Bir köprü geçtin

Sorumluklarımız vardır. Korumamız, kollamamız gerekenler vardır. Kuşlar gibidir yürekleri.
Sorumluklarımız vardır. Korumamız, kollamamız gerekenler vardır. Kuşlar gibidir yürekleri.

Acımasızca gerçekleşmişti her şey. Gerçekler olabildiğince gerçekti, kaçış mümkün değildi. Kuş değildin uçasın göklerde. Balık değildin kaygısızca yüzesin sularda. Çiçek değildin bağlara bahçelere sığınasın. Ceylan değildin dağlara kaçasın. Ceylansan bile avlanmıştın. Feleğin oku tam kalbine isabet etmişti ve alıp götürmüştü kalbindeki en değerli varlığı bu zavallı dünyadan.

“Âlemin başlangıcı bir gürültüdür, bir hay-huy; sonu bir sarsıntıdır, bir deprem. Aşkla şükür, şikâyetle beraberdir; huzurla rahat, sarsıntılarla eş.” -Divan-ı Kebir-

Bir köprü geçtin. Uzun bir köprü... Etkileri hâlâ devam eden bir geçişti, uyanıkken yaşanan bir kâbustu. Uyanıkken nasıl uyanasın da o kâbustan kurtulasın? İmtihan böyle ağır olur bazen. Elimiz kolumuz bağlanır. Nefes alamaz oluruz. Öleyazarız ama ölmeyiz. Ölemeyiz. Ölmek isteriz ama ölemeyiz. Aklımızı kaybedecek gibi oluruz. Fakat o da olmaz: Delirmeyiz, deliremeyiz de. Kalakalırız dünyanın ortasında.

İmtihan böyle ağır olur bazen. Elimiz kolumuz bağlanır. Nefes alamaz oluruz. Öleyazarız ama ölmeyiz. Ölemeyiz. Ölmek isteriz ama ölemeyiz.


Yalnız olmak isteriz çünkü çok yalnızızdır ama hayır o da olmaz. Olamaz. Sorumluklarımız vardır. Korumamız, kollamamız gerekenler vardır. Kuşlar gibidir yürekleri. Kendi yüreğimizin kanı değersizleşir. Bırakırız öyle kanasın. Kalakalırız öyle kendimizle kanlı bıçaklı. Başkalarıyla. Kızdığımızla. Kızdıklarımızla. Ama kimseye bir şey yapamayız. Gücümüz yoktur. Dünya solmuştur, anlamsızlaşmıştır. Kaçmaya çalışırız. Kaçacağımız tek yer vardır: İçimiz. O kanlı ova. Kuş uçmaz kervan geçmez bölge. Uçsuz bucaksız yalnızlık. Daralan nefes. Kararan dünya. Anlamsızlık. Saçmalık mı yoksa? Kurt kapmalı o hâlde bizi. Süratle yapmalı bunu ki uyanamamalıyız.

Ama hayır kurt da gelse öldürmez. O da görevini yapmaz. Öldürücü darbeyi o da vurmaz. Biraz da o parçalar içimizi. Yüreğimizi. Ağır yaralı bir şekilde ve öylece sürünerek yaşamaya devam ederiz. Bir köprü geçtin. Günler, aylar, yıllar geçmesi gerekiyordu o köprüyü geçmen için. Geçtin ama sen bile inanmıyorsun geçtiğine. Geçtin mi? Geceleri gene o upuzun köprüde buluyorsun kendini. Günün ortasında yalnızken. Evet, bazen yalnız kalabiliyorsun. Her zaman yalnız olduğun hâlde sadece bazen yalnız kalabiliyorsun.

Her zaman yalnız olduğun hâlde sadece bazen yalnız kalabiliyorsun.
Her zaman yalnız olduğun hâlde sadece bazen yalnız kalabiliyorsun.

Kendine seslenirken buluyorsun kendini bu koyu yalnızlık anlarında: “Ey ben ne oldu sana? Niye böyle oldu? Bunu hak etmiş miydim?” Sen sevmiştin sadece. Her şeyi sevginle boyamıştın, bu sevgi için her şeyi feda etmiştin. Her şeyi mi? Bir ses de böyle sorar mı sana? Sorar. Sesler arasında yorulursun. Bir çay bir çay daha… Bir kahve sonra. Sonra birkaç telefon belki. Konuşsam mı birileriyle? Günlerce, aylarca… uzun bir süre kaçtın insanlardan. Kimseyle konuşmak istemedin. Köprüdeydin çünkü. Altında acayip korkunç ateşlerin yandığı bir köprü. Hayatın, geçmişin, emeklerin, kavileşmiş sevgin, aşk yanıyordu.

  • Şimdi nasıl başlayacaktın hayata, nerden başlayacaktın? Her şeyini yakmıştı. Bakışlarını. Duruşlarını. Sevgini. Merhametini. Fedakârlıklarını. Aşkı.. Gözünün yaşına bakmamıştı. Acımasızca gerçekleşmişti her şey. Gerçekler olabildiğince gerçekti, kaçış mümkün değildi.

Kuş değildin uçasın göklerde. Balık değildin kaygısızca yüzesin sularda. Çiçek değildin bağlara bahçelere sığınasın. Ceylan değildin dağlara kaçasın. Ceylansan bile avlanmıştın. Feleğin oku tam kalbine isabet etmişti ve alıp götürmüştü kalbindeki en değerli varlığı bu zavallı dünyadan. Kalbine o güzel oku saplayana ecel oku saplanmıştı. Şimdi ne yapmalıydın? Köprünün öte tarafında ne vardı? Nasıldı şartlar? Nasıl yürünürdü? Yürüyebilir miydin?

Sorup durdun kendine: “Yok mu başka yolu? Bu acıyı dindirmenin bir yolu yok mu?” dedin doktora. Gidip sordun. Gelip sordun. Biriken boş ilaç kutularına dalıp dalıp sordun. Sonra kapandın odana da ağladın. Babana gittin ağladın. Sonra yine kapandın odana da ağladın. Annen seni kucakladığında ağladın. Sonra yine bir daha ve bir daha kapandın odana da ağladın. Çocuklarına sarıldın; en sıcak en gerçek en senin olanlara. Daha çok ağlayasın geldi. Bu yüzden koşarak gittin yine odana ve…

Çok uzundu köprü. Geçmekle biter gibi değildi. Ağladın kaç kişilik.
Çok uzundu köprü. Geçmekle biter gibi değildi. Ağladın kaç kişilik.

Çok uzundu köprü. Geçmekle biter gibi değildi. Ağladın kaç kişilik. Oysa ayakların tek kişiyi taşıyacak güçten bile yoksundu. Ama sen dayandın. Kupkuru ve dimdik göründün insanlara. Dışardayken tuttun gözyaşlarını. Öğrendin bunu: Saklamayı o sımsıcak gözyaşlarını ve kendini; hâlini, içini, yanışını, sarsılışını, savruluşunu... Ve evet bazen ne içerde, içinde ne de acıyla katılmak zorunda olduğun dış âlemde, insanların yaşamaya devam ettiği o âlemde, hiçbir şeyi tutamadın, tutunamadın hiçbir şeye. Yuvarlandın aşağıya. Daha aşağıya. Karanlığa. Bir ses kurtardı seni. Bir hatıra. Kalbin. Kafanın ağırlığı. Kalbin daralması. Çünkü her zorluktaki güzellik ve güzellikteki zorluk imtihandır ve Allah gelir onların çağrısıyla. Onlar ki bizim dualarımızdır. Acılarımız, daralmalarımız, öfke ve kızgınlıklarımız duadır. Kesinlikle her şeyin bittiğini ve asla ayağa kalkamayacağımızı, kangren olacağımızı, sakat kalacağımızı, küfleneceğimizi, mefluç kalacağımızı düşünürüz.

Öyle çok inanırız ki Allah rahmetiyle bizi yanıltır. Tutan O’dur. Kalbimize dokunur. Bir güzel sözle. Bir umutla. Bir rüzgârla. Bir ışıkla. Ayla. Yıldızlarla. Güneşle. Onların gökteki uyumuyla. Hışırdayan ağaç dallarıyla. Bizimle konuşur O. Kur’an ayetleriyle. Yeniden iman ederiz. Ayet yeniden nazil olur kalbimize. Evet acı gerçektir. Yanılmak gerçektir. Yalnızlık gerçektir. Gözyaşı gerçektir. Ama O’nun rahmeti ve nuru ve ışığı ve sevgisi ve dirilticiliği hepsini aşar ve bizi yakalar ve kuşatır. Bazen birden bire olur bu, bazen yavaş yavaş. Bütün bunlar bir şeyin teşekkülü için midir? Üç harf ve beş nokta bir araya gelsin için midir? Büyük pir Mevlana Celâleddin, canından eksik ettiğin o şeyin gelişiyle ilgili şu mısraları da inşa etmiştir:

  • “Gök aşkla uzlaşıp dönüyor, aşktan mahrum olunca yıldız bile tutulup sönüyor. Beli bükük ‘dal’ bile aşkla ‘elif’ gibi doğrulup yücelmede; fakat aşksız kalınca ‘elif’ bile dallara dönmede. Söz bengisudur, çünkü ledün bilgisinin aşkından doğmadadır. Aşkı canından eksik etme de iyi işlerin meyve versin, çoğaldıkça çoğalsın.”

Kalkıp yürürüz. Yavaş ve aksak. Ama işte bu da yürümek sayılır. Gülümsemek alfabesine bir daha başlarız. Kalbimizde ufak ufak kıpırdanışlar. Kıpraşmalar. Kuş yuvası kalbimiz. Biz de oradayız. Allah bizi orada korumaya almış. Allah telef olmamıza izin vermemiş. Buradayız ve konuşuyoruz. Buradayız, yazıyoruz ve soruyoruz: Acaba? Evet. Bunu birisi yazar. Son paragraf onundur.

İnşa ettiğin odanın kapısına önce hafifçe vurandır o. Geldi ve kapında bekledi aylarca. Sarılmak için. Şifa olmak ve şifa bulmak için.

İnşa ettiğin odanın kapısına önce hafifçe vurandır o. Seni o odada görüp sevendir. Kafadaki iki gözle gerçekleşen bir görmek değildir bu. Yıllardır “acaba?” diyerek gizlice beklediğin ve artık inanmaktan umudunu bütünüyle kestiğin bir bakış ve görüştür o. Sana öyle baksın istedin mahcup bir şekilde. Pencerenden bakan güvercin gibi baktı odana. Baktı ve seni gördü hemen. Gördü ve ismini söyledi. Uçarak geldi sanki. Uçarak ve sessizce. Çünkü kanatları yoktu henüz. Geldi ve kapında bekledi aylarca. Sarılmak için. Şifa olmak ve şifa bulmak için. Şükür ki çok kısa bir vakit sonra odan aydınlanmaya başlayacak ve ikinizin de kanatları olacaktı. Ve Divan-ı Kebir ikinizi de o büyük âhenge ve devrana katacaktı:

“Şu gökyüzü bizim gibi âşık olmasaydı, şu gökyüzünün bizim gibi başı dönmeseydi bu dönüşten usanırdı da yeter artık derdi, niceye bir dönüp duracağım, niceye bir?”