Atakan Yavuz: Eskiden okurlar estetik bir düzey ararlardı

Atakan Yavuz: Eskiden okurlar estetik bir düzey ararlardı.
Atakan Yavuz: Eskiden okurlar estetik bir düzey ararlardı.

Atakan Yavuz ile okurun beğenilerindeki değişimi, imgenin geldiği yeri ve sosyal medya ve dijital ağların şiirin ve şairin üzerindeki etkisini konuştuk.

Türk şiir okurunun beğenileri üzerine, geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? 20-30 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi okurların bugünden farklı olarak?

Beğeni konusunda hem süregelen alışkanlıklar hem de önemli kırılmalar var. Sayfadan sekmeye, duyusaldan bilişsele, durup tefekkür etmekten fav’layıp geçmeye, hülasa okurdan takipçiye yumuşak bir geçiş oldu. Ancak nesne-kitaba ve onun yeni türevlerine bir anlam arayışının, kimlik inşasının vasıtası olarak değer veren has okur dediğimiz özel bir grup hâlâ var. 20-30 yıl önceki okur daha fazla yoğunluk, entelektüel donanım ve estetik düzey arardı. En azından ben okur olarak öyle bir beklenti içine doğdum. “Native” denilen yani dijital kültürün içine doğan okurun ufku da beklentisi de farklı elbette.

Şiire başladığımda şiir bir mecra olarak insanları bir araya getiriyor ve kamusal alanda buluşturuyordu. Şimdi artık herkesi birbirine bağlayacağı vaadiyle yola çıkan yeni medyalar birer fanus dünya inşa etti, hepimiz zihinsel olarak steril, konforlu ve güvenli camların gerisinden konuşuyoruz. Matbudan dijitale geçiş haliyle beğenileri, okuma alışkanlıklarını, düşünme ve yaşama biçimlerini değiştirdi. Nasıl ki matbaa epik gibi bazı türleri geçersiz kıldı ve romanı ortaya çıkardı, bu yeni mecralar da bazı yazma ve okuma türlerini dönüştürecek haliyle.

Bir diğer değişim de “olmak” ve “görünmek” arasında. Edebiyat dergilerinin terbiye ettiği zihinler görünmeden önce olmanın kaygısını güderdi. Şimdi görünmek, ne olursa olsun görünmek öncelikli hale geldi. Böyle olunca da dijital mecralar ortalama beğeniye, klişeye, kitsch’e teslim oldu. Soyut, arayışçı, aykırı yönelimler tekno-kalabalıklar tarafından hemen sigaya çekiliyor. “Öteki sesi”, taze ve tazeleyici olanı aramakla mükellef olan şiir için zor bir dönem. Akışa katılmazsan görünmediğin için yok oluyorsun, katılırsan da görünerek.

Daha geniş, heterojen ve dijital odaklı günümüzün akışkan kimlikli okuru, şiirde daha kısa, vurucu ve duygusal olarak bağ kurabileceği ama hemen de tüketebileceği ifadeler arıyor. Okur, şiirde “samimiyet” ve “kişisel bağ” kurma peşinde, birlikte irtifa kazanmaktansa hemdert olmak yetiyor ona. Sosyal medyanın hızı, okurun dikkat süresini de kısalttı; bu nedenle “mikro şiirler” veya aforizma tadında dizeler daha popüler artık.

Daha zor ve meselesi olan şiirlerin alanı enformatik cehaletle malul sosyal medya estetiği karşısında daralıyor gibi. Beklenti birikimden bir performansa, bir jeste indirgendi. Yazarak kütüphanesini zenginleştiren Eflatun kaybetti, tek bir kitabı bile olmayan ama birkaç jesti ile meşhur olan Diyojen kazandı. İşin tek sevindirici yanı Diyojen’in hemşehrimiz olması.

Bugün geldiğimiz noktayı belki de “şeyleşme” olarak tanımlayabiliriz. Ya da bir tür hibritleşme. Olumlu ya da olumsuz görülebilir ama her şey birbiri içine girmiş durumda. Şiir de bundan nasibini aldı tabii…

Bence şeyleşme ya da metalaşma 1. Endüstri Devriminin neticesinde oluşan bir durumdu, fabrikalar, buharlı gemiler, içten yanmalı motorlar... Modernist şiir bu gürültülü kuşatmayı benimsemedi, çoraklaşma vaadi olarak gördü ve eleştirel bir mesafe aldı. Bugün sayısallaşma dediğimiz elektronik ve sessiz bir kuşatma var. Başarının, sözün kıymetinin sayı/like/ beğeni ile ölçülmesi bizi yeni bir tiranlığa getirdi: Sayıların tiranlığı. “Varlığın evi” bildiğimiz dil, finansal semantiğe teslim oldu. Nitelik gölgede kaldı ki sanatın işleyiş mantığına ters bir durum bu. Sonuçta sanatta dijital kitsch dönemi başladı. Bunun yanı sıra bir de öz-sömürü ortaya çıktı, insanlar küresel şirketlerin sosyal medyalarında kendi bedenlerini, emeklerini ve mahremiyetlerini gönüllü olarak, güle oynaya sömürüye açmaya başladılar. Yani adına algoritma dediğimiz yeni emperyal efendi, kitleye dayatma yapmıyor ama efendinin dediğini özgürce seçmezse sonuçlarının kötü olacağını da bilmemizi istiyor. Pandemi bunun testiydi belki de. Artık efendi-köle diyalektiğini üreten tarihin nesnesi yok, içe doğru patlayan bir insani yıkım var.

Şayet hibritleşmekten kastın türlerin bir araya gelmesi ise evet; şiir görsel sanatlar, müzik, performans ve teknolojiyle birleşerek yeni estetik imkanlar buluyor. Video-şiir, performans sanat gibi türler çıkıyor ortaya. Hibritleşme, Virilio’nun “teknolojik estetik” dediği ve Spotify’da şiir-müzik albümleri, YouTube’da görsel şiir videoları veya VR tabanlı immersif şiir deneyimleri sunarak sanatın sınırlarını, cemaat ve cemiyetini değiştiriyor. Ancak sadece liberal bir ufka hapsedilen açılımlar bunlar.

Bu durum, hem zenginlik (yeni estetik formlar, demokratikleşme, küresel buluşma) hem de karmaşıklık (şeyleşme, yüzeysellik, bağlam kaybı) barındırıyor. Virilio’nun uyarısını akılda tutarak hibritleşmenin sunduğu fırsatların “teknolojik kaza”lara, tüketim kültürünün yüzeysellik ve metalaşma eğilimine karşı bilinçli olmak gerekir. Bu da politik bir bilinç gerektiriyor ki yeni mecralar maalesef bu bilinci de dışlıyor. Sonuçta bu kadar enformatik akış bir tek şey için var, mavi yakalıların zihnini Cola, beyaz yakalıların zihnini ise karton bardakta kahve içecek kıvama getirmek.

Artık romanların, öykülerin, şiirlerin dolaşıma girdiği yerler eskisi gibi değil. Hayatımızda Spotify, SoundCloud gibi yerler var, sosyal medya araçları var, podcast’ler var. Peki bu gibi mecra ve araçları hem şiirin bugünü ve yarını hem de okuyucuya ulaşma bahsinde fayda-zarar anlamında nerede görürsünüz?

Bu metinlerin dolaşıma girdiği mecraları biz seçmedik, onlara maruz kaldık Eray. Küresel sermayenin heyecanla ve bilimsellik kisvesi altında sunduğu bu yapay zekâ bileşenli uygulamaların emperyal bir zihin tarafından tasarlandığını, sömürgecilik döneminden tevarüs edilen kavramların güncellenerek dolaşıma sokulduğunu, bu yüzden de bu tür yeniliklere temkinli yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. “Bir şey bedava ise ürün sensin,” şeklindeki temel iletişim kuralını hatırlayarak burada bizleri birer veriye, malzemeye dönüştüren bir düzenek olduğunu akılda tutmak gerekir.

Kazandırdığı kadar kaybettirdiklerini de konuşmak lazım ayrıca. Eğer edebiyatın sadece güzel sözleri yan yana koymanın ötesinde bir şey olduğunu düşünüyorsak tabii. Soruya dönecek olursak bir şiir ya da edebiyat ürününün paylaşıldığı mecra hem içeriği hem de biçimi etkiler. McLuhan’ın “Medya mesajdır” sözü tam da bunu işaret ediyor. Biliyorsun paylaşımlar X’te ve Metaverse’de ayrı ayrı kurgulanıyor. X’te söz/ şiir, daha çok bir anı yakalama, doğrudanlık ve güncellik talebiyle hızlı tüketim nesnesine dönüşüyor. Meta’da ise orta yaş üstündekilerin alımlamasına uygun, kolay anlaşılır kıssa/ mesel tarzı metinler hâkim. Spotify veya Soundcloud ses odaklı mecralar oldukları için şiir, sözlü performans ya da müzikle birleşebiliyor. Yani “kaldırımlarda demokrat, otobüslerde dindar” durumu. Her mecra kendi “duyusal oranlarını” da belirliyor, söylem biçimlerini de.

Baudelaire olsaydı yeni teknolojinin Parislileri Amerikanlaştıracağını söylerdi, söyledi de. Teknoloji de dil gibidir, onun arkasındaki yaşam biçimini ve değerler sistemini benimsemeden etkin bir şekilde kullanamazsınız.

Şiirimizde son zamanlarda biçim çalışmalarının yanı sıra -tabii ki buna bağlı olarak- bir de ironik söylemin tekrar revaçta olduğunu görüyoruz. Peki ironiyi Türk şiirinde nereye koyarsınız? İroninin zaman zaman bir tuzak olduğunu düşünür müsünüz ve bugünkü karşılığı hakkında ne söylersiniz?

Şiirimiz bence Nef’i’nin Siham’ı Kaza’sından, Tahir Efendi’den, Şinasi’nin Münacaat’ından, Uyar’ın Arz-ı Hal veya Orhan Veli’nin Kitabe-i Sengi Mezar’ına kadar hep nitelikli bir mizahı barındırdı. Günümüzde ironiden çok pastiş ve parodinin iç içe geçmesi hali var gibime geliyor. Bunun da Lyotard’ın tespitiyle tarihsel derinlik ve anlam kaybıyla bir ilgisi var. Zarar bahsinde bunu söyleyebilirim. Yerelliklerin bir poza dönüşerek havaya karıştığını, kültürel çeşitlilik adı altında tek bir evrensel kültüre doğru evrildiğimizi ilave edebilirim sonra. Bu anlamda bir tuzak olduğu söylenilebilir.

Bugün ironi en dar ve düşük anlamında, sosyal medya diliyle ufak muziplikler, ilginçlikler olarak tebarüz ediyor ve ironinin kavramsal, dönüştürücü ağırlığından yoksun kalıyor. Sadece ironiye yaslanan bir ürün duygusal derinliğinden soyunarak inandırıcılık ve samimiyet kaybına neden olabiliyor. İkincisi derinlemesine bir eleştiri yerine yüzeysel bir muhalefete dönüşerek şiire ve söze irtifa kaybettirebiliyor. Kitle kültürüyle dirsek temasına mecbur kalarak katmanlarını yitirebiliyor ki son zamanlarda sanırım eğilim bu yönde.

Peki günümüzde imgenin işlevi hakkında ne düşünürsünüz? Yani imge şu an nerede duruyor, önemi nedir; hem kendi şiiriniz hem de Türk şiir açısından...

İkinci Yeni’de imgenin soyut, çok katmanlı ve yoğun çağrışımlı bir araç olarak kullanılması ile ortaya çıkan zekâ sıçramaları beni şiire çeken unsur olmuştu. İlk şiirlerim de bu parasız-yatılı şairlerin etkisinde ve bilinen anlamda imgeci idi diyebilirim. Bugün artık sanatın akışa teslim olduğu bir çağda bildiğimiz anlamda imgeci şiir geçerliliğini yitirdi, çünkü hem Hegel’in “telos” dediği bir doygunluk oluştu hem de gösteri çağında imgeler farklı biçim ve tekniklerle üretilmeye başlanıldı. Yeni medyalar sadece imgeci şiiri değil, romantik devrimciliği, klasik lirizmi ve mitopoetik epiği de büyük oranda dışladı. 80’lerde imge oldukça hor kullanılmıştı zaten ama yerine konulan düz, sanatsız, tek katmanlı anlatım biçimi de şiiri sıfırlamaya, “sanat komplosuna” kadar vardırdı işi.

Bugünkü eğilim Anglo-Saksonların “convergence” dedikleri, mecraların yukarıda bahsettiğim gibi görsel, işitsel vb. unsurların yakınlaşması şeklinde ve bir emekleme döneminde. Matbu gelenekten gelen orta yaşlılar ise deformasyon, ironi, kural ihlali, mistik, bilinç akışı, buluşçu muhtevalarda bazı aşırılıkları deniyorlar. Dili şeffaflaştırarak arkasındaki dünyayı görünür kılmak isteyenler de var. Ancak dilin arkasında bir dünya kaldı mı, bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz anlamda düzenli şiirleri de görüyoruz. Ama bana bitmiş şiir ve anlatı bir hamlık, bir olmamışlık hissi veriyor artık. Belki de sıkıldım, bilmiyorum.