Bugüne dek sizi en çok etkileyen roman hangisiydi? 30 yazara sorduk

 Bugüne dek sizi en çok etkileyen roman hangisiydi? 30 yazara sorduk
Bugüne dek sizi en çok etkileyen roman hangisiydi? 30 yazara sorduk

O karakterin bakışında, yaşadıklarında, görmezden geldiklerinde, görmezden gelinişinde, hesaptan düşülmesinde, defterden silinmesinde “bize tanıdık gelen bir şeyler” vardı. İnsana ve onun anlamına dair; tanıdık sesler, söylemediklerimiz, “doğrular” ve “yanlışlar”. İnsan kalmanın o büyülü yanı ve insan olmanın o acizliği… Gördüklerimiz bunlardı o satırlarda. Satırlar okunduktan sonra da devam ettiler bizle yaşamaya… 30 yazara “o romanı” sorduk. “İnsanı en iyi anlatan roman hangisi?” Sorumuz bu. Cevaplarsa elbette kişisel… Ama yine de ortak bir küme var; dünya edebiyatının olmazsa olmaz kitapları… Sizi, bizi ve onları anlamak için.

Necip Tosun

Cervantes’in Don Kişot romanının insanı anlamak için en iyi roman olduğunu düşünüyorum. Don Kişot iyilik, dürüstlük, güzellik, merhamet, adalet, kötülükle mücadele gibi evrensel insani meseleleri sahiplenir, sembolize eder. Ödünsüz bir idealist, kendisini iyiliklere adamış bir dava adamı, eğitimsiz ama bilge karakter olan Don Kişot, pek çok insan için ideal tip olmuştur. Hayali gerçeğe dönüştürmenin yılmaz savunucusu asırlardır kaba gerçeklere teslim olmamanın simgesidir. Dünyanın mevcut hâlini reddedebilme hayali, dönüştürme talebi yüzyıllarca yazarlar için ilham verici bir fonksiyon görmüştür. Don Kişotluk günümüzde, büyük bir ideal için, kendisi zarar görse, başarı imkânsız gibi gözükse de yüce idealler peşinde koşmayı anlamlandırır. Don Kişotluk, hesapsız, kitapsız, hayali için öne atılma, gözünü budaktan esirgememektir.

Dünyanın kaba, çiğ gerçeklerine değil ütopyalara, Altın Çağlara, bir dünya olarak tasarlanmış kitaplara, metnin gerçekliğine, haksızlıklara karşı ezilenlerin yanında yer alanlara, başarısız olmak uğruna kötülerle savaşanlara inanan insanların kalbinde hep bir Don Kişot ideali yer almaya devam edecektir. Kibrin, hasedin, aşırı şehvetin, kötülüğün, adaletsizliğin, tembelliğin, öfkenin eleştirildiği roman bu yüzden de insanı en iyi anlatan romanların başında gelir.

Kemal Sayar

Her ne kadar en sevdiğim romancı Tolstoy olsa da sosyokültürel açıdan değil de insan psikolojisi açısından bakınca Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin bu payeyi hak ettiğini sanıyorum. Bahtin’in diyalojik üslup diye ifade ettiği şeyi en iyi yansıttığı eserdir bence; romanda birbirinden tamamen farklı karakterlerin bir ruh arabeski gibi gelişip birbirine dolandığını, birbirini cevaplayıp dönüştürdüğünü izlersiniz yavaş yavaş. Yoksa roman sanatının burçları, üslup dâhileri Hugo, Balzac, Gogol gibi yazarları da listeye eklerdim -Yine de Rus yazarların, belki bizim ruhumuzu daha fazla andırdıkları için bir önceliği var; mesela Çehov tartışmasız bir insan ruhu virtüözüdür hikayeci olarak- Nabokov, Dostoyevski’nin romanları için “her köşeden bir peygamber fırlar haniyse” mealinde bir ifade kullanmıştı. Bunu nahoş bir tercih olarak görüyor tabii o, ama ben insandaki peygamberleşme ufkunu gösterdiği için de ayrıca severim Dostoyevski’yi.

Bizde bu diyalojik üslubu yetkinleştirebilmiş bir romancı henüz yok -belki Tanpınar’ın Huzur romanındaki Mümtaz/Suat gerilimi bunu başarabilirdi- Ama Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü hem dil lezzeti hem nostalji ve modernite eleştirisi hem de karakterlerinin birkaç çizgide beliriveren güçlü imgeleri açısından bir başyapıttır yine de.

Güray Süngü

İnsanı anlamak için insanı anlatan bir roman seçmek kolay da bunun en iyisi kolay değil, çünkü en iyi roman diye bir şey yoktur, en uzun nehir vardır, en yüksek dağ vardır, ama tanımı tamamlanmamış, özellikleri kesinliğe dayalı olarak tanımlanabilir ve tarif edilebilir değildir romanların. Kabaca şu söylenebilir: A’yı anlatan bir roman, A önemli bir temaysa ve etkili ve önemli bir tema olan A’yı çok iyi anlatabilmişse o roman çok iyidir. Sizin soruşturmanıza buradan geçebilirim, A sizin sorunuza göre “insan” ise bu durumda bir sürü roman saymak mümkün; ama şöyle de bir şey var, insanın temel özelliklerini, değerlerini, fıtrata içkin temel şeyleri anlatan roman, yani aşağı yukarı her insanda olanı anlatan roman insanı en iyi anlatan roman mı olur. Öyledir ise klasik romanlar, Anna Karenina, Karamazov Kardeşler, Sefiller gibi romanları söyleyebilirim; ama insanın temel özelliklerini değil, özel insanların özel “özellikleri”ni anlatan romanlar bu soruşturmada tasnif dışı kalır, mesela Körleşme veya Ölümsüzlük gibi, çünkü bu romanlardaki insanda, temel insani özellikler, temel insani değerler bağlamı yoktur; ama bana kalırsa insana dair klasik dönem edebiyatından daha özel şeyler söylerler.

