Duvardaki bant, banttaki muz

Gerçekliğe dair düşünmek dahi gereksizleşti.
Gerçekliğe dair düşünmek dahi gereksizleşti.

Peki, kendisini sonra (post) olarak konumlandıran post-modern paradigma, bütün “önce”lere son kullanma tarihi etiketi yapıştırma cesaretini nereden alıyor? Öncelerden daha üstün olmasından mı? Bize bu üstünlüğü nasıl kabul ettirdi?

Miami’deki Paris merkezli bir sanat galerisinin duvarına bantlanmış bir muzun şöhreti bütün dünyada yankılandı. Maurizio Cattelan’ın “Duvara Bantlanmış Muz” adlı eseri(!) tiye alındı, alay konusu oldu ve bir kara para aklama yöntemi olarak nitelendirildi.

İdrakine varılmadan birer muz da sanatta gelinen bu noktayı yorumlayanlarca düşünce duvarlarına yapıştırıldı. O muzun üzerinde zer’edildiği contemporary art zemini, moderniteyle iletişime geçmek, onunla yüzleşme yürekliliği göstermek ve onu aşma çabasına girmek yerine, moderniteye hiç ilişmeden, onunla yalnız dalga geçip tiye alarak karalayan korkak bir zemindir. Yine tamamıyla contemporary art ile kanıksadığımız bir sanat alanı olan performans sanatı sanatçısı(!) David Datuno’nun o muzu galeri duvarından söküp afiyetle yemesi gibi…

Estetik deneyim, estetik deneyimin karamsar yaratıcısının kurşunuyla yere seriliyor: Kant’ın kurşunuyla. Kant’a göre, bilmek, bilinenin bilenin zihnindeki tecrübesidir. Bilmek, bilinmek istenene dair zihin gözlemlerinden doğan tecrübedir. Zaman ve mekân algılarımızın formlarıdır.

Bir karşı hareket, bir tepki sanki. Oysa iki sanatçının(!) da, biz yorumcu/ izleyicilerin de sevk edici saikleri ve usulleri aynıdır. Biz de contemporary art ile iletişime geçmeden onu tiye alarak karalama korkaklığını seçiyoruz. Tahlil ve tenkit yolu daha zahmetli çünkü… Üstelik ondan önce, önümüzde hesaplaşmadığımız dev modernizm dalgası ve onun da öncesinde modernitenin getirdiği estetik anlayış duruyor. Bütün dünyayı sarmış, hepimizin zihnindeki kavramların onda gömülü olduğu post-modern felsefe, kendisinden önceki bütün felsefeleri eleştirir, yargılar ve kurşuna dizer. Post-modern sanat biçimleri de kendisinden önceki sanat biçimlerine aynısını yapar. Eleştirel yapısökümü huydur onda. Gelmiş geçmiş ve gelecek olan bütün üst anlatılara girişen bir deli iş makinası şoförü gibi... Bütün bütüncül tasarıları, evrensel tasavvurları eleştirel yapısökümü kepçesinde paralayan bir barbardır.

Eleştiri bizi yeni bir araziye götürmez, aynı arazide evsiz bırakır

Evet, riskli olduğunu tespit ettiğiniz bir evi yıkmaya mecbursunuzdur, ama hem kendinizi hem de kendiniz dışındaki bütün insanlığı öylece evsiz bırakamazsınız. İş makinesinin şoför koltuğuna sevdalı, eleştiri kepçesini oraya buraya fütursuzca savurarak nereye sürdüğünü bilmeden barbarca ilerleyen bir deli gibi davranamazsınız.

Yıkıyorsanız yıkımın mesuliyetini de almak zorundasınız. Eleştiri bizi yeni bir araziye götürmez. Aynı arazide evsiz bırakır. Sağlıklı bir tahlil ve tenkit ise her zaman her şeye uygulanmalıdır. Hasar tespiti de yıkım da onarmak yahut yenisi yapmak için yapılır. Hasar tespitini ve yıkımı yapanın onarmaya veya yenisini yapmaya kendi ömrü yetmese bile, elindeki malzemeyi ya da yapıyı kendisinden sonra gelecek olan nesle bırakabileceği en iyi hâl üzere bırakması gerekir. Tahlil ve tenkit edicinin teslimiyeti, ona, bütün dünyayı emniyete alma mesuliyetini yüklenme özgüvenini verir. Özü teslimdir.

