'Göçüm' derdi

Nine, beklediği bir misafiri gelmişçesine mutlu hâlde buyur etti Süleyman Abi ve Abdi’yi. Elini öptüler ninenin.
Nine, beklediği bir misafiri gelmişçesine mutlu hâlde buyur etti Süleyman Abi ve Abdi’yi. Elini öptüler ninenin.

Abdi usulca eğildi tekrar Ümmühan Nine’nin yanına… Ağladı, ağladı; o ağladı, nine ağladı. Yurtta kaldığı zamanlara, seccadeyi saklayıp merdivenin altında namaz kılışlarına, iki zeytin bir parça ekmek ile sahur yapışlarına… Okulda ders bitip de dönünce yemekhanede şapşal sırıtıp “yemek bitti, sabah kahvaltı yaparsın” diyen yemekhane aşçısına… Ağladı. Ah keşke babaannesi olaydı Ümmühan Nine.

“Müftü Camii” düştü arefe günü akşam yüreğine Abdi’nin… Mahallenin en güzel köşesinde, adı vaktin müftüsü Hacı Süleyman Hakkı Efendi’nin caminin inşa edilmesinde amel ettiği gayretinden hâsıl, Müftü Camii… “Sabah namazını da orada kılarım” diye karar etti. Sabah kalktı, abdestini aldı. Çıktı usulca evden. Camiye doğru hareket etti. Vardı. Ağaçlarda, şadırvanda, avluda ve sokaklarda bayram sabahının henüz ağarmamış seher sevinci vardı.

Sabah kalktı, abdestini aldı. Çıktı usulca evden. Camiye doğru hareket etti. Vardı. Ağaçlarda, şadırvanda, avluda ve sokaklarda bayram sabahının henüz ağarmamış seher sevinci vardı.


Taze havayı coşkuyla aldı. Çekti ciğerlerine, çekti, çekti. Cami avlusunun hemen yanı başındaki sokakta kaldı gözleri bir an. Neden, bilmedi. Ama gözü o sokağa ve özellikle iki katlı eski han evine takıldı. Giriş katında sarı bir ışık yanıyordu. “Namaz hazırlığında birileri var belli ki” diye içinden geçirip üzerinde durmadı. “Bayram namazını tenhada, şatafatsız kılalım da Ramazan medresesinin beratını sadelikle nişan edelim” diyenlerin hani, meşhur camilere değil de buraya toplandığı Müftü Camii…

Ve sonra ezelden tanışanların kucaklaşarak bayramlaştığı, namaz çıkışı sanki herkesin bildiği ve yapması gerektiği kuralların doğal akışında yekten simitçiye ve oradan da çaycıya geçtikleri… Bayram sabahının ilk çayını tüm mahalle ahalisi ve şehrin değişik yerlerinden gelerek bayram namazını bu tarihi semtte eda etmek isteyenlerin, semt meydanındaki çaycının, börekçilerin, simitçilerin caddeye serdikleri iskemle ve masalarda içerek dededen kalan samimiyetle muhabbet ettikleri… Kiminin içi buruk, kiminin masası eksik… Lâkin yüreklerde misk-i amber misali tüten inci mercan saklı… Öylece bir rahmet sabahında bayramlaştığı… Bayram sabahıydı.

***

Tüm bu coşkunun öte yanında, asırlık evin giriş katında… Hani Müftü Camii’nin avlusunun yanındaki sokağın o han evinde… Dizleri merdivenleri çıkmaya takati olmadığından cümle kapısının sağındaki odaya yerleşiveren… Gözlüğü, nüfus cüzdanı, rahmetlinin nüfus cüzdanı, tespihi ve mendiline sarılı sağdan soldan gelen üç beş kuruş para olan küçük çantası… Sürahi… Bardak… İki çiviyle duvara tutturulmuş rafın üzerinde Kuran-ı Kerim… “Beni çok incitenler oldu” diye fısıldadı 83 yaşına gelen nene. “Beni çok üzenler oldu.” Yıllar sonra, hiç olmazmış gibi dururken yine gelen ve yeniden kavuşurcasına, bir rüya misali karşılaştığı bu bayram sabahını görünce, unuttu her şeyi. İki damla yaş süzüldü. Gözünden yıllar aktı, titreyen ellerinde bir veda havası vardı. Mahzun geçen yıllara ağladı.

Cami avlusunun hemen yanı başındaki sokakta kaldı gözleri bir an. Neden, bilmedi.
Cami avlusunun hemen yanı başındaki sokakta kaldı gözleri bir an. Neden, bilmedi.

“Bir varmış bir yokmuş” dedi usulca. “Yaaa” diye iç geçirdi. Dik sokaklardan mahalle çeşmesine hacdan gelen kervanları karşılamaya gider gibi coşkuyla koşmuştu oysa nice ikindi vakitlerinde… Kuru kahve ve biraz üzerlik almak için gittikleri üst mahallenin pazarında nice hısım, akraba, ahbap ile karşılaşmış lakin karışmamıştı kızçe vakitlerinde. Sessizce çöktü pencere önündeki mindere. Yıllarca, üzerine kar yağıp altında tipi savuran sokak lambasının cama vuran şavkı altında zikirlere daldığı erbainlerin sabahında, az biraz tarhana çorbası ile yeniden ve yeniden başladığı hayat… Şimdi ne tarhana kaldı ne erbain gecelerin zemheri ayazlarında yanan meşelerin kokusu… “Ah Mustafa. Mustafa’m…” diyebildi sadece…

***

Abdi, namaz sonrası camiden çıktı ve cemaatle birlikte yürüdü. Simit sırasına girdi. İki önünde, sanki tanıdık bir sima vardı. Ancak emin olamadı. Seslense. Ya o değilse. Bayram sabahıydı, terslemezdi herhalde o değilse de… “Süleyman Abi!” dedi Abdi. “Süleyman Abi!” Oydu. Döndü Süleyman Abi’si. “Ah! Abdi! Sen misin?” “Benim abi! Nasılsın? Emin olamadım ama bi’ sesleneyim dedim”

Süleyman abisi, ardındaki abiye verdi sırasını ve bir sıra geriye, Abdi’nin yanına geldi. Sarıldılar, bayramlaştılar. “Sen de mi bayram namazı için bu tarafa geldin abi?” diye sordu Abdi. “Hem öyle, hem de şu yukarıda bizim rahmetli Mustafa’nın anacığı oturuyor. Mustafa vefat edeli her bayram sabah bu tarafa gelir, bayram namazını burada kılar sonra da anacığı ziyaret ederim. Bayrama böyle başlarım” dedi. “Gel istersen, birlikte gidelim.” “Olur abi” dedi Abdi. “Gidelim.”

Simitlerini aldılar, hemen oracıkta ince belli ikişer bardak çaylarını da içip iş güç siyaset konuşup, bir ekmekle iki simit de paket yaptırıp yekten rahmetli Mustafa’nın anacığının evine doğru çıktılar. Ev, namazdan önce Abdi’nin gözüne takılan, Müftü Camii’nin avlusunun yanındaki evdi. Abdi sebepsiz heyecanlandı. Geldiler, kapıya vurdular. Beklediler. Sonra kapı açıldı yavaşça… Nine, beklediği bir misafiri gelmişçesine mutlu hâlde buyur etti Süleyman Abi ve Abdi’yi. Elini öptüler ninenin. Hemen girişteki minderlere çöküverdiler. Hâl hatır sordular. Mukabele aldılar. Bir an sessizlik oldu. Nine “Mustafa… Ah Mustafa!” dedi. “Bu kadar mı çok zorundaydık?”

  • Süleyman Abi, Mustafa’nın hikâyesini anlattı sonra kısaca Abdi’ye: “Mustafa, 1960’lı yıllarda Almanya’ya giden ilk işçilerdendi. Tahta bavul, birkaç fanila, iç çamaşırı, kışlık el örmesi dört çift çorap, mendil, havlu, terlik, iki gömlek, iki kazak… İlk yıllar mektup, birkaç yıl sonra izin… İzinlerin birisinde evlendirdiler Mustafa’yı. Hanım bir ablamızla. Buradan, şehrimizden. Çok sevdiler birbirlerini. Üç çocukları oldu. İki oğlan bir kız. En küçük oğlan senin yaşlardadır. Sonra bir izin dönüşü, Almanya’ya kara yoluyla tabii o zaman. Kendi araçlarıyla giderken, o zaman Yugoslavya mı Makedonya mı bir yerlerde kaza yapmışlar. Tabii telefon da çok yok bugünkü gibi. Arabada kendilerinden başka bir de kızları varmış.