Kaan Murat Yanık

İnsanı en iyi anlatan roman bence Karamazov Kardeşler’dir. Aynı kanı taşıyan insanların farklı mefhumların çekiminde nasıl dönüşüp kendilerini yeniden var ettiklerini ya da var etmeye çalışırken düştükleri anların kareleri beni her zaman etkiler. Aşk, para, din, acı, felsefe, ahlak… İnsanı insan yapan ve bir araya gelip karıştıklarında baş döndüren bir senfoni. Karamazov Kardeşler, ruhun kıyılarının ve kuyularının en uzun, en derin ve dahi en gerçekçi şekilde tahlil edildiği bir eserdir bence.

Aykut Ertuğrul

Suç ve Ceza… Herkesin aklına elbette ve ilk önce bu roman gelecektir. Başkalarıyla “pişti olmak” pahasına üzerimdeki etkisine binaen Suç ve Ceza’yı önermek zorunda hissettim. Elbette şu şerhi düşmeliyiz: böyle bir iddiası yoksa hangi roman hangi edebi eser okunmayı hak ediyor ki? Dolayısıyla her roman ve bütün romanlar içinde en çok Suç ve Ceza. Değil mi ki Nietzsche onun için “Kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog” demiştir. Değil mi ki Freud “Dostoyevski olmasaydı eğer psikanaliz biraz beklemek zorunda kalacaktı” demiştir.

İnsan için neler yapılabilir? İnsan onun için yapılacakları, fedakarlıkları hak eder mi? İnsan ve insanlık aynı şeyler midir? Ama daha da önemlisi insan, bir ideale hizmet ettiğini düşünürken aslında ve sadece kendi nefsinin bir tuzağına mı düşmüştür? İnsan insan insan… İnsan aşağılık mıdır yoksa varlıkların en şereflisi mi? Dostoyevski başka hiçbir şeyi anlatmaz desek yeridir herhalde. Her şeyi anlattı desek de olurdu.

Güzide Ertürk

İnsanı anlamak için en iyi roman hangisidir diye düşündüğümde gözümün önünde uzun bir liste canlanıyor. Bu listenin en başında Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı var, hemen ardından da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü geliyor. Neden bu iki kitap? Çünkü ikisini de okuduğumda sarsılmış, insan ruhunun daha önce hiç görmediğim kara lekelerine, yargılamalarına, vicdan azabına, değişen dünya karşısındaki farklı tutumlarına şahit olmuş, okuduklarımın etkisinden uzun yıllar çıkamamıştım. Dostoyevski de Ahmet Hamdi Tanpınar da insan ruhunun derinliklerine kapı aralıyor. Oluşturdukları her karakterin ayrı bir önemi, okuyucuya gösterdiği farklı yönleri var. Mesela Tanpınar’ın romanındaki saatler bile insan ruhuyla ilgili birçok hikâye anlatıyor. Suç ve Ceza’yı okuduktan sonra Dostoyevski’nin anlatım tarzından kopamamış, diğer romanlarını ve hayat hikayesini de hiç ara vermeden okumuştum. Ahmet Hamdi Tanpınar’da da aynı etkiyi yaşamıştım. Kendi küçük dünyamın sınırlarını aşıp başka hayatlara, insanın iniş ve çıkışlarına şahit olmak hayat karşısında başka türlü asla elde edemeyeceği deneyimler kazanmamı sağlamıştı.

Naime Erkovan

İnsanı anlamak için en iyi roman sorulduğunda tek bir eser belirlemekte zorlanıyorum ama bir sınırlama yapmam gerekirse Dino Buzzati’nin Tatar Çölü diyebilirim. Hayatımızı kontrol etmek yerine kendimizi dünyanın akışına bıraktığımız; içimizden geçenleri söylemediğimiz, özellikle de sevdiğimiz insana bu duygularımızı dile getirmediğimiz; bize bahşedilen biricik zamanı, beklemenin acımasız ellerine teslim ettiğimiz ve çokça da alışkanlığın unutturucu uykularına daldığımız zaman ömrümüzü nasıl heba edeceğimizi göndermesi açısından sarsıcı, huzursuz edici fakat bir o kadar da tanıdıktır. Okuyan birçok insanı depresyonun eşiğine getirir; çünkü Tatar Çölü bir aynadır. Okur olarak hayatımız Giovanni Drogo’nun sessiz itaatinden daha mı iyidir yoksa bizlerin de sığındığımız ve asla terk etmeyi düşünmediğimiz Bastiani kalelerimiz var mı sorularıyla roman bittiğinde acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalırız. O yüzden diyorum ki geç olmadan, geriye dönüşümüz imkânsız hâle gelmeden her insan yaşlanmadan, en az bir kez okuması gerekir Tatar Çölü’nü.

Hüseyin Atlansoy

Her bir yazarın aslında tek bir kitabı var. O kitabın en iyi yazılmış olan kıvamını tam ya da tama yakın denk getirdikleri eser ise başyapıt konumunda. Dostoyevski de Ecinniler eserinde kötülüğü, kötülüğün katmanlarını bulaşıcılığını, başlangıcındaki iyi niyet taşlarını alabildiğine sert -ki başlangıcındaki kötücüllüğe dekor hazırlama muhteşemdir- bir söyleyişle ve karakterlerinin hepsinin kötülüğün esintisi ve rüzgârına savrulmalarını ateşin içinde kavrulurcasına mahvolmalarını incelikle başarmıştır denilebilir. Bu kitabın Batı dillerindeki isimlendirilmesi ise tam isabet dedirtir: Cin Çarpmışlar.

Mustafa Çiftçi

Benim defalarca okuduğum Fahim Bey ve Biz romanı bence insanı iyi anlatır. Romanlarda “sıradan kişileri” anlatmak pek çok kere dile getirilir; ama bence insan sıradan hayatlardan daha çok Fahim Bey gibi “numunelik tipler” den çok şey beller. Böylesi tipler konsantre deterjan gibi hacmi az etkisi çok romanlarda anlatılsa bile olur. Üstelik böylesi tipleri yazmak sanıldığının aksine kolaydır. Zor olan ve az verimli olan sıradan insanı yazmaktır.

Emin Gürdamur

İnsanı anlamak için en iyi roman, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’dir. Romandaki kahraman, masumiyetini, daima genç kalmak arzusuna yenik düşerek kaybetmiştir. Bu kaybedişin mimarı, Dorian Gray’a akıl hocalığı yapan, şeytani fikirleriyle modern dünyanın hedonist eğilimlerini temsil eden Lord Henry’dir. Lord Henry için yaşamak sistematik şekilde masumiyetin ihlalidir. Freud, bir düşmana zarar vermek için başvurulan alabildiğine yaygın majik yollardan birinin, onun rastgele malzemeden bir kopyasını yapmak olduğunu söyler. Kopyayla aslı arasındaki benzerlik çok da önemli değildir, nesneye aslın kopyası gözüyle bakmak yeterlidir. Böylece kopyaya yapılan kötülük, kendisine hınç duyulan aslına da yapılmış olacaktır. Dorian Gray’in portresi sahibine yapılan ölümcül bir saldırıdır. Bir tür modern totemdir. Gray’in işleyeceği günahlar, resmini korkunç biçimde yaşlandırırken kendisini gençleştirecektir. Kötülük, zıtlıklar arasında kendine yepyeni bir alan bulmuştur. Yargılanamaz, söz geçirilemez, eksiltilemez bir tazyikle varlığın temel dürtüsü hâline gelmiştir. Roman, insanın karanlık yanlarına ışık tutarken yontusunu tamamlar ve geriye herkesin bildiği o sır kalır: Yaşam üzerine kurulan baskı, onu daha çok tetikler.

Şebnem İşigüzel

İnce Memed’dir. Meydanları dolduran genç güzel kalabalıklar, üniversite bahçesinde dört mevsim nöbet tutan alimler, hocalar, çocuklarını aç yatırmak zorunda kalan yoksul analar bana insanı en derinden anlatan İnce Memed’i hatırlatır. İnsan, zorbalık, adaletsizlik, tek’lik, keyfîlik karşısında ezilir. Ezilen isyan eder. İnsanın gururu vardır. Gurur dediğimiz şey umutla koyun koyuna her bünyede kırılgan bir köşede saklanır. Bir ağanın, bir beyin, bir muktedirin sözünün üstüne söz söylenmediği her iklimde insan, insanlığından yaralanır. Yoksullukla hukuksuzlukla yara ala ala yaşamak hiç kimseye iyi gelmez. İşte İnce Memed insanı bu en insan yerinden anlatır. Bize, zalimlerin, devri hiç geçmeyecekmiş gibi yaşayanların karşısında durma, isyan etme gücü verir. İnce Memed her insanın içinde haksızlığa karşı yükselen bir ses olduğunu bize duyurur.

Ömer Erdem

Edebiyatın sadece malzemesi değil belki de nihai hedefidir insan. İnsan araştırmasını son birkaç yüzyıldır roman yüklenmiş gözüküyor. Bu görevi hakkıyla yerine getirdiğinden kim şüphe edebilir? Hele bizim edebiyatımızın roman konusundaki teori ve tecrübe eksikliğine rağmen bunun altından kalkabilmesine ne demeli? İlk elde “İnsanı Anlamak İçin En İyi Roman” diye düşündüğümde; Mai ve Siyah, Yaban, ⁠Kıskanmak, ⁠Huzur, ⁠Cemo, Fikrimin İnce Gülü, Bir Gün Tek Başına, Yüzyıllık Yalnızlık, Vergilius'un Ölümü, Kör Baykuş gibi romanlar geliyor.

Ali Oturaklı

Monte Kristo Kontu. Her yıl bu roman üzerinden uyarlanan bir şeyler görürsünüz veya okursunuz. Bu roman dünyanın bir yerlerinde hep uyarlanır. Çünkü uyarlanabilir tabiatta yazılmıştır. Onu her parçasından koparıp yeniden kurgulayabilirsiniz. Kahramanlar ve olaylar her zaman günceldir; ama bu romana, “insanı en iyi anlatan roman” dememin sebebi, ondan uyarlanan veya ondan esinlenen işlerin “Monte Kristo Kontu” kadar iyi olmaması.

İsmail Kılıçarslan

Roman ile ilgili herhangi bir soruya vereceğim cevabın Vonnegut olduğunu beni tanıyanlar bilir. Elbette birçok klasik roman da sayılabilir bu soruya cevap olarak; ama illa tek bir cevap verecek olursak: Mezhaba 5.

Çünkü, zaman içinde savrulan Billy Pilgrim’in hikâyesi, insanın özgür iradesiyle kader arasındaki sıkışmışlığını müthiş şekilde gözler önüne seriyor. “Güzel ve yaşanabilir bir kentin mahvına tanık oldu. Tanıdığı biri, başkasına ait bir demliği aldığı için vuruldu Dresden'de.”

Atakan Yavuz

Ecinniler’in bir kahramanı gibi söyleyecek olursam, insan denilen şu tuhaf varlığı anlamak ne mümkün! Dünya anlaşılmaz olduğu için insani, insan anlaşılmaz olduğu için hâlâ ondan ümidi kesmiyoruz. Ben romanlardan hiçbir sorunun tek bir cevabı olmadığını, hayatın tüm olumsallığı ve zenginliğiyle kucaklanması gerektiğini öğrendim. Roman okurluğunun da tasavvuftaki gibi mertebeleri olduğunu ve her mertebenin kilometre taşı niteliğinde romanlar olduğunu düşünüyorum. Bu on dokuz yaşındayken Don Kişot veya Suç ve Ceza, yirmi dokuzda Huzur, Yüzyıllık Yalnızlık ya da Diriliş, otuz dokuzda Niteliksiz Adam veya Âmâk-ı Hayal olabilir. Giderek bir enkaza dönüşen insanın içindeki karmaşayı, karanlığı ve belli belirsiz güzelliği görebilmek için tek bir kitap önerilebilir mi? Önemli olan bir romana takılmak değil, hayatı “en iyi-iyi” gibi hiyerarşilere sıkıştıran dünya tasavvuruna alternatif bir tavır olarak okumak, dikkat kapitalizmi dediğimiz bu çağda okurluğu bir edim, eylem ve direniş biçimi olarak devam ettirmek. İnsan tek bir cevaba sığmayacak kadar yüce ve anlaşılmaz taraflarıyla güzel.

Secaattin Tural

Sanat, aslında insan denen muammayı anlayamayacağımızı en baştan kabul etmiş ve cevaplardan çok sorulara yönelmiştir, sanatın bir kolu olan EDEBİYAT da şiir yoluyla benzer bir tavır göstermesine rağmen, ortaya çıktığından itibaren sanat dalı olup olmadığı tartışılan “roman” ise insanı, toplumsal ilişkileri anlayabileceğimizi, anlatabileceğimizi öne sürmüştür. Bütün bir 19. yüzyıl geleneksel gerçekçi romanı, büyük realistler ya da klasikler diye nitelendirilen romanlar bu iddiayı taşır. Neyse ki 20. yüzyıl başında Modernist romanın ortaya çıkmasıyla şiirselleşen roman, insanı anlamanın değil, muamma olarak kabul etmenin değerini iade etmişler ve çözümsüzlük ve güçsüzlük estetik değere bürünebilmiştir. Şimdiyse postmodernizmle beraber soru sormanın bile beyhudeliği kendini göstermiştir. Sorunuza gelecek olursak izninizle şöyle cevap vereyim. İnsanın kendisi, çevresi ve toplumla ilişkilerini anladığınızı düşünmeniz için -dikkat edin bir yanılsamadan bahsediyorum- Balzac, Stendhal, Tolstoy, Tanpınar, Yakup Kadri gibi sorunsal/toplumsal romanlar okuyun; toplumdaki eşitsizliği anladığınız düşünmeniz içinse Gorki, Yaşar Kemal, Orhan Kemal vb. toplumcu gerçekçileri. İnsanı anlamak için değil, anlayamayacağınızı kabul etmeniz için ise başta Dostoyevski olmak üzere J. Conrad, Kafka, J. Joyce, V. Woolf, W. Faulkner, Celine gibi yazarlar öne çıkıyor. Türk edebiyatına gelirsek belki tepki göstereceksiniz fakat düşüncemi söyleyeyim: İnsanı anla(yama)mak için okuyabileceğimiz bir Türk romancısı yok, ama Türk insanını anlamak için hayli fazla. Mesele insan mı, Türk insanı mı bir karar vermek gerekiyor. Türk romanı sadece estetik anlamda sıkıntı yaratan “ulusal alegori”ye gömülmüştür. Yani “ben”i değil, “biz”i anlatır. Bunun bir kusur olmadığını F. Jameson’dan biliyoruz, sadece bir tespittir. Hiç kimsenin Dostoyevski ve Kafka’yı okurken o toplumun tarihini ve meselelerini bilmeden kendini bulduğunu hatırlarsak demek istediğim şey daha iyi anlaşılabilir. Son olarak şunu söyleyebilirim ki Türkiye’de Türk insanını anlatan roman vardır, insanı ele alan ise yoktur. O halde büyük Türk yazarları Kafka ve Dostoyevski’yi okumaya devam!

A. Ali Ural

İnsanı anlamak ama hangi insanı! Bencil insanı anlamak için Robinson Crusoe’yu okuyabilirsiniz. Kendine tapan insanı ele veren bir prototiptir. Bir de Allah’a tapan insanın örneği var edebiyatta. Dünyanın ilk felsefi romanı kabul edilebilecek Hayy bin Yakzan’da karşılaşıyoruz onunla. Robinson’un gemisi battı, Hayy’ın sandığı kıyıya çıktı. Robinson geminin enkazından onlarca eşya taşıdı adasına, Hayy sandıktan çıplak olarak dışarı çıktı. Robinson, adasına çıkar çıkmaz tabiatı hâkimiyeti altına almaya çalıştı, Hayy’ı ise tabiat korumasına aldı. Bir ceylanın anneliğiyle büyüdü Hayy. Ev yapmayı, avlanmayı, ceset gömmeyi öğrendi hayvanlardan. Karşılaştırma yoluyla somutlaştırarak düşünmeyi öğrendi. Parçası olduğu bütüne katkı sunarak yaşadı. Sevgiyle yaklaştı hayvanlara ve bitkilere. Yaradılış hikmetleriyle yararlandı onlardan. Yaralı hayvanları tedavi etti, fakat Robinson gibi iyileştiklerinde yemek için değil. Avlanması gerektiğinde çabuk üreyenleri tercih ederek türleri koruma altına aldı. Yiyeceklerini hayvanlarla, suyunu bitkilerle paylaştı. Barınağı olmayan hayvanlara barınak, güneş alamayan bitkilere güneş sağlamaya çalıştı. Robinson kedi yavrularını -fazlası işine yaramayacağı için- öldürürken, Hay, işine yarasın yaramasın her canlının yaşam hakkına saygı duydu.

Diri ve uyanık bir medeniyetin nasıl bir insan üzerine bina edilebileceğini göstermek için yazdı kitabını Endülüslü İbn Tufeyl, Daniel Defoe’den tam beş yüz yıl önce. İnsan ve medeniyet, akıl ve vahiy, özgürlük ve had, eğitim ve tefekkür, felsefe ve din, hakikat ve birey, fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkiyi insanın varoluş sebebini temel alarak irdeledi. Yalnız Daniel Defoe’yu değil, Francis Bacon, Thomas More, Rousseau ve Spinoza’yı peşinden koşturmasının arkasında olsa olsa yeryüzündeki konumunu arayan “insan” vardı.

Ali Şükrü Çoruk

Edebiyat pek çok özelliğinin yanında insanı anlatma sanatıdır. İnsanı tanıma noktasında edebiyatın özellikle roman türünün ciddi bir potansiyel barındırdığı bir gerçektir. Hatta karakterler ve kahramanlar üzerinden insanı anlatma başarısı roman yahut romancı için önemli bir ölçü durumundadır. Bilinçli bir okuyucu elbette kültürel ve coğrafî farklılıkları da dikkate alarak insanın evrensel yönlerini ortaya koyan romanları ayrı bir dikkatle okur ve bu romanlarda kendisinden bir şeyler bulur. Ayrıca romanın insanı anlatma tarafı sadece okuyucuları ve edebiyat araştırmacılarını ilgilendirmemekte, bu yönüyle roman, başta psikoloji olmak üzere pek çok sosyal bilimlere veri sağlamaktadır. Her ne kadar öncülleri çok eski zamanlara dayansa da modern bir edebî tür olan roman üzerinden modern insanı tanımak ve anlamak mümkündür. Bununla beraber romanın bir sanat eseri olduğunu da unutmamak lazımdır.

İnsanı tanıma ve anlatma başarısına sahip romancılara gelince; bana göre Batı edebiyatından;

Sefiller, Vadideki Zambak, Madam Bovary, Babalar ve Oğullar, Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Anna Karenina, Dönüşüm, Ulysses, Kayıp Zamanın Peşinde, Veba gibi romanları sayabilirim. Türk edebiyatındansa; Mai ve Siyah, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Kürk Mantolu Madonna, Huzur, Tutunamayanlar gibi romanları, giriş mahiyetinde bu çerçevede değerlendirebiliriz.

Yunus Emre Özsaray

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i bu sorunun tartışmasız cevabı olur diye düşünüyorum. Kötülük, saf inanç, sorumluluk, tutkular ve daha pek çok duygu romanda karşımıza çıkıyor. İnsanın karmaşık hislerini cerrahi operasyonla gözler önüne sermek mümkün olsaydı, Dostoyevski’nin eseri, bu operasyonun yöntemini göstermekte başucu kitaplarından birisi olabilirdi. Zaten öyle olacak ki Freud, insanı anlamaya dair yaklaşımlarını ortaya koyarken bu eserden fazlasıyla etkilenmiş. Roman karakterlerinin sergilediği çok farklı karmaşık duygular söz konusu... En genel ifadesiyle Dimitri insanın tutku ve arzularını; İvan, şüpheyi; Alyoşa ise inanç, sevgi ve merhameti temsil ediyor. Karakterler, insanın karmaşık hislerinin toplamı gibi. Romanı okurken bir süre sonra yüzleşme başlıyor, sakladığımız gizli yüzlerimiz bütün gerçekliğiyle karakterlerde karşımıza çıkıyor. Kendinden korkmaya başlıyor insan. Bu yüzden aslında Dostoyevski okumak biraz da cesaret istiyor. Gerçeğinle yüzleşebilme cesareti... Herkeste biraz Dimitri’nin şehveti, İvan’ın şüpheciliği, Alyoşa’nın saf iyiliği ve daha fazlası var. Sanıyorum bu yüzden Karamazov Kardeşler, insan doğasını anlama konusunda rakipsiz...

Turgay Anar

“İnsan”, uçsuz bucaksız bir kavram. Ama aynı zamanda olabildiğince sığ. Onun anlamları üzerinde düşündüğümüzde; zamana, içinde yaşanılan medeniyete ve insan olma biçimlerine göre anlamın değişip dönüştüğüne şahit oluruz. Ve asla şunu da unutmamız gerekir: Bir kelimenin tarih içinde değişmeden devam etmesi anlamının da devam ettiğini garantilemez. Olsun ama insana yine de sınır çizilemez ve onu anlamak da devingen bir süreç… Romanlar, insanın kaderiyle hesaplaşmasının ve dünya denilen bilmeceyi anlamanın imkânlarını kurcalar. Bu kurcalama işleminin belki de en verimli tarafı, aslında bu türden iyi eserlerin dış dünyada var olan/inşa edilmiş olan gerçekliği “zihnin gözlerine” yaklaştıran yapılarıyla okurları metnin içine doğru çekmesidir. Okur, bu sihirli sebeple yeryüzünde başka hiçbir canlının sahip olmadığı bir “içgörü” ile kelimelerden örülü metni önce zihninde inşa eder. Özellikle kurmaca metinler, okurlar için bir “zihin inşa biçimidir” bu yüzden de. Bunların içinde benim için iki roman öne çıkar: Don Kişot ve Moby Dick. İkisi de kendi semalarında yalnız!

Güven Adıgüzel

İnsanı en iyi anlatan o romanı henüz okumadığımı sanıyorum. Elbette romancıların bu konuda ne kadar mahir olduklarını biliyoruz. Galiba insan’ı anlatmak kastını, ona ait en mahrem duygular olarak anlıyorum ben ya da bitmeyen çatışmalar. İnsan başka nedir ki? İktidar arzusu, inanç krizi, intihar korkusu, aidiyet hissi ve özgürlük duygusu… Bu çatışmalar üzerinden insanın aklını, ruhunu ve vicdanını sorgulayan ve bunu yaparken hep gri bir alandan konuşan 700 sayfalık sarsıcı bir metinden bahsedeceğim size. İyi bir çevirisi var. Rusçanın, Türkçe halini inşa etmek zor iş. Bu bakımdan Mazlum Beyhan’ın sesinde ikamet eden Dostoyevski’yi seviyorum, gayet anlaşılır ve söyleyiş bakımından derin/zengin geliyor bana. Oldukça yorucu bir metnin içinden zihin çeperlerimize doğru, serin bir ırmak gibi usulca akıyor sanki bu çeviri. Kendi şeytanıyla savaşan insan’ı odağına alan Ecinniler romanı, kurgusu, felsefi derinliği, akıcı dili, diyalogları, dozunda mizahı ve elbette alt metniyle, Dostoyevski’nin zihinsel dönüşümünün en kıymetli verimlerinden. Politik bir roman elbette. Ama sınırları daha geniş bir alanı kapsıyor ya da ihlal ediyor. Evet insan, bütün çatışmaları, çelişkileri ve krizleriyle insan.

Eray Sarıçam

Böyle sorularda genelde çok “büyük” eserler, karakterler ve davalar önce çıkar; ama ben meseleyi biraz “küçülteceğim.” Bizim gibi sıradan insanlara dokunan, günlük hayat mücadelesi veren; ancak buna rağmen asla popülist olmayan, müthiş bir eser: Dostoyevski’nin Öteki kitabı. Küçük insanı; küçük insanın patron, sistem ve kendisi ile mücadelesini psikolojik açıdan ele alan bir kitap Öteki. Capgras Sendromu nedir, bu kitapla öğrenmiştim. Sonra, Cemal Süreya’nın dediği gibi, o gün bugündür huzurum yok. Dinle Küçük Adam diyor ya Wilhelm Reich, işte öyle, beni Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’dan sonra küçük adam ile tanıştıran bir kitap oldu Öteki. Küçük’ün çaresizliği…

