kasidesinde Kureyş'in Ramazan ayında Hira'da yaptığı ibadetten, infak ve tasadduktan bahseder. Aynı şekilde inzivada bulunan kişilere yemek götürüldüğü de nakledilen bilgiler arasındadır. Hatta Efendimiz bir defasında Zeyd bin Amr inzivadayken ona kurutulmuş et ikram ettiği ve Zeyd'in "Ben putlara kesilen hayvandan yemem." dediği, buna karşılık efendimiz onlara kesilmediğini söyleyince ikramından yediği nakledilir.

Her türlü zulüm ve haksızlık Kâbe'nin kutsal örtüsü altında icra ediliyordu. Sadece çıplak tavaf uygulaması bile, hayâ abidesi o şahsiyeti Kâbe'den uzaklaştırmaya yetiyordu.

Bu hadise, son elçinin hem inziva geleneğine vâkıf olduğunu hem de Haniflerle ilişkisinin var olduğunu gösteriyor. En güzel insan, 35 yaşından sonra bu gruba dâhil olarak selefleri gibi her yıl ramazan ayı geldiğinde yanına uzun süre saklanabilecek yiyecekler alıp Hira'ya çıkar ve orada bazen bir hafta, bazen on gün, bazı zamanlarda da kırk gün ibadetle meşgul olurdu. Özellikle Hira'yı tercih etmesinde kendisinden önce süregelen geleneğin etkili olduğu söyledik. Fakat başka saiklerin de bu tercihte etkili olduğu muhakkak. Hz. Peygamber, vahiyden önce putlara hiç tapmamasına rağmen Kâbe'yi tavaf eder ve Hacerü'l-Esved'i tazim ederdi. Onu, Kâbe'nin dışına çıkaran şey, hem Kâbe'nin etrafındaki putlar hem de Kâbe'nin meşruiyeti ardına saklanmış toplumsal yozlaşmaydı. Kâbe, bütün kutsiyetiyle oradaydı fakat Kureyş'in çevirdiği entrikaların merkezi olan Darü'n-Nedve, Kâbe'nin hemen yanı başındaydı. Her türlü zulüm ve haksızlık Kâbe'nin kutsal örtüsü altında icra ediliyordu. Sadece çıplak tavaf uygulaması bile, hayâ abidesi o şahsiyeti Kâbe'den uzaklaştırmaya yetiyordu.

Onlar; hacılara su dağıtma, Kâbe'ye ihtiram gibi riyakârane bazı uygulamalarla işledikleri cürümleri gizlemeye çalışıyorlardı. En güzel insan, Kâbe'nin etrafında dönen dolaplara sabredemediği fakat Kâbe'den de vazgeçemediği için Hira'yı tercih etmiş olmalıdır.

Çünkü mağaranın dışa açılan penceresinden Kâbe görünüyordu. Hâlâ bugün etrafı gökdelenlerle çevrili olmasına rağmen aynı yerden Kâbe net olarak görülür. Mekke'nin içinde bulunduğu zulüm düzeni, onu Kâbe'den uzaklaşmak zorunda bıraksa da Hira ona uzaktan da olsa Kâbe'ye bakma fırsatı veriyordu.