Görmezden gelinen mabed bekçisi: Tarık Buğra

Tarık Buğra
Tarık Buğra

Mahkûm edilmesi gereken bir yazardı Tarık Buğra. Öldürülmesi. Yok, edilmesi, yok sayılması gereken bir yazardı. Ama büyük Türkçesinin karşısında bunu yapamadılar.

“Soruyorlar: Arapça “hakikat”in yerine Türkçe “gerçek” kullanılsa ne kaybederiz? Ah kurnaz bebek; ne mi kaybederiz? Hakikat’i…”


1. Küçük Ağa’nın yazarıydı

1918’de Akşehir’de, Erzurumlu Mehmet Nazım Bey ve Akşehirli Nazike Hanım’ın oğlu olarak doğdu.

İyi bir kütüphanesi olan iyi bir adamın oğluydu. Mesnevi, Tarih-i Cevdet, Namık Kemal eserleri, Safahat, Piyale, Rübab-ı Şikeste ve diğerleri. Bu iyi kütüphanenin hemen kıyısında geçti çocukluğu. Dostlarıyla bir araya gelip Yunus’tan ilahiler okuyan bilge bir annesi vardı.

Lise okul birinciliğiyle tamamlanır. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırır sınavsız. Tıp Fakültesi günleri, daha çok yaklaşan büyük yazarın kahvehanelerde dolaşmasına şahitlik eder.


“Adı güzel kendi güzel Muhammed’e başladılar mı, şevklenir, neşelenir, nurlanırlardı. Aklımız ermezdi elbette ama bir tohum çatlayacak gibi gelirdi” demişti. Babası, kendisine küçük pasajlar okurdu devamlı.

2. İbiş’in Rüyası’nın yazarıydı

Liseyi yatılı olarak İstanbul Lisesi’nde okudu. Lisede iki şeyi fark etti ilk defa: Biri Türkçe diğeri aşk. Lise ikinci sınıfta gördüğü kıza vuruldu. Elbette gönülde oldu, gönülde kaynadı ve gönülde bitti hikâye. Aynı tarihlerde yatılı bölümler kapatılınca Konya Lisesi’ne geçer mecburen. Lise okul birinciliğiyle tamamlanır. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırır sınavsız. Tıp Fakültesi günleri, daha çok yaklaşan büyük yazarın kahvehanelerde dolaşmasına şahitlik eder. Liseden Türkçe öğretmeni Rıfkı Melül Meriç’le İstanbul’da karşılaşır. Meriç de eski bir tıbbiyeli olarak bu genç tıbbiyeliyi Küllük Kahvehanesi’ne götürür. Efsane Küllük günleri böylece başlar.

3. Firavun’un İmanı’nın yazarıydı

Yahya Kemal’i, İbnülemin’i, Fuat Köprülü’yü, Tanpınar’ı ve daha pek çoklarını burada tanır. Haliyle kısa sürede Küllük’ün müdavimi olacaktır. Küllük’te kumara da başlar. Okul askıda kalır, borçlar birikir… Küllük’ün serkeş atmosferine kendini kaptırmıştır. Bütün zamanını geçirdiği Küllük yüzünden derslere giremez. Yılsonu sınavlarına da girmez haliyle. Sonunda Tıp Talebe Yurdu’ndan atılır. Sıkıntılı günler bu kez ağırlığıyla hissedilir. Bazen parklarda, bazen de Küllük’te sandalyeleri birleştirerek yatıp kalkar. Neyse ki kısa zaman sonra Fatih Medresesi’nde kalmaya başlar. Ama işler düzelmez.

İkinci yıl yine kaldığı için bu kez Tıp Fakültesi’nden ayrılmak zorunda kalır. O da gidip Hukuk Fakültesi’ne yazılır. 4 yıl kadar devam eder ama oradan da mezun olamaz. Küllük’e devam eder.

4. Gençliğim Eyvah’ın yazarıydı

Bu serserilik günlerinde yazarlık mayasının tuttuğunu söyleyecektir yıllar sonra. “Küllük beni babamın kitapları kadar beslemiştir” diyecektir.