Rıdvan Tulum

Bu soruya hem edebi yetkinlik hem de yakın dönem insanlık tarihini etkilemesi bakımından onlarca klasik kitap cevap olarak verilebilir; Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Yüzyıllık Yalnızlık ve benzeri. Türk Edebiyatına da gidecek olursak Kemal Tahir külliyatını neredeyse burada bir çırpıda saymak durumunda kalabiliriz; ama bende olan etkisi bakımından söyleyecek olursam ve illa bu soruya “tek bir roman” ile cevap vermemiz gerekirse… Abbas Sayar’ın Yılkı Atı’nı söyleyebilirim. Bunun sebebi oldukça kişisel, 11 yaşında köydeki Kuran Kursunda Ayet-el Kursi’yi ezberlediğim için köyün imamının hediye ettiği ve benim okuduğum ilk roman bu. “Hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş Doru Kısrak'ın yılkıya bırakılma öyküsü”. Hepimiz gibi…

Hacer Selçuk

Bu sorunun benim için cevabı, çok uzun zamandır Huzursuzluğun Kitabı. Bana göre bu metin, çok gerçekçi bir “insan anlatısı”dır. Romanda insan, bir laboratuvarda içi açılmış ve inceleniyor gibidir. İnsan bir hisler yığınıdır ve kitap boyunca başkahramanın yaptığı tek şey “hissetmek”tir. Hissederek derinleşir, genişler, bulanır. Kendini bilmenin ve bilememenin paradoksunu koyar ortaya. İnsan ne kahramandır ne de bir olaylar zincirinin merkezinde yer alır. Pessoa bir “hikâye” de anlatmaz; çünkü insana dair en sahici şeyin aslında hikâyesizlik olduğunu bilir. İnsan sadece eylemlerle değil, eylemsizlikle; başarılarla değil, boşluklarla da tarif edilir. Yaşarken kendini izleyen, yaşarken “kendine mezar kazan”; kendine bile yabancı bir seyircidir. — Var mı şunu söyleyecek kadar ruhunun sınırlarını bilen: “Ben, kendimim?”

Erol Göka

Sorunuzu okuyunca hemen aklıma hem teorik deneme hem roman yazan bir yazar dostumun şöhretini kurmaca kitaplara bağladığı konuşması geldi. Roman modern zamanların ürünü, modernler ve galiba daha çok kadınlar çok seviyorlar roman okumayı. Çok düşünülmesi gereken, üzerine çok şey söylenebilecek bir konu, insanların niye kurmacayı sevdikleri, kurmacada ne buldukları… Ben her ne kadar meslektaşlarıma mutlaka Dostoyevski ve Herman Hesse külliyatı okumalarını salık versem de (çünkü her iki romancı da insan psikolojisini tanımakta bizden iyiler ve kurmaca güçleri ve anlatımları muazzam) asla iyi bir roman okuyucusu değilim. Kurgunun kendisinden ziyade yazarın iç dünyasına takılıp kalıyorum. Bana bakmayın siz, bunca insan böylesine çok roman okuyorsa sevdikleri, onlara iyi gelen bir şey olmalı. Bibliyoterapi de durduk yere çıkmadı… Genel roman düşkünlüğü için yalnızlık ve hayal dünyasına çekilme bahislerinden yola çıkarak bazı tespitler yapabiliriz, roman okuma yalnızlığı alır, hayal dünyasını doyurur diyebiliriz. Ama ben genel konuşmaktan ziyade kimin hangi romanda, hangi karakteri sevdiğini ele almayı tercih ederim. “Bana sevdiğin roman karakterini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” diyecek kadar ileri götürülebilir bu mevzu…

Zafer Acar

İnsanı anlamak için antik dünyadan bugüne yüzlerce kitap yazılmıştır. Akıl-ruh üzerine yoğunlaşmak Tanrı ile birlikte insanı da keşfetme arzusu taşıyordu. Eflatun ile Aristo bu işin öncülüğünü yaptı. Mekanikçiler için beden mühimdi tabii, kenara itilemezdi, tıp devreye girdi -Descartes ile Locke’u hatırlayalım-. Açıkçası hemen herkes insanı bir ucundan tutup çekiştiriyordu, dolayısıyla her çalışma eksik kalıyordu. Modern çağın çocuğu roman; bu araştırmalara sonradan dâhil oldu, insan ruhuna ise -psikoloji de diyebiliriz- ancak 19. yüzyılda dalabildi. İyi bir roman okuru olduğunu bildiğimiz Freud, edebiyatçıların yardımına koştu, adeta bir yaratıcıya dönüştürdüğü bilinçaltı ile işleri daha bir karıştırdı. İnsan kendinden menkul bir şeydi artık -daha karmaşık-: Birey, yaklaşık dört yüz yılda, “topluca”, yani Batılı düşünürlerin el birliğiyle üretildi. İçe kapanık, sırf psikolojiye yönelen romanların insanı gerçek manada anlatabileceğini düşünmüyorum. İnsan, sosyal-diyalektik bir varlıktır, ancak toplum içinde anlaşılabilir diye düşünüyorum. Bu bakımdan George Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni işaret ediyorum.

Kadir Daniş

Benim kendi okurluk tecrübeme göre roman okuyarak insanı anlamak ancak bir "mozaik" inşa ederek mümkün olabilir. Mesela Dostoyevski'nin romanlarını okuyarak insanın bir veçhesini anlarız, Tolstoy okuyarak başka bir veçhesini. Marquez, Kemal Tahir, Tanpınar, Sait Faik okuyarak daha başka veçhelerini. Farklı farklı yazarların kitaplarından aldığımız bu parçalar birleşerek bizde büyük ve bütünlüklü bir insan portresi oluşturur. Şöyle bir düşününce şahsen aklıma önce Karamazov Kardeşler, Yüzyıllık Yalnızlık, Kurt Kanunu, Savaş ve Barış, Medarı Maişet Motoru ve Kafka'nın Dava'sı geliyor. Ama sadece bunları okusaydım insan benim için çok karanlık, kötücül ve habis kalabilirdi. Onu hak ettiği ışığın altına getiren, gerçi roman değiller ama, Hazreti Mevlana'nın Mesnevi-i Manevi'si, Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun'u, Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'ı, Sadi'nin Bostan ve Gülistan'ı, Hayyam Rubaiyat'ı ve Hafız Divanı'ydı. Bana insanı anlatan romanları ve bu romanların anlattığı insanı, bunlar sayesinde daha iyi anladığımı düşünüyorum.

Hande Yıldırım Önsöz

Azizlik; III. Aleksandros’a dünyasını şaşırtan Diogenes-meşrep “fakirlik” izlekli bir bilgelik, ozanlık, “troubadour”luk mudur yoksa kurumsal mabetlerin, hükümdarların yanı başında filizlenen bir “makam” mıdır?

Christian Bobin’in Yerlerde Bir Aziz’i öyle bir coşkular silsilesi ki en sevdiğim kitaplardan biri ve fakat hâlâ bitiremediğim, hitama ermesine kıyamadığım. Bitmesin diye okuyamıyor, satırların ağırlığından ilerleyemiyorum. Her bir tamlama, her bir analoji; Bobin’le birer müşterek aidiyet oluşturuyor gönlümde “fakirliğe” dair. “Kıyafetlerini dahi bırakıp Tanrı’nın sesini izlemesi” Aziz Françesko’nun, “el-fakru fahri”nin bir vizyonu, bir tezahürü değil midir? Bir zamanlar, içinde bulunduğum daimî hali “hayretten mürekkep bir emsal zevkler güldestesi” olarak tanımlamaya cüret etmiştim. O emsaller, Bobin’in satırlarında zamansız karşılıklarını buluyor.

“Ağırbaşlı, mesafeli bir okuma için iki elin arasında sakin bir şekilde tutulması imkânsız bir kitap.”

Betül Nurata

İçimde hep ideal insan olmanın hasreti var. Elimde değil. O kapının eşiğinde Atticus Finch’e bakıyorum. Gerçek bir baba. Temkinli ama oyuncu. Ölçülü ama sevgi dolu. Söylediği her söz, bilgelikle yoğrulmuş ve yaşanmış.

“Aklı başında kişiler yeteneklerinden dolayı gurur duymazlar.”

“Boş ver oğlum, o sana ne söylerse söylesin, öfkelenmemek senin elinde.”

“Bir insanı anlayabilmek için, o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin”

İnsan yetiştirmek böylesine nasip olur işte. Scout ve Jem’i kıskanmamak mümkün mü?

Sevgili Atticus. İdeal baba, dost, avukat, insan.

Hakikat uğruna yalnız kalmayı göze alabilen, “yalnızca ve yalnızca geçeği savunan”, kibirsiz, asil bir yürek.

“O adama yardım etmezsem Tanrı’nın önüne çıkmamam.”

Bülbülü Öldürmek… İnsan doğasını, adalet duygusunu, vicdanı, toplumun çelişkilerini böyle güzel anlatan kaç roman vardır ki? Çocukluk masumiyetinden yetişkinlerin dünyasına uzanan, insanı kuşatan, üşüyeni ısıtan sıcacık bir yuva. Yetimliğimizi, öksüz yanımızı saran, kadim yaralarımıza dokunan bu romanla insan olmaya yaklaşıyorum.

Aykut Nasip Kelebek

Roman sanatının tarihi, insanı anlama hususunda son derece sarsıcı eserlerle dolu bir tarihtir, dolayısıyla böylesi bir soru her seferinde farklı bir roman üzerinden yanıtlanabilir; Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanını da bu kategorideki metinler arasında kabul ediyorum. Malum, gerçekleşeceğini herkesin bildiği bir cinayetin kimse tarafından engellenmemesini anlatır bu roman. Santiago Nasar’ın kanının kokusu, daha bu kan akmaya başlamadan bütün bir çevreyi doldurur; ancak insanlar bu kanın akmasını engellemek için bir şeyler yapmak şöyle dursun, bu cinayetin gerçekleşmesi yolunda muhtemel bütün engelleri bilerek yahut bilmeyerek ortadan kaldırmakla meşgul olur, adeta bu hususta birbirleriyle yarışırlar. İnsanların güçsüzlüğü, aldırmazlığı ve korkaklığı çok can yakıcı bir şekilde romanın bütününe yayılır; kaldı ki insanın zayıflığına odaklanmayan ve bu zayıflıkları en rahatsız edici şekilde okuyucuya aktarmayan romanlar öyle ya da böyle eksik metinler olacaklardır. Geceyle gündüz birbirine çok yakındır ama aynı zamanda birbirinden çok farklıdır, şölenlerle cenazeler hiç öngöremeyeceğimiz bir biçimde iç içe geçer durur. İşte Kırmızı Pazartesi de insan ruhundaki gediklerin ve hayatın doğasındaki çelişkilerin romanıdır.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.


Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım