Ben kaçıyordum, o ise arıyordu

Ve “mesafesizlik” kulaklarımda yankılandı. O hep bizimleydi. Peki, biz kiminleydik?
Ve “mesafesizlik” kulaklarımda yankılandı. O hep bizimleydi. Peki, biz kiminleydik?

Mecid Mecidi’nin Cennetin Rengi isimli filminde rastlamıştım Muhammed’e. Aslında ikimiz de farkındaydık bu yakınlığın. Sadece ben kaçıyordum, o ise arıyordu. Sonra ben; “Allah’ım Dünya’ya düştüm, dizlerim kanıyor” diye sızlanıyordum arsızca. Düşmek, hem de dünyaya! Ve sonra sızlanmak…

Rüzgârın uğultusu mudur içimde yuvalanan, yoksa korkusu mu meçhulün? Bir gece vakti mezarlıktan geçemeyiş mi imandır; yoksa kuşlara bakıp her seferinde hayret eden çocuk mu? Parmaklarımın ucunda vahyin… Alfabem; çakıl taşları veya güller ve dahi dokunabildiklerim/ işittiklerim. Kuşlar, rüzgâr, güzel kokan çiçekler, yağmur ve toprak. “Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım ve bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dâhil, her şeyi anlatacağım.” diyordu küçük Muhammed.

Mecid Mecidi’nin Cennetin Rengi isimli filminde rastlamıştım Muhammed’e. Aslında ikimiz de farkındaydık bu yakınlığın.
Mecid Mecidi’nin Cennetin Rengi isimli filminde rastlamıştım Muhammed’e. Aslında ikimiz de farkındaydık bu yakınlığın.

Gecenin karanlığında mezarlıktan geçerken ürperen 30 yaşındaki bir adam mı; yoksa 8 yaşında, gündüzün karanlığında, O’nu elleri ile dağ taş arayan âmâ bir çocuk mu? Bir yanda mezarlıklardan geçemeyen bir adam, diğer yanda Allah’ı elleri ile dağ taş arayan bir çocuk. Karanlığın korkusu değildi beni içten içe kıstıran. Anlamlı bir tedirginlikten daha fazlası. Yolumuzun üzeri olandan kaçış belki de. En çok da şehre dönüş, hakikatten. Biri kaçıyor, diğeri arıyor.

Bir yanda mezarlıklardan geçemeyen bir adam, diğer yanda Allah’ı elleri ile dağ taş arayan bir çocuk.


Ahmet Murat, “Bu mesafesizlik içinde biz bu yakınlığın farkında mıyız acaba?” diye sormuştu. Kaçarken düştüm, yakalandım. Muhammed’in gözlerinde kaldım. Ve “mesafesizlik” , kulaklarımda yankılandı. O hep bizimleydi. Peki, biz kiminleydik? Mecid Mecidi’nin Cennetin Rengi isimli filminde rastlamıştım Muhammed’e. Aslında ikimizde farkındaydık bu yakınlığın. Sadece ben kaçıyordum, o ise arıyordu. Sonra ben; “Allah’ım Dünya’ya düştüm, dizlerim kanıyor” diye sızlanıyordum arsızca. Düşmek, hem de dünyaya! Ve sonra sızlanmak. Âmâ olan Muhammed ise, suya ellerini daldırıyor ve çakıl taşlarına dokunarak, tıpkı kabartma yazılı kitaplarını okuduğu gibi suyu okuyor - kendi ifadesi ile- Allah’ı bulmaya çalışıyordu.

  • Bir an ben de doğadaki her şeyin bu alfabe ile okunabileceğini, dokunduğum yerlerin benimle konuşabileceğini, ellerimle gerçekten de bana/bize bildirilmiş olanı okuyabileceğimizi düşündüm: Vahyi.

Aslında insan yalnızca zihnindekileri dökmüş olur böylece. İnsan o suya ellerini uzattığında, dokunduğu taşlar, öncesinde aklında olan cümlelere göre hizalayacaktır parmaklarını, alfabenin üzerine...

Her neyi okumak-görmek istiyorsa, ne dökülmek istiyorsa dudaklarından, o dökülecektir.
Her neyi okumak-görmek istiyorsa, ne dökülmek istiyorsa dudaklarından, o dökülecektir.

Her neyi okumak-görmek istiyorsa, ne dökülmek istiyorsa dudaklarından, o dökülecektir. Yani Muhammed ile aynı yazıyı okuyabilmek için, sığ bir dere ve bir kaç çakıl taşından daha fazlasına ihtiyacımız olacak! Birikmiş bir heybe gibi mesela. Bir çığ gibi üzerime yıkıldı yine her şey. Yıldızlar, gökyüzü, kâinat, evren, sen, ben… On sekiz bin âlem ve âdem… Bir çeşit ipek kumaş, kemha giymişiz gök kubbenin altında.

Kafamızı kaldırsak ve baksak biraz, sıkılgan. Mest olsak, ama bilerek/görerek. İdrakin sınırları var, havsalam yetmiyor benim çözmeye. Ellişer adım atıyoruz ve göçüyoruz aslında. Tüm bu ihtişam, debdebe… Bir bayram sabahına mı tüm bu hazırlık? Biliyorum, ötesi var. Elli adımdan ötesi, Sen… Allah’ım! Parmaklarımın ucunda vahyin… Alfabem; çakıl taşları veya güller ve dahi dokunabildiklerim / işittiklerim. Kuşlar, rüzgâr, güzel kokan çiçekler, yağmur ve toprak.