Yıkıyorsanız yıkımın mesuliyetini de almak zorundasınız. Eleştiri bizi yeni bir araziye götürmez. Aynı arazide evsiz bırakır. Hasar tespiti de yıkım da onarmak yahut yenisi yapmak için yapılır.

Bu güvenle, her adımının mesuliyetini alır. Her adımıyla kendisi dışındakilere emniyet verir. Çünkü kendini teslim ettiği bir tutamağı vardır. Peki, kendisini sonra (post) olarak konumlandıran postmodern paradigma, bütün “önce”lere son kullanma tarihi etiketi yapıştırma cesaretini nereden alıyor? Öncelerden daha üstün olmasından mı? Peki, bize bu üstünlüğü nasıl kabul ettirdi? Bu anlatı, “kendinden önce” olarak konumlandırdığı bütün üst anlatıların bir yanılgı olduğunu söylüyor. üst anlatının “üstün” olmadığını ortaya atıp paradoksal olarak kendini en üstün, en üst anlatı olarak ilan ediyor. Bunun üzerine daha ne konulabilir ki? Estetik deneyim, estetik deneyimin karamsar yaratıcısının kurşunuyla yere seriliyor: Kant’ın kurşunuyla. Kant’a göre, bilmek, bilinenin bilenin zihnindeki tecrübesidir. Bilmek, bilinmek istenene dair zihin gözlemlerinden doğan tecrübedir. Zaman ve mekân algılarımızın formlarıdır.

 Sadece öznenin zihni ile gerçekliği bilememekle, gerçekliği topyekûn varoluş krizine soktuk.
Sadece öznenin zihni ile gerçekliği bilememekle, gerçekliği topyekûn varoluş krizine soktuk.

Şimdi ontolojiye el sallarken yazının başına döndük

  • Zaman, mekân ve apriori kategoriler bizi yargılara ulaştırır ve bu şekilde biliriz. Evreni oluşturan, yargılarımızdır. Böylece ontolojik öncelik, öznenin zihninin yargıları oldu. Önceki düşüncede dış dünyanın sağlam ve güvenilir bir kaynağı vardı. Dış dünya kendi başına bir gerçeklikti. Düşünce bu gerçekliği algılıyordu.

Evrensel ve zorunlu bilgiye bu şekilde gidiliyordu. Kant’a göre ise, dış dünyanın kendi içinde ne olduğunu bilemeyiz. “Kendinde şey” olarak dünyayı bilemeyiz. O zaman dış dünyanın kesin bilgisini nasıl elde edebiliriz? Kant’a göre, nesnelerin varlığını güvenilir kabul edemesek de zihnimizin onlara dair ulaştığı yargıları biliriz. Bu, nesnelerin değil, nesneler hakkındaki bilgi edinme tarzımızın bilgisidir.

Böylece, bilgi, insan zihnine bağlı kılındı. “Saf ben bilinci”, dış dünyaya dair bilginin koşulu oldu. Kant’ın bıraktığı bu noktadan başka yollara girebilirdik. “Öznenin zihni” dışında da dış dünyayı anlama arayışına yönelebilirdik. Epistemolojiye atılan noktadan sonra biz, ontoloji cümleleri kurmaya başlayabilirdik.

Ama öyle yapmadık. Sadece öznenin zihni ile gerçekliği bilememekle, gerçekliği topyekûn varoluş krizine soktuk. Dil düşüncesindeki dönüşümle beraber, gerçeklik, dilsel bir kurguya dönüştü. Gerçekliğe dair düşünmek dahi gereksizleşti. Şimdi ontolojiye el sallarken yazının başına döndük, gerçekliği yitiren deli şoföre…