Ehl-i sünnet: fırka mı yoksa tavır mı?

​Ehl-i sünnet: fırka mı yoksa tavır mı?
​Ehl-i sünnet: fırka mı yoksa tavır mı?

Abbâsî, Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı tecrübelerinde çok uluslu ve çok kültürlü imparatorluklar seviyesinde ehl-i sünnetin kuşatıcı yaklaşımı tekrar tekrar sınanma ve uygulanma imkânı bularak güçlendi. Bu bağlamda ehl-i sünnet her ne kadar hususî anlamıyla Mâturîdîlik, Eşarîlik ve Selef-i Sâlihîn tarafından benimsenen itikadî manzumeleri ifade etse de İslam’ın bütün dönemlerde hâkim tavrını yansıtan genel anlamıyla bir mezhebi değil Müslümanların tarih boyunca ürettiği fikrî ve kültürel mirası ifade eder.

Hz. Peygamber’in (sav) dar-ı bekâya irtihalinden kısa süre sonra yaşanan gelişmeler Müslümanların temel meselelerde ihtilafa düşmesine sebep oldu. Siyasi ve toplumsal ayrıklıkları tevhit, nübüvvet ve âhiret gibi temel kabullerin yorumuna ilişkin ihtilaflar izledi.

Özellikle siyasi ayrılıklar, başlangıçta iki grubun ortaya çıkmasına sebep oldu: Hâricîler ve Şia. Hâricîliğin temel özelliği, İslam’la birlikte Hz. Peygamber’e, dolayısıyla Allah’a yakınlık ölçütüne göre yeniden şekillenen hiyerarşiyi kabul etmemeleriydi. Bu nedenle Hâricîler olumlu ve olumsuz anlamıyla her türlü taraftarlığın da ilkece reddedildiği bir oluşum olarak temayüz eder ve İslam’ın genel ilkelerinden hareketle bizzat kendileri tarafından belirlenen bir eşitler hiyerarşisi kurmayı amaçlar.

Şia’nın temel özelliği ise Hz. Peygamber’e yakınlığı kan bağına göre tanımlayarak İslam’la ortaya çıkan hiyerarşiyi reddetmeleriydi. Bu bağlamda her iki hareket de velayet ve takva kavramlarını kendi yaklaşımlarına göre yeniden yorumladılar. Öyle ki, Hâricîlerin velayet kavramının kapsamına Hz. Ali (r), Şia’nın velayet kavramının kapsamına ise Hz. Ebû Bekir (r) ve Hz. Ömer (r) girmiyordu.

Mutezile iman, küfür, nifak ve fıskın sınırlarını teorik olarak belirlemekte oldukça hassas olmakla birlikte ne kendi mensupları için ne de başkaları için etkili bir araç olması olarak tekfir yaklaşımı geliştirmemiştir.

Dolayısıyla bu iki ekol de hem kendileri dışındakilere hem de bizzat kendi aralarında bulunan bir kısım farklılıklara karşı etkili bir tekfir geleneği başlatmıştır. Hâricîlerin tekfir ameliyesinde tanımlayıcı kavram, kurallar anlamında şeriat iken Şia’nın tekfir ameliyesinde tanımlayıcı kavram, Ehl-i Beyt’e bağlılık anlamında velayettir. Bu iki mezhebin özelliği aynı zamanda Müslümanlar içinde hem mekân hem de cemaat olarak müstakil gruplar oluşturmalarıdır. Bundan dolayı her iki hareket de sadece itikadî mezhepler oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda fıkhî mezhepler de oluşturmuşlardır.

Bu iki oluşumun yanı sıra gerek siyasî gerekse itikadî ihtilaflar hususunda farklı bir tavır geliştiren önemli bir grup daha ortaya çıkmıştır: Mutezile. Bu akım, siyasî ayrılıklara karışmayan ve kendi köşesine çekilip (itizâl) siyasî ve dinî ihtilafları soğukkanlılıkla yahut adalet ilkesine bağlı kalarak değerlendirmeyi amaçlayan entelektüel bir harekete dönüştü. Mutezile’nin Hâricîler ve Şia’dan iki önemli farkı vardı. Birincisi, Tanrı-âlem ve Tanrı-insan ilişkisini teorik olarak kavramaya yönelerek sonraki yüzyıllarda İslam düşüncesini derinden etkileyecek kelam ilmini kurmalarıdır. Hiç kuşkusuz teorilerinin temelinde adalet ilkesi vardı ve bu ilke, tıpkı Şia ve Hâricîyenin temel kavramlarında olduğu gibi, sadece Kurân ve Sünnetin anlaşılmasında değil, aynı zamanda Sünnetin sübutunu tespitte de yöntemsel bir işlev görüyordu. Dahası, adalet onlar tarafından sadece eşit hiyerarşideki varlıklar olarak insanlar arasında cari bir ilke olarak değil, aynı zamanda ilahî zâtı da içeren ve kelimenin tam anlamıyla küllî bir kural olarak değerlendiriliyordu. İkincisi ise, zaman zaman belli bölgelerde yoğunlaşsalar da esas itibariyle entelektüel bir hareket olduklarından Şia ve Hâricîlerde olduğu gibi müstakil bir cemaat oluşturmamalarıdır. Bu sebeple de Mutezile iman, küfür, nifak ve fıskın sınırlarını teorik olarak belirlemekte oldukça hassas olmakla birlikte ne kendi mensupları için ne de başkaları için etkili bir araç olması olarak tekfir yaklaşımı geliştirmemiştir. Çünkü ilk bakışta zannedilenin tam aksine tekfir, evvelemirde fıkhî bir meseledir. Oysa Mutezilîlerin kendilerine özgü bir fıkhı olmamıştır. Ağırlıklı olarak Hanefî olsalar da başta Şâfiîlik olmak üzere başka fıkhî mezheplere mensup olmaları da şaşkınlık uyandırmaz. Mutezilenin diğer mezheplerden ayrışmasını sağlayan bu iki özellik aynı zamanda ilerleyen yüzyıllarda onun yıkımını da doğuracaktır. Zira açıklaması her ne olursa olsun Allah’ın uymak zorunda olduğu (vücûb alellah) bir adalet ilkesi, Müslümanların maşeri vicdanında kabule mazhar olamamıştır. Öte yandan epistemik cemaat seviyesini geçip hakiki bir toplumsal taban oluşturamadıklarından siyasi iktidarları etkiledikleri zamanlarda bile gerçek bir siyasi birlik kuramamışlardır.

Mezheplerin oluşum sürecinde İslam topraklarının Afrika’dan Hindistan sınırlarına uzanan geniş bir coğrafyayı içerdiğini hatırlamakta yarar vardır.
Mezheplerin oluşum sürecinde İslam topraklarının Afrika’dan Hindistan sınırlarına uzanan geniş bir coğrafyayı içerdiğini hatırlamakta yarar vardır.

Bu mezheplerin oluşum sürecinde İslam topraklarının Afrika’dan Hindistan sınırlarına uzanan geniş bir coğrafyayı içerdiğini hatırlamakta yarar vardır. Çünkü mezhepler Müslümanlar topluluğunun irili ufaklı parçaları olarak ele alındığında Müslüman nüfusun ana gövdesi kolaylıkla ıskalanabilir. Zira Mutezile, Şia ve Hâricîye gerçekte Müslümanların oluşturduğu ana blok içinde yer edinen toplumsal yahut entelektüel cemaatlere tekabül eder.

  • Diğer deyişle bunlar, ana gövdede yer alan oluşumlardır. İşte bu ana gövdeye hicrî ikinci yüzyıldan itibaren ehl-i sünnet adı verilmiştir. Bu anlamda ehl-i sünnet, belirli bir bölgede Mutezilî, Şiî ve Hâricî oluşumların mukabili olarak tezahür etse de bir bütün olarak bir mezhebi değil, diğer mezheplerin de bir parça olarak yer aldığı ana gövdeyi ifade eder.

Nitekim İslam dünyasında pek çok küçük mezhep günümüze kadar varlığını idame ettirmesini Ehl-i Sünnete borçludur. Bunun Anadolu’daki çarpıcı örneği Alevîliktir. Alevîlik, belirli bir bölgede Sünnîliğin mukabili olarak tezâhür etse de modern dönemde açıkça görüleceği üzere Sünnî bloktan koptuğu sürece kendi kimliğini de yitirmektedir. İslam’ın bu ana akımı, Şia’nın Ehl-i Beyt’i esas alan velayet anlayışına karşı inanç ve davranışta Hz. Peygamber’e (s) ittibayı esas alan bir velayet anlayışına, Hâricîlerin bireyin doğrudan idrakini esas alan zahirciliğine karşı, icma ile desteklenmiş derinlikli bir nas yorumunu, Mutezilenin adalet ilkesine karşı ilahî fiillerin tamamını âdil kabul etmekle birlikte ön şartsız kulluğu esas alan teslimiyet anlayışını geliştirdi.

Bütün bunları ise kâmil ve Müslümanlar için nesnel anlamda Hz. Peygamber’de (s) tecessüm eden bir dindarlık anlayışına ulaşmanın vesilesine dönüştürdü. Bu anlamda Ehl-i Sünnet adlandırması, hem anlam hem de uygulama bakımından olabildiğince geniş bir zeminde Hz. Peygamber’e (s) ittibayı esas alan bir dinî hayatı ifade eder. Aslına bakılırsa yukarıda adı geçen bütün akımlar, Hz. Peygamber’e ittibayı esas alır ve Peygamber’in otoritesini kabul etmeyen bir dinî anlayış zaten düşünülemez. Burada sorun, bir yönüyle bize ulaşan verilerin gerçekten Hz. Peygamber’e (s) ait olup olmadığını yani sübutunu tespitle, diğer yönüyle de İslam’ın genel ilkeleriyle uyumunu yani tevilini kavramakla ilgilidir.

Ehl-i sünneti ayrıştıran şey, Mutezile’nin adalet ilkesinden, Şia’nın velayet ilkesinden ve Hâricîlerin zâhirciliğinden kaynaklanan daraltıcı yorumları dinî idrak ve uygulamanın genişliği ve böylece teslimiyetin kuşatıcılığı lehine terk etmesidir.

Ehl-i sünnetin bu genişletici ve kuşatıcı yaklaşımı, Müslümanların ilk iki yüzyılda düçar olduğu tekfir hastalığını tedavi etti. Bilhassa üçüncü yüzyılda Ehl-i Kıbleyi tekfir etmemek üzerine geniş tabanlı bir uzlaşıya varıldı.

Bu anlamıyla ehl-i sünnet, dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerin sübutunu inkâr etmemek kaydıyla yorum (tevil) farklılıklarından dolayı ortaya çıkan grupları tekfir etmemek anlamına gelir. Gazzâlî ve İbn Teymiyye örneğinde görüldüğü gibi ilerleyen yüzyıllarda ehl-i sünnete mensup âlimler zaman zaman tekfir silahını kullandılar. Fakat bunlar, daima kısa süreli oldu ve tekfir edilen kişi ve zümrelerin görüşlerinin bir tevile dayandığı anlaşıldığında tekfir yerini ya sadece ihtilafa ya hoşnutsuzluğa ya da uzlaşıya bıraktı. Bu durum, ehl-i sünnetin İslam’ın en kuşatıcı yorumu olmasına ve diğer ekollerce ifade edilen görüşleri de kuşatıcı yorum içinde yer bulabildiği takdirde içleştirmesine imkân verdi. Öyle ki, Mutezile, adalet ilkesinin doğrudan sonuçları olan katı görüşleri bir kenara bırakıldığında hicrî dördüncü yüzyıldan itibaren ehl-i sünnetin bir parçası haline gelmeye başladı. Filozofların başlangıçta, İslam’ın temel esaslarına aykırı addedilen ve Gazzâlî tarafından tekfir edilen veya bidat sayılan görüşleri, bir kısmı bizzat Gazzâlî tarafından olmak üzere sonraki yüzyıllarda ehl-i sünnet büyük düşünürleri tarafından benimsendi ve bu geleneğin bir parçası haline geldi.

Ehl-i sünnetin bu genişletici ve kuşatıcı yaklaşımı, Müslümanların ilk iki yüzyılda düçar olduğu tekfir hastalığını tedavi etti.
Ehl-i sünnetin bu genişletici ve kuşatıcı yaklaşımı, Müslümanların ilk iki yüzyılda düçar olduğu tekfir hastalığını tedavi etti.

Kindî, Fârâbî ve bilhassa İbn Sînâ gibi filozoflar on ikinci yüzyıldan itibaren ehl-i sünnet tarafından temsil edilen siyasî ve toplumsal yapıların büyük filozofları haline geldiler. Helenistik dönemde Zerdüştî öğretilerin yeniden dirilişini ifade eden sudûr teorisi, İbnü’l-Arabî tarafından İslam’ın temel esasları doğrultusunda yeniden yorumlanarak Sünnî tasavvuf geleneğinin gözde teorisi olan vahdet-i vücuda evrildi. Mutezile, İslam’ı Yunan’a açmıştı; Ehl-i Sünnet ise, insanlığın ulaşılabilen bütün mirasına açarak evrensel bir İslam düşüncesi birikimi oluşturdu. Bu oluşumun gerisinde Sünnî geleneğin icma kavrayışına kazandırdığı dinamik yön bulunur. İlkelerin sâbit ama bu ilkelere ait yorumların dönemlere göre gelişime, değişime ve dönüşüme açıklığını barındıran bu dinamik icma tasavvuru, hem daraltıcı yorumların hem de olabildiğince esnek yorumların siyasî ve toplumsal seviyede temsiline imkân verdi.

Abbâsî, Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı tecrübelerinde çok uluslu ve çok kültürlü imparatorluklar seviyesinde ehl-i sünnetin bu kuşatıcı yaklaşımı tekrar tekrar sınanma ve uygulanma imkânı bularak da güçlendi. Bu bağlamda ehl-i Sünnet her ne kadar hususî anlamıyla Mâturîdîlik, Eşarîlik ve Selef-i Sâlihîn tarafından benimsenen itikadî manzumeleri ifade etse de İslam’ın bütün dönemlerde hâkim tavrını yansıtan genel anlamıyla bir mezhebi değil Müslümanların tarih boyunca ürettiği fikrî ve kültürel mirası ifade eder.

Bu miras, küffara karşı cihatla Müslümanlığın, nefse karşı cihatla dindarlığın, birey ve toplumun idaresinde adaletle insanlığın, dayanakları ve sonuçlarını kavramayı sağlayacak bir hilim, teenni ve hazımla düşünen zihnin idamesini öngörür.