Hızlı trende zaman şeridi

Hız çağından nasibini tren rayları da aldı.
Hız çağından nasibini tren rayları da aldı.

“Karşıki dağlar” deyince ne çok dağ var hayatımızda diye düşündüm. “Gönül Dağı” var yağmur yağmur boran olan Neşet Usta’nın sesinde, bütün gurbetleri bitirsin diye “Yol Ver Dağlar Yol Ver” diyen Müslüm Baba var ve “kurban olam yol ver geçem” diyen Barış Manço var. Dizlerinde derman varsa dağlara doğru yürümek ve ormanların içinde, çalılardan sakınarak, yaprak hışırtılarının keyfini çıkararak zirveye olmasa bile, çıkabildiğin en yüksek noktaya çıkmak gerek.

Elimdeki kitabın sayfasını çevirdiğimde gördüğüm rayların romantizmle hiç ilgisi yok. Yandaki şiir olmasa, çağrışım yapmak da zor. Eskiden öyle miydi? Tren, ray, istasyon, kompartıman, biletçi, kaçak yolcu derken bir keyif ki sormayın gitsin…

“Göç” dedim de trenler geldi yine aklıma. Sirkeci’den giden trenler vardı. Sadece göç taşımazdı, gönül de vardı içinde trenlerin yürek de.


“Sormayın” deyince aklıma bir anda hücum eden kırlangıçlardan kendimi sakınmak için gayri ihtiyari başımı eğmiş oldum. Sormadan olmuyor işte. Bir de bu, kırlangıç. Fırtınası bile var. Kendini sakınmazsan ne gelir başına, bunu göç mevsimi bile bilmez.

“Göç” dedim de trenler geldi yine aklıma. Sirkeci’den giden trenler vardı. Sadece göç taşımazdı, gönül de vardı içinde trenlerin yürek de. Katar katar olmuş giden turnalar diye bir türkü takılırdı dillere. Gurbeti almışlar, saza söze dökmüşler, adına turna demişler. Sirkeci’den kalkan tren soluğu Almanya’da alırdı. Trene binen Anadolu, adımını atar atmaz Almanya’ya; gurbetçi olurdu, Almancı denirdi adına, bir fötr şapkanın ucunda sallanıp duran tavuk tüyünün hüznü her şeyi anlatırdı.

Önce “hızlandırılmış tren” dediler adına, “yüksek hızlı tren” derken, “hızlı tren” gelip kondu rayların üstüne. Hız çağından nasibini tren rayları da aldı. Ne raylardan gelen o ritimli sesler kaldı, ne kompartıman ne de biletçi.

“Biletçi” dedim de, eskiden otobüslerin içinde biletçiler olurdu. Onlar için özel bir bölüm vardı otobüste. Orada yuvasındaki bir kuş gibi oturur ve hiç kimse ile konuşmadan bilet keser, para üstü verir, büyük para verenlere göz ucuyla bir bakış atar ama ne yapar eder konuşmadan işini yapardı biletçi.

Şimdi otobüslerdeki mekanik kart okuyuculardan “dıt, dııtt” diye sesler çıkıyor, biletçilerden ses çıkmazdı. Memduh Şevket’in tiplerine benzerdi çoğu da. Gündelik hâlleriyle orada oturup bütün şehri temsil eden adamlar.

Darbeci zihniyetin beynine balyoz gibi inen dizeler göndermişti Sağındık “Yusuf yüzlü” sesi ile.
Darbeci zihniyetin beynine balyoz gibi inen dizeler göndermişti Sağındık “Yusuf yüzlü” sesi ile.

“Adamlar” dedim de aklıma Hasan Sağındık’ın “Adamlar” kaseti geldi. Ayrı bir yeri ve sesi vardı o kasetin. 28 Şubat’ın buz kesen etkisinin sürdüğü yıllarda Arif Nihat Asya’nın şiiri ile Ali Akbaş’ın şiirini buluşturup bir de üzerine “rap uyarlama” yapmıştı Hasan Sağındık. Darbeci zihniyetin beynine balyoz gibi inen dizeler göndermişti Sağındık “Yusuf yüzlü” sesi ile. Apoletlerin gölgesinden bile herkesin korktuğu bir zamanda; “Adamlar bilirim sönük / adamlar bilirim çürük / Adamlar bilirim rozetleri / Yüreklerinden büyük” diyen bir Hasan Sağındık vardı. Zindan şehirlerin Yusuf yüzlü sesiydi o.

Sesinin dağlarda yankılanması güzeldir. Avaz avaz şarkılar söylerken dağlarda sana eşlik eden dağlar var olur, bir anda karşında. Sesinin rengiyle boyar seni. Söylenecekse, dağlarda şarkı söylemeli.

  • Uzasan, göğe ersen,
  • Cücesin şehirde sen;
  • Bir dev olmak istersen,
  • Dağlarda şarkı söyle!
Gençler kendinden geçmiş; ellerinde jilet, “Babaaaaa!” diye bağırıyorlar umarsızca.
Gençler kendinden geçmiş; ellerinde jilet, “Babaaaaa!” diye bağırıyorlar umarsızca.

“Şarkı” deyince aklıma Müslüm Gürses’ten başka bir şey gelmiyor. Belki geliyor da Müslüm Baba’nın sesi, soluğu, duruşu, hayata bakışı diğer sesleri bastırıyor. “Sevda Yüklü Kervanlar”ı dinlerken takılıp gittiğim ses, beni alıp bugünlere kadar getirdi. Lisedeyken gitmiştim ilk Müslüm Gürses konserine. Kasetlerini almışım, şarkılarını ezberlemeyi bırak, arkasında çalan sazcılarını bile tanıyorum.

Gençler “Babaaaaaa” diye bağırmaya devam ediyordu. Aklımda tek kalan Müslüm Gürses’in giydiği simsiyah elbise idi. Çoğu kez de bembeyaz takım elbise giderdi.


Ali Tekintüre, Uğur Bayar, Burhan Bayar, Şakir Askan gibi birçok sanatçının eserlerini seslendirmişti daha çok. Konsere gittiğimde içerisi ana bana günü. Gençler kendinden geçmiş; ellerinde jilet, “Babaaaaa!” diye bağırıyorlar umarsızca. Çoğunun da “kafası iyi”. Ben o gün de bugün de “tek dal” bile sigara içmemişim. Kuru kuruya dinliyorum Müslüm Baba’yı. Konser ne zaman başladı, ne zaman bitti, hangi şarkılar söylendi anlayamadan çıktık salondan. Gençler “Babaaaaaa” diye bağırmaya devam ediyordu. Aklımda tek kalan Müslüm Gürses’in giydiği simsiyah elbise idi. Çoğu kez de bembeyaz takım elbise giderdi.

“Bembeyaz” deyince aklıma geldi. Çocukken okul korosuna girmiştim. Neden seçmişti öğretmen beni anlamamıştım. Herhalde bir kişi eksikti ya da okulun ilk günü kim şarkı söyleyecek dediğinde bir anda parmağımı kaldırıp tahtaya çıkarak “Neden saçların beyazlamış arkadaş” şarkısını söylediğim için seçmişti beni koroya. Koroya girmek mesele değildi de, bembeyaz olacak üstündeki her şey deyince öğretmen, bizi bir dert almıştı.

Bir de kırmızı papyon. Komşulardan bulup buluşturup tamamlamıştık beyaz takımı. Papyonu da kocası garson olan komşumuzdan almıştık. “Aman kocam duymasın!” dediği için komşumuz, konser boyunca ikide bir papyonu yoklayıp durmuştum. “Süt içtim dilim yandı” evet papyon yerinde; “amanın amaaanın” bakıyorum, duruyor papyon. Bizim ev halkı da benden çok papyonu izlemişti. Papyon kaybolursa komşunun başına ne geleceğini az çok tahmin ediyorduk. Konser bitti, papyonu teslim ettik, hepimiz derin bir “ooooh” çektik karşıki dağlara doğru.

“Karşıki dağlar” deyince ne çok dağ var hayatımızda diye düşündüm. “Gönül Dağı” var yağmur yağmur boran olan Neşet Usta’nın sesinde, bütün gurbetleri bitirsin diye “Yol Ver Dağlar Yol Ver” diyen Müslüm Baba var ve “kurban olam yol ver geçem” diyen Barış Manço var. Dizlerinde derman varsa dağlara doğru yürümek ve ormanların içinde, çalılardan sakınarak, yaprak hışırtılarının keyfini çıkararak zirveye olmasa bile, çıkabildiğin en yüksek noktaya çıkmak gerek.

“Çıkmak” deyince, “çıkmak” deyince çok da bir şey söylemek gelmiyor içimden. Açtığım sayfaya tekrar bakıyorum. “Hızlı Trende Selfie Keyfi” şiiri var. Şiirin yanında da rüzgârını yanında taşıyan bir hızlı tren. Hızlı trende ne çok selfie çekindim hepsi de yoruma kapalı.