Bir fener ışığına firar

Demir kapıyı yavaşça çekerek kapattım. Bir kez daha dönüp baktım fenere. İçim ferahladı.
Demir kapıyı yavaşça çekerek kapattım. Bir kez daha dönüp baktım fenere. İçim ferahladı.

Bir ışık. Ne kadar karanlık olursa olsun her yer, bir ışık. Dalgalar vız gelir. Rüzgâr değmez, fırtına umurumda bile olmaz. Bir süre kıvrılıp yattım. Güvercinlerin sesi karanlığa öylesine dokunuyordu ki bu sesi bütün seslerin içinden alıp bir kenara koydum. Bu firar iyi gelmişti. Sahnedeki tiyatrodan da hazzetmemiştim. İçimin bir anlık da olsa dinlenmeye ihtiyacı varmış.

Günün ve zamanın sesleri ve renkleri karıştı.
Günün ve zamanın sesleri ve renkleri karıştı.

Zamanın bilinmezliğinde değil, belli bir aralığında, hayatın her zaman kendini yenilediği o anda, havanın bir kararıp bir açıldığı herhangi bir zamanda. Işığın ışıkla buluştuğu, renklerin renklerle kaynaştığı, seslerin seslerle yoğunlaştığı ve yoğrulduğu bir zamanda. Boşluğun zarı yırtıldı, her şey bir anda belirdi ve savruldu. Günün ve zamanın sesleri ve renkleri karıştı.

Âdeta dünya yeni bir dünya oldu, yer ile gök birleşti. Ufku kaplayan bulutlar karardı, gün döndü, zaman farklılaştı. Bulutlar mı yeryüzüne yaklaştı, yeryüzünü mü kendisine doğru çekti bilemedim. Yerlerin ve göklerin sarsıntısı derinden hissedilir oldu. Sesler iç içeleşti. Kayalara çarpan dalgaların sesi derin bir uğultuya dönüştü. Gerilip genleşmesinden sanki bir şeyleri emerek içine çekiyordu. Bu iç çekiş insanı içerden sarsan bir güç gibiydi. Onlarca kilometre ötedeki evimi ve sessizliğini düşündüm bir an.

  • Sığınılan, seslerden, dışarıdan ve insanın kendisinden kaçtığı korunak… Duvarlarla örülen, harelenen ev, evler, ah iç evler, ruhun evleri… İnsan sesine olan bıkmışlığımdan değil, insanın elleriyle oluşturduğu boğucu seslerden uzaklaşmayı yeğlerken, doğanın sessizliğinde yalnız yaşanamayacağını da bildiğimden, onun kışkırtan ruhuna, yalnızlığına bir sığınıştı bu.

Kayalıklara doğru yönelip, yüksekçe bir fiyortun başındaki kayalığın bir yerine iliştim. Dirseklerimi dizlerimin üzerine yerleştirip, başımı avuçladım. Düşünen insan tipi değil, gözlemleyen, gördüklerini içselleştiren bir insan tipi. Rüzgâr yüzüme vurdukça saçlarımı geriye doğru savurdu, kimi yüzümü kapladı, kimi rüzgârla savruldu. Burayı ne kadar da geç keşfetmişim oysa böyle bir yere sığınışın eksikliği vardı ruhumda. Batmakta olan güneş ufku kızıla boyarken içten içe, bir hüzün, bir ürperti, bir karanlık çöküyordu ruhuma ve yamaca.

Uzakta birer karaltı hâlindeki balıkçı motorlarının görüntüleri ve birer siluet gibi görünen, ağlarını toplayan balıkçıların sesleri rüzgârla savrularak cılızlaşıp kayboluyordu. Rüzgârın sesi geride bıraktığı iğne yapraklı ağaçların arasından geçerken esneyen, genleşen birazdan uyanacak olan tabiat devinin ağzından tiz ıslıklar çıkarıyordu sanki. O uysallık gitmiş, her şey birden değişmeye yüz tutmuş bir vahşiliğe dönmüştü. Burada daha çok duramazdım, oyalanmanın vakti değildi. Rüzgâr sertleşip hırçınlaştıkça, beni de dalından hemen kopan bir güz yaprağı gibi savrulabilir, bir kayadan diğerine çarpabilirdi. Kayalıkları inmeye başladım. İlerideki burunda, işte tam da dönüş açısında, güneyde, orada sanki metruk bir deniz feneri, daha ötesinde ise derme çatma balıkçı korunakları bulunuyordu.

Yürüdüm, yürüdüm. Bu kısacık yol bitmek bitmiyordu.
Yürüdüm, yürüdüm. Bu kısacık yol bitmek bitmiyordu.

Hava iyiden elektriklenmeye başlamış, ufukta, yere doğru, kılcal damarlarıyla sarkan, sürekli açılıp kapanan, yıldırımların nişanesinin ışık oyunları görünüyordu. Yürüdüm, yürüdüm. Bu kısacık yol bitmek bitmiyordu. Rüzgâra yaslanırken sanki geriye kaykılmış biri görünümüne bürünmüştüm. Ellerimle dengemi sağlamaya çalışıyordum. Ayakkabımın biri ayağımdan çıktı, güçlükle uzanıp aldım. Kayalıkları inip burundaki yeşillikte çakal eriklerini geçince köhne yapıyı gördüm. Fener kadim dostuydu gemicilerin ve denizin. Hâlâ bunca yıpranmaya ve terk edilişe rağmen ayakta duruyordu. Oldukça rüzgârlı bir burundu burası, karanlıkta ve fırtınada fenerin sadece sekizgen olduğunu ve yanı başında da bir fenerci koğuşunu seçebiliyordum ancak. Kapıya dayandığımda derin bir nefes aldım. Hızla yarı aralık çelik kapıyı iteledim. Büyük bir gıcırtıyla ardına kadar açılan kapıdan burnumun hizasından birkaç yarasa ve güvercin uçuverdi gecenin haşin karanlığına.

Oyunun kritiğini yapmak yerine, şimdi arkadaşlarım fellik fellik beni mi arıyordu tiyatro binasında acaba? Ben de kendimi arıyordum zaten.

Kapının açılmasıyla içerideki kuşlar da birden kanatlanıp, yukarıdaki bir pencerenin iç pervazına tutundu. Onların kanat çırpmasıyla, ürperdim, yüreğim ağzıma geldi. Güvercinlerin telekleri savruldu, kondukları pencerenin kenarından tozlar ve örümceklerin ağları inmeye başladı. Tiyatro sürerken, zaten hoşlanmadığım tiyatrodan bir kaçış yolunu bulmak için, yanımdaki arkadaşımın eline dokunarak, kulağına: "Ben çıkıyorum" diye fısıldamıştım. Arkadaşım, "ben biraz çıkıp geleceğim" gibi anlamış olacak ki sözümü, başını sallamıştı. Oyuna öylesine kapılmışlardı ki pardösümü alıp niçin çıktığımın, nereye gittiğimin farkına bile varmamışlardı. Oyunun ilk bölümü bittiğinde koltuğumun boş olduğunun farkına ancak varmış olacaklardı. Yanımda oturan, kulağına fısıldadığım arkadaşım nasıl bir şaşkınlık içindeydi acaba. Oyunun kritiğini yapmak yerine, şimdi arkadaşlarım fellik fellik beni mi arıyordu tiyatro binasında acaba? Ben de kendimi arıyordum zaten.

Bu deniz fenerini ilk gördüğüm günden beri burası benim sığınağım olsun, demiştim.
Bu deniz fenerini ilk gördüğüm günden beri burası benim sığınağım olsun, demiştim.

Bu deniz fenerini ilk gördüğüm günden beri burası benim sığınağım olsun, demiştim. İçimden geçen yeşil bir ışık, elindeki bebeği savurarak seven sarışın bir kız çocuğu, yanıp sönen deniz feneri. Daha anlam veremediğim bir sürü görüntü gelip geçmişti aklımdan. Ayağımın değdiği her yer içli bir gıcırtıyla inliyordu. Bu kadar hırpaniliğe rağmen fenerin yanıyor olması da şaşırtıcı idi. Demek ki hayatın kapkaranlık bir âmâya dönüşmesi o kadar da kolay olmuyormuş. Kapıyı özenle kapatıp sürgüledim. Bir titreme almıştı yine bedenimi, şaşkınlıkla ve ürküntüyle etrafımdaki objeleri seçmeye çalışıyordum ama karanlığa alışamamış gözlerim mekânın fotoğraf karesine bir gölge dahi düşüremiyor gibiydi. Demek ki bu hareketliliğe bakılırsa burada hayat olmalıydı. İçeride bilinmez ağır bir koku vardı. Ölü kuşların kokusu mu ya da yarasaların ve güvercinlerin kokusu muydu, bakımsızlıktan girilmemiş bir yerin kokusu gibi bir şey miydi, o an anlayamadım.

Derinden gelen bir inilti de vardı. İçerideki loşluğa alışıncaya değin gözlerimi kıstım, yıldırımların ışığında yavaş yavaş eşya ve ayrıntılar belirdi. Elimi göğsümde, tam yüreğimin üstüne bastırmıştım, başım önümde. Hercailik için tam da bu fırtınalı günü mü buldum Allah’ım. Sesleri dinledim. Uzun süre dinledim. O kadar çok ses vardı ki… Dalgaların sesini kendime en yakın ses olarak aldım, içime kapattım. Fenerin dönerken çıkardığı ses bir iniltiyi andırıyordu. Şimdi bir gemide olmalıydım. Bu fenerin ışığına kavuşmak için dalgalarla savaşan bir gemici olmayı arzulamıştım bütün benliğimle. Bir ışık. Ne kadar karanlık olursa olsun her yer, bir ışık. Dalgalar vız gelir. Rüzgâr değmez, fırtına umurumda bile olmaz. Bir süre kıvrılıp yattım. Güvercinlerin sesi karanlığa öylesine dokunuyordu ki bu sesi bütün seslerin içinden alıp bir kenara koydum.

  • Bu firar iyi gelmişti. Sahnedeki tiyatrodan da hazzetmemiştim. İçimin bir anlık da olsa dinlenmeye ihtiyacı varmış. Demir kapıyı yavaşça çekerek kapattım.

Bir kez daha dönüp baktım fenere. İçim ferahladı. Artık rüzgâr da dokunmuyordu bana. Kumlara bata çıka, kayalıkların kenarından geldiğim yola çıktım. Arada bir fenere dönüp baktıkça yanıp sönen fener bana sanki huzurundan bir huzme gönderiyordu. Neredeydin diye soran herkese "Bir ışık çağırdı, gittim." dedikçe garip garip baktılar bana. İnanmadılar belki. İyi ki inanmadılar. Işığımı kimse bilsin istemiyorum. İçimin dehlizlerinin aydınlanması için fenerimin ışığı ancak bana yeter.