Cesur bir mütefekkir: Lütfi Bergen

Lütfi Bergen: “2008-2015 arasında Anadoluculuğun “köycü” perspektifini önce “dirlik” kavramıyla aşmayı denedim.
Lütfi Bergen: “2008-2015 arasında Anadoluculuğun “köycü” perspektifini önce “dirlik” kavramıyla aşmayı denedim.

Bergen, cesur bir mütefekkir. Kaybettiğimiz veya terk ettiğimiz her bir şey hakkında, onun ne işe yaradığını, ondan vazgeçerek aslında nereden uzak kaldığımızı rahatsızlık veren anlaşılırlıkla ortaya koyuyor. Gaflet veya arzu ile yöneldiğimiz eşya, fikir ve davranış ile nerede mekân tutmuş olduğumuzu da gösterir böylelikle.

“İnsan olmak” sorunu, beşeri “nefs-i emmare”- nin sefilliğinden kurtarmak için disipline etmeyi gerektiriyor. Buna karşılık Mü’minun suresinin ilk ayetleri, “emanete riayet etmek”, “verdikleri sözde durmak”, “huşu ile namaz kılmak” gibi göstergeleri temel almaktadır. Diğer taraftan, “insan”ın “cahil-zalim-nankör(- küfr)-kan dökücü” biri olduğu Kur’an tarafından beyan edilmektedir.

Tasavvufî ve ideolojik anlatıların etkisinden kendini koruyarak yürütülmüş bir okuma sonunda yazılan bu metinler bilginin bir tecrübe olmadığına işaret etmektedir. Âdem (as)’e bir bilgi verilmiştir. Verilen bilgi insana “dünya içindeki” tecrübeden önce verili olmuş ve melekler de bu bilgiye hürmeten Âdem’e secde etmişlerdi. Biz Âdem’e verili olan bu bilgi ile (esmae kulleha) son Peygamber (asv)’e verilen Kitap (Kur’an) arasında bir mütekabiliyet aranması gerektiği fikrinden hareket ediyoruz. Âdem’e secde gerektiren bilgi (esmae kulleha) kuşatıcı, kâinatı izah edici, kavramlar koyucu bir bilgi idi. Kur’an da, insan bilgisinin açıklarını kapatan, cehaleti sona erdiren bir kitap olarak indirilmiştir. Her iki bilgi de vahyi ilahîdir. İnsan cahil ve zalim özü nedeniyle bu bilgiye muhtaçtır.”*

"Az Gelişmişlik Üstünlüktür" ve “Ahlâk Ayaklanması” kitabını da aynı adla yayınladı.
"Az Gelişmişlik Üstünlüktür" ve “Ahlâk Ayaklanması” kitabını da aynı adla yayınladı.

Önce, Umran ve Dergâh dergilerindeki yazılarını okur, istifade ederdim. O zamanlar Haluk Burhan müstearıyla yazardı. "Az Gelişmişlik Üstünlüktür" ve “Ahlâk Ayaklanması” kitabını da aynı adla yayınladı. Biz ülkemizin kamusal/siyasal hayatından kovulmuş ve kendimize ikamet edecek bir yer bile bulmakta zorlanıyorken çıkmıştı kitaplar. Hem ekonomi hem de siyasal alanda “küresel” olmaya dair itikat esaslarının havada uçuştuğu dönemlerdi. Benim pek de anlamadığım şekilde Anadoluculuk hareketi içerisinde konumlandırmıştı kendisini. Anlamadığım şey Anadoluculuk değildi, bu fikir akımının kuramcısı sayılanlara da itiraz ediyor olmasına rağmen oraya ait olduğunu söylemesiydi. Anadoluculuk aidiyeti, 11.07.2018 tarihinde www.akkalemler.com adresinde yayınladığı Anadoluculuk ve Türkün Kanadı At isimli makalesinde durumu izah edinceye kadar da bir muamma olarak kalmıştı aklımın bir köşesinde. Uzun zaman ara verdiği yazılarını yeniden okumaya başladığımızda ise Lütfi Bergen adıyla çıkmıştı okuyucunun karşısına. Hâlimize dair bir çıkış yolu önerisiyle birlikte kıymetli şeyler söyleyen ender insanlardan biri.

Ama bir problem vardı; yazdıklarında veya önerdiklerinde değil, iliklerimize kadar işlemiş olan bireyciliğimizle bizde.
Ama bir problem vardı; yazdıklarında veya önerdiklerinde değil, iliklerimize kadar işlemiş olan bireyciliğimizle bizde.

Az Gelişmişlik Üstünlüktür kitabını Ahlak Ayaklanması ile aynı zamanda okumuştum. Modern Batı dünyasının kuvvetli bir eleştirisi vardı ilkinde. Binlerce doymaz midenin bağlı olduğu devasa bir makine gelmişti aklıma. Yeryüzünde an itibarıyla var olan veya ileride kaynak olarak kıymetlenecek her bir şeyi kendini beslemek için hortumlayan bir makine. İstifçiliği, tamahkârlığı, cimriliği, aceleciliği ve belki de bütün bunları kendinde toplayıp bünyeleştiren tüketici olma durumu ile insanın, dile getirsek de kendimize yakıştırmadığımız yüzünü ortaya koyuyordu. Söylediklerinde insanı rahatsız eden husus da yok değildi hani, durduğumuz yerin pek de sağlam olmayabileceğini gösteriyordu. Pekâlâ Müslüman olduğumuzu söyleyip o devasa makinelerin beslenme zincirinde, damarımıza/ dimağımıza bağlı bir janjanlı bir hortum ile dolaşıyor olabilirdik. Yazar ne demişti bilmem ama ben bunu anlamıştım. Sosyolojinin, iktisadın, felsefenin terminolojisini kullanıp da rahatsız etmeyen bir üslup, hemen dikkat çeken yanıydı yazılarının. Ama en önemli hususiyeti (elbette benim okumalarım bakımından) batı eleştirisi yaparken, içimizde kendisine bir yer bulmakta zorlandığımız, hayatla bağını kurmaktan yana sıkıntı çektiğimiz devrimci bir dil girdabına düşmemiş olmasıydı. Fıkıh ve fıkhın kaynaklarından getirdiği delillerle yeni veya yeniden bir hayat inşasının mümkün olduğunu ortaya koyuyordu. Ama bir problem vardı; yazdıklarında veya önerdiklerinde değil, iliklerimize kadar işlemiş olan bireyciliğimizle bizde. Önerilen her şey ev/aile, mahalle, cemaat olma ve şehir inşa etmekle kayıtlıydı. Yani yola çıkmayı geçtim yola baş koymakla mümkün olacak şeyler. Al gülüm ver gülüm yaşıyorken ne gereği vardı ki bütün bunların. Damarımıza/dimağımıza bağlı olan hortumlar çift taraflı çalışıyordu üstelik. Bizden bir şeylerin alınabilmesi için bizi de görmeleri gerekiyordu; besleniyorduk. Yeni bir beslenme modeline geçmemiz ve öncekinden alışkın olduklarımıza dair bir yoksunluğu göze almamız lazımdı. Zor işti.

Ahlak Ayaklanması kitabında elbette Nurettin Topçu’ya bir itirazı vardı. İtirazının neler olduğunu mezkûr makaleden okumak mümkün. Anadolu’ya geldiğimizdeki göçü, tarımı, üretimi, pazarı, şehri ve mahalleyi, toprak sistemini ve yönetim şeklini; onu mümkün kılan cemaatçi yapıyla birlikte anlatıyordu. Uzunca bir süre yazılarına ara verdi de biraz rahatladık.

Fütüvveti, ahiliği, melameti, Yeseviliği, tasavvuf ve tarikatların Osmanlı cemiyet hayatı bakımından önemini, eskilerin aile nizamı dediği hâli, Balkanlar’a uzanan gaza ve fetihleri ondan okuduğumda daha doğru kavradığımı fark ettim.

On sene kadar önce Lütfi Bergen olarak yeniden yazmaya başladığında, en azından okuyucularının aklında kalan o hoş rahatsızlık hissine yeniden kavuştuk ve sarsıldık. Mola yerine geldiğimizde yan taraftaki arkadaşımızın, ‘hadi kalk ayakların açılsın’ uyandırması tadında bir sarsılmadan söz ediyorum. Artık, şehir kurma temelli medeniyet fikrinin daha belirgin bir şekilde kendini gösterdiği yazılar ve onların kitaplaşması.

Bu süreci şöyle anlatıyor Lütfi Bergen: “2008-2015 arasında Anadoluculuğun “köycü” perspektifini önce “dirlik” kavramıyla aşmayı denedim. İsyandan Dirliğe başlığıyla yayınlanan bu kitabın alt başlığını Anadolu’da Yerli Olmak şeklinde belirlemiştim. Bu kitapla Osmanlı toplum düzeninde mahalle-şehir sistemi ve kırsalda tımar sistemi hakkında bir perspektif geliştirdim. “İslâm şehri” paradigmasının getirdiği perspektif, Türkiye’nin üç tarz-ı siyasetini oluşturan akımlara da “Batı kenti”ne öykündükleri için itiraz yükseltmekteydi. Şehir meselesi, bir başlangıç noktası oldu. Böylece, “Batı’nın ilmini alalım” fikrini savunan düşünce ekollerinin Namık Kemal’den beri Batı kentlerini (Londra, Paris) örnek kabul ettiğini, Batı kentlerinin Hz. Peygamber’in inşa ettiği Medine’den, Farabi’nin teklif ettiği “fazıl şehir” tasavvurundan koptuğunu gösterme fırsatı verdi. Şehirle ilgili çalışmalarımda seçtiğim kitap başlıkları da, “Batı kenti-İslâm şehri” ayrıştırmasını vurgulamayı amaçladı: 1) Kenti Durduran Şehir, 2) İnsanın Beşinci Zindanı, 3) Kent-İslâm ve Kapitalizm, 4) Şehir Sünnettir. (11.07.2018 Anadoluculuk ve Türkün Kanadı At / www.akkalemler.com)

Kaybettiğimiz veya terk ettiğimiz her bir şey hakkında, onun ne işe yaradığını, ondan vazgeçerek aslında nereden uzak kaldığımızı rahatsızlık veren anlaşılırlıkla ortaya koyuyor.
Kaybettiğimiz veya terk ettiğimiz her bir şey hakkında, onun ne işe yaradığını, ondan vazgeçerek aslında nereden uzak kaldığımızı rahatsızlık veren anlaşılırlıkla ortaya koyuyor.

Müslüman olmanın, buraya yerleşip vatan kılan insanlar yani Türkler tarafından nasıl anlaşıldığına dair, hemen her yazısında tarihi bir hakikatten hareketle ortaya koyduğu yazılarının benim idrakimde ayrı bir yeri var. Fütüvveti, ahiliği, melameti, Yeseviliği, tasavvuf ve tarikatların Osmanlı cemiyet hayatı bakımından önemini, eskilerin aile nizamı dediği hâli, Balkanlar’a uzanan gaza ve fetihleri ondan okuduğumda daha doğru kavradığımı fark ettim.

Bergen, cesur bir mütefekkir. Kaybettiğimiz veya terk ettiğimiz her bir şey hakkında, onun ne işe yaradığını, ondan vazgeçerek aslında nereden uzak kaldığımızı rahatsızlık veren anlaşılırlıkla ortaya koyuyor. Gaflet veya arzu ile yöneldiğimiz eşya, fikir ve davranış ile nerede mekân tutmuş olduğumuzu da gösteriyor böylelikle.

Fıkhıyla, cemaatleşmesiyle, ailesiyle, pazarıyla, atıyla, tarımıyla, mahallesi ve şehriyle Orta Asya’dan Anadolu’ya topyekûn bir tarih muhasebesi yapıyor Bergen. Bu sahada daha önce yazılıp literatüre girmiş metinleri muhakeme edip yeni şeyler ortaya koyuyor. Batı menşeli hak tasavvurunun (özellikle çocuk ve aile), Müslüman’ı kapitalizmin tüketici bireyi durumuna sabitleyerek aile düzenini yok etmek üzere içtimai ve hukuki alana yedirilmek istendiğine dair ihtarda bulunuyor. Mehrin sembolik bir alana hapsedilerek kadının kapitalist üretim bantlarına kaydırılmasına dikkat çekiyor.

  • Müslüman kadınlara da cazip gelmeye başlayan ve İslam’ın önerdiği aile hukukunu ortadan kaldırmak üzere yola çıkan bir feminist hareketin bizi sarmalamaya başladığını söylüyor ki bu fikre tümüyle katılıyorum.

Teknolojiden mahrum kalmakla ona mahkûm olmak arasındaki en makul teklif, yazara ait. Devletin teknolojisi milletin tekniği ifadesi ile bir yandan insan olarak teknolojinin fıkıh dayatan (ifade kendisine ait) yanına karşı kendimizi muhafaza etmeyi, öte yandan devlet olarak zamanın alet edevatıyla teçhiz edilmeyi mümkün kılan bir öneride bulunuyor.

Teknolojiden mahrum kalmakla ona mahkûm olmak arasındaki en makul teklif, yazara ait.
Teknolojiden mahrum kalmakla ona mahkûm olmak arasındaki en makul teklif, yazara ait.

Hepsi iyi hoş ama benim anlamadığım ve bu yazıyı yazmaya sebep olan bir durum var ortada. Bergen’in söylediklerinin, yazdıklarının yarısına bile vakıf olmayanların allame yerine konulup baş tacı edildiği memleketimizde onun bir yerde ders vermekte olduğunu, mesele anlattığını, fikirlerinin müzakere edildiğini duymamak garip değil mi? Eğer bu durum kendi tercihi değilse (olamaz çünkü her durumda fikirlerini beyan etmeyi vazife edinmiş bir üretkenlikle yazıyor), etrafın ona dair körlüğünü nasıl anlamamız gerekir?

Önerdiklerinin hepsi doğruysa sahiplenmek, yanlışsa tashih etmek, karşı çıkmak gerekmez mi? Yirmi kitap yayınlamış birinden söz ediyoruz. Onun kitaplarını tanıtmak, fikirlerini müzakere etmek bana düşmez. O alanda kitaplık çalışmalar yapan birçok insan var. Kaldı ki, onların bazıları yazılarında, Bergen’e ait görüşleri herhangi bir atıfta bulunmaksızın zikrettiklerini de yazanların adına mahcubiyetle okuyoruz. Fikrin haysiyeti bu kadar mı ayağa düştü? Ele aldığı meselelerin tamamında herhangi bir esaslı fikriniz yoksa karşı çıkmanın mümkün olmadığı sağlam bir yapı var yazılarında.

Acaba fikir sahası mensuplarının derdi ve onları sessiz kalmaya sevk eden asıl mesele bu olmasın? Lütfi Bergen’i okuduktan sonra cevabı siz verin.

* Lütfi Bergen / Bilginin Kaynağı Nedir /Akçağ Yayınları