Erbakan tek. Siz hepiniz!

Mühendis, akademisyen, siyasetçi olan Necmettin Erbakan, Türkiye Cumhuriyeti'nin 54. başbakanıydı.
Mühendis, akademisyen, siyasetçi olan Necmettin Erbakan, Türkiye Cumhuriyeti'nin 54. başbakanıydı.

Her devri görmüş o yaralı ruhların toplantısında, işaret fişeğini kim yakacak sorusunun sorulduğu o büyük toplantıda Eşref Edip’in “Necmi Beyefendi uygun isimdir” önerisine oradaki herkes olur vermişti. Uzun bir direnişin, derin bir sabrın nihayet hurucuydu yani. Bizden aldıklarını, adım adım geri almanın ilk hamlesiydi.

Milletin kabul olmuş duası.

O şarkının nasıl söyleneceğini hiç kimsenin bilmediği zamanlarda ortaya çıktı. Öncekilerden devraldığı hiçbir şey yoktu. Ne kimse başında durup şöyle yap dedi, ne kimse yanında durup yolunu açtı.

Önce kendisinin ‘Hoca’sı, sonra tüm Türkiye’nin ‘Hoca’sı oldu. El yordamıyla, düşe kalka ilerledi. Kapıyı kendi açmış, yolu kendi çizmiş, yola kendi çıkmıştı. Yaşadıkları köylerden burunlarını bile çıkarmaya cesaret edemeyen Anadolu insanına “bu ülkenin gerçek sahibi sizsiniz, bu ülkeyi yönetebilirsiniz” gerçeğini ilk söyleyen adamdı yani. Erbakan’dı. Dünyaya karşı dikilmiş bir özgüven anıtıydı.

Namaz kılan profesör.

Şimdilerde hiçbir şey ifade etmiyor biliyorum ama “Namaz kılan profesör” radikal modernleşmeci Kemalist kafanın bütünüyle silip kenara atmayı başardığı bir düşünce olacaktı, olmadı.

Kur’an’ı bile yasaklayan Cumhuriyet, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin koridorlarında babası Cumhuriyet hâkimi bir gencin takunya sesleriyle abdest almaya gideceğini asla öngörmüyordu.

Bir insan hem ‘en ileri’ üniversitelerde okusun hem de gerici olsun, olur şey değildi. Kur’an’ı bile yasaklayan Cumhuriyet, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin koridorlarında babası Cumhuriyet hâkimi bir gencin takunya sesleriyle abdest almaya gideceğini asla öngörmüyordu. Öngörmedikleri oldu ama. Sonraları “bu takunyalı da çok oldu” dedikleri gibi oldu her şey. Bu takunyalı çok oldu, önce binler, sonra milyonlar.

Bir insan hem ‘en ileri’ üniversitelerde okusun hem de gerici olsun, olur şey değildi.
Bir insan hem ‘en ileri’ üniversitelerde okusun hem de gerici olsun, olur şey değildi.

Bin yıllık bir sesle konuşuyordu.

Komikti. Espriliydi. İnce bıyıkları gibi ince bir sesi vardı. Şimdi gözden kaçmıştır belki ama “selamünaleyküm”ü bile hafızalarımıza o iade etti. Rical-i devletten birinin ağzından “Allah” sözünü uzun yıllar sonra ilk defa ondan işittik. 11 Ocak 1997’de, Türkiye düşmanlarının sinelerine bir yumruk gibi oturan süper bir hareketle başbakanlıkta hoca efendileri ağırladı. Cumhuriyet’e yanlış ezberlerini adım adım unutturmaya çalıştı. Artık başka hikâyelerin figüranı olmak isteyen Türkiye’ye kendi hikâyesinin kahramanı olma fikrini yeniden hatırlattı. Milletin hafıza defteriydi yani.

O şarkının nasıl söyleneceğini hiç kimsenin bilmediği zamanlarda ortaya çıktı.
O şarkının nasıl söyleneceğini hiç kimsenin bilmediği zamanlarda ortaya çıktı.

Gördüğünüz gibi bitmiyoruz abiler.

Beckett’i mezarında ters çevirecek çelik gibi bir iradesi vardı. İlk kurduğu siyasi parti, birkaç ay sonra kapatıldı. Sonra yeni bir parti kurdu. O da kapatıldı. Ardından yeni bir parti kurdu ve başbakan oldu. Başbakanken de partisi kapatıldı. Hapis cezası aldı, siyaset yasağı konuldu.

  • O yılmadı yeni bir parti daha kurdu. O da kapatıldı. Partileri kapatıldıkça o yeniden kurdu. Her seferinde “Atımızı alan, yolumuzu da almadı ya” dedi. Yenilgi yenilgi büyüyen zaferin ta kendisiydi.

Uzun düşünülmüş bir yolculuktu.

1960’lı yılların sonlarında ufak bir ev odasında, az sayıdaki davetlinin konusu ‘ne yapılması gerektiği’ ve buna kimin öncülük edeceği idi. Uzun bir yolculuk düşünülüyordu. İstiklal Şairi Mehmet Akif’in yakın dostu Eşref Edip de oradaydı. Her devri görmüş o yaralı ruhların toplantısında, işaret fişeğini kim yakacak sorusunun sorulduğu o büyük toplantıda Eşref Edip’in “Necmi Beyefendi uygun isimdir” önerisine oradaki herkes olur vermişti. Uzun bir direnişin, derin bir sabrın nihayet hurucuydu yani. Bizden aldıklarını, adım adım geri almanın ilk hamlesiydi.

El feneriydi, akla düşen süper fikirdi.
El feneriydi, akla düşen süper fikirdi.

Dünyaya atılmış şık bir çalım.

Tanzimat’tan başlatın da ta Lozan’a kadar Türkiye’ye kurulan iki yüzyıllık bütün tuzaklara şık bir çalımdı. “İğne bile üretemeyiz” diye öğretilen Türkiye’ye kendi motorunu yapabileceğini söyledi önce. Engellendi. Çözümün TOBB Genel Sekreterliği’nden geçtiğini görünce önce oraya, orada engellenince Konya’dan siyasete atıldı. Milletin karşısında kurulan bütün iktidarlara karşı durdu. Sadece siyasi parti değil, Müslümanların ilk televizyonundan ilk iş adamları derneğine, ilk sivil toplum kuruluşundan ilk düşünce kuruluşuna, ilk büyük şirketlerinden ilk gazetelerine kadar her şeyin yolunu o açtı. El feneriydi, akla düşen süper fikirdi.

D-8 gibi bir yumruk attı dünyanın küresel efendilerine.
D-8 gibi bir yumruk attı dünyanın küresel efendilerine.

Hayal kurabilen son Türk.

Sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya kurulan tuzaklara atılmış bir çalımdı. Siyonizm belasına, yarım yüzyıl önce dikkatleri ilk o çekti. Yerli fikirleri vardı ama çözümleri yerel değildi. D-8 gibi bir yumruk attı dünyanın küresel efendilerine. Yola çıkmamış olabilir, tam randımanlı çalışmamış olabilir ama ‘yapılabileceğini’ gösterdi en azından. “Hedefiniz İkinci Yalta Konferansı’nı düzenlemektir” demek nasıl bir ufuk, nasıl bir iddiadır?

  • Devrimci bir ruh ve titiz bir isyan aranacaksa Erbakan’a bakmak yeterlidir aslında, uzağa gitmeye gerek yok. Batı karşısında kompleks yaşamayan ilk adamımızdı.

Ortak rüyamızın gerçeğe yansımasıydı.

1950’li yılların ortasında. Gümüşhanevi Tekkesi’nin mütevazı sofasına parlak kravatlı, şık takım elbiseli ve traşlı bir adam ağır adımlarla girdiğinde, bakışların çevrildiği o adam Erbakan’dan başkası değildi. Bizzat şeyh efendiyle görüşüp, iltifatına mazhar olan bu modern görünümlü şık ve zarif adam, hepsini değilse de bazı mollaları rahatsız etmişti. Mollalar içten içe homurdandığında, kılık kıyafeti bile düzgün değil diye. Şeyhin yorumu bütün sesleri kesmişti: “Necmettin’in vazifesi de odur.” Bin yıllık bir sesle konuşuyor, bin yıllık bir arka planın önünde fotoğraf veriyordu.

Sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya kurulan tuzaklara atılmış bir çalımdı.
Sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya kurulan tuzaklara atılmış bir çalımdı.

Surda açılan mukaddes gedikti.

Devlet adamıydı. Türk siyasi tarihinin en sıkıntılı günlerinden birinde, ülke topyekûn inanılmaz gerildiğinde, gazeteler ve televizyonlar kurmaca irtica haberleriyle sanal tehlikeler inşa ettiğinde, Anayasa Mahkemesi iktidardaki Refah Partisi’ni kapattığında, dakikalar sonra geçtiği televizyon ekranlarında “Olay aslında tarihin akışı içerisinde fevkalade basit bir olaydır. Huzuru muhafazaya her zamankinden daha fazla riayet etmeliyiz” diyebilmişti.

Bu ülkenin etrafına örülen kuşatmayı bütünüyle yaramamış olabilir belki ama derin bir gedik açmayı başardı o surda. Nezaketi ve beyefendiliği arasında bütün dünyaya meydan okuyacak bir kahramanlık saklıydı. Sonra öldü ve hepimizi işten attılar.