Bunlar yola çıktıktan neredeyse bir ay sonra bir mektup geldi Almanya’dan. Kargacık burgacık. Ne diyor ne anlatıyor belli değil. Meğer kız, Gülistan yazmış mektubu. Kaza yaptıklarını oradan öğrendik. Annesi ve babası Mustafa ölmüş. Gülistan’ı Almanya’da annesinin yanında çalıştığı Alman kadın almış. Cenazeler gavur devletinde, Makedonya mı Sırp mı artık hangisi bilmiyorum, morgdaymış. Sonra oradaki gurbetçi akrabalara hemşerilere söylemişler. Cenazeler alınmış. Yoldaymış. Geliyormuş. Sonra geldi cenazeler. Bir minibüsün üzerinde. Ağladık. Ağladılar. Hele o en küçük oğlan, dikilmiş annesinin tabutunun yanına, hem boncuk boncuk ağlıyor hem parmaklarını oyun eder gibi tabuta vuruyordu.

Hiç gitmez gözümden. Defnedildi cenazeler. E tabii kalana daha zor bu işler. Çocukları okutmaya para yok. Oğlanları yurtlara verdiler. Bir daha da bu ninecik arkalarını arayamadı. Kim bilir neredeler, kiminle birlikteler, sağlar mı, öldüler mi?.. Gülistan uğramıyor buralara. Çok üzülüyormuş. Gönlü kaldırmıyormuş. Oğlanların birisi intihar etti dediler. En küçük nerede bilen yok. Ha bir de o zaman cenazelerin masraflarını üstlenen Gülistan’ın dayısı, Gülistan’dan yıllar sonra cenaze masrafların istemiş… Küslermiş herhalde şimdi. Bilen soran yok. Ya… İşte Mustafa’nın hikâyesi böyle.”

Böyleydi işte hikâye. Esasen böyle değildi ya, bu kadarı sığdı bayram sabahına. Sonra Abdi usulca eğildi tekrar Ümmühan Nine’nin yanına… Ağladı, ağladı, o ağladı nine ağladı. Yurtta kaldığı zamanlara, seccadeyi saklayıp merdivenin altında namaz kılışlarına, iki zeytin bir parça ekmek ile sahur yapışlarına… Okulda ders bitip de dönünce yemekhanede şapşal sırıtıp “yemek bitti, sabah kahvaltı yaparsın” diyen yemekhane aşçısına… Ağladı. Ah keşke babaannesi olaydı Ümmühan Nine.

Simitlerini aldılar, hemen oracıkta ince belli ikişer bardak çaylarını da içtiler.
Simitlerini aldılar, hemen oracıkta ince belli ikişer bardak çaylarını da içtiler.

Yitip giden yıllar, devrim gibi sürgünler, çaresiz gidişler… Acılar, hikâyeler, sabır, özlem… Abdi ve Süleyman Abi’si evden çıktılar. Vedalaştılar. Abdi eve yürürken “Belki de ne çok Endülüs var insanlık hikâyemizde. Ne çok gurbet, göçeli beri ne çok terk ediş. Ve ‘Endülüsler’ çınlıyor her parçamızda kana kana. Doyasıya vücut veriyoruz şiirlerimize, hasretlerimize, travmalarımıza ve göçlerimize… Köprülerde, yollarda, nehirlerde… Tarihin sinesinde aziz hatıralar saklıyor ve hazinelendiriyoruz. Bu göç bitmiyor üstelik, bir göçle de bitmiyor; Gana’dan, Somali’den, Libya’dan, Sudan’dan… İstanbul’dan, Şam’dan, Bağdat’tan, Kandahar’dan, Kabil’den… Bu göç bitmiyor. Kimi sahillere vuran, kimi Avrupa’nın ıssız topraklarına savrulan çocukların öksüz çığlıklarında inşa oluyor asırlar… Biz ne çok göçüyoruz…” diye geçirdi içinden. “Ölümüne göçüyoruz, bir döndük mü bir daha neden gelemiyoruz?”