Lisede iki şeyi fark etti ilk defa: Biri Türkçe diğeri aşk.n
Lisede iki şeyi fark etti ilk defa: Biri Türkçe diğeri aşk.n

Okullar bitmez, dertler de öyle… Borçlar artar. Bütün dünya ikinci kez harbe tutuşmuşken, o Elazığ’a, baba evine döner. O sıralarda bir piyes yazıp Ankara Radyosu’na gönderir. Kabul edilir ve ilk telif ücretini, Yedek Subaylık Okulu’na katılmak için gittiğinde Ankara’da alır. Askerlik günleri epey dost biriktirir. Behçet Necatigil mesela… Askerken ‘bıyıklarını kes’ emrini reddettiği için epey sıkıntı çeker. Kesmez. 11 gün sürgün cezası. Direnir yine de. Yasak olmadığı halde, Milli Şef emretti diye herkes keser. Ama o direnir. Milli Şef ve CHP faşizmiyle doğrudan ilk kez burada karşılaşır.

5. Yalnızlar’ın yazarıydı

Askerden sonra yolu yine İstanbul’a ve Küllük’e düşer. Yine sıkıntı. Neyse ki çantasında artık iki eser vardır ve şansını deneyecektir. İlk gittiği yayınevinin cevabı nettir: Hayır! Yılmaz. Yalnızların Romanı’nı Son Telgraf gazetesine götürür. Akümülatörlü Radyo’yu ise Şehir Tiyatrosu’na. Musahipzade Celal, ‘hayır’ der. Son Telgraf ise ‘tefrika edeceğiz’ diye cevap verir. Az çok telifini alır. Sıkıntılı günler devam eder. Kaldığı pansiyonun parasını ucu ucuna denkleştirir. Bir baba dostunun dükkânında çalışır o sıralar. Biraz da arkadaşlarının baskısıyla Edebiyat Fakültesi’ne kayıt yaptırır, gider gelir.

Askerden sonra yolu yine İstanbul’a ve Küllük’e düşer.
Askerden sonra yolu yine İstanbul’a ve Küllük’e düşer.

6. Osmancık’ın yazarıydı

Behçet Necatigil’in vasıtasıyla Şişli Terakki Lisesi’nde muallim muavinliğine gelir. İşler düzelir gibidir artık. Edebiyat Fakültesi’nde Tanpınar ve Kaplan gibi hocalarla, hoca – talebe ilişkisinin dışında arkadaşlık etmeye başlar. Yazdığı ilk hikâyeyi gösterdiği Mehmet Kaplan “Sen hikâye yazamazsın” der. Kaplan’ın ‘hayır’ı kamçılar Buğra’yı. Hemen o akşam, lisede nöbetçi olduğu gece, “oğlum” diye bir hikâye yazar. Sabah ilk iş fakülteye gider, Mehmet Kaplan’ı bulur ve hikâyeyi gösterir. Kaplan bu kez “çok güzel” der ve ekler: “İzin verirsen bunu ben neşredeyim.” Kabul etmez.

  • Hikâyeyi Cumhuriyet Gazetesi’nin Yunus Nadi Hikâye Yarışması’na gönderir. Bin liralık ödül ve bir iş teklifi alır. Kabul eder ve musahhihliğe başlar. Daha sonra Yunus Nadi Hikâye Ödülü’nün ikinciliğinin kendisine verildiğini öğrenir. 1.lik ödülü Doğan Nadi’nin bölük komutanı olan birine verilir. Adı daha sonra da hiç duyulmaz.

7. Dünyanın En Pis Sokağı’nın yazarıydı

İlk kitap Oğlumuz 1949’da iki yüz elli kitap telifi yle basılır. İlk hikâyesini yazmasına vesile olan Jale Baysal’la 23 Eylül 1950’de evlenir. Bir müddet sonra boşanırlar. Karısından ayrıldıktan sonra Asmalımescid'de bir otel odasında Küçük Ağa’yı yazar. 9 yıl süren yalnızlıktan sonra Hatice Bilen’le 1977’de ikinci evliliğini yapar. Bir haftalık dergide yazı işleri müdürü olarak işe başlar. İki yazıya itiraz eder. Derginin sahibi Yaşar Nabi Nayır, yazarın arkadaşı olduğunu söyleyip itiraz edince istifa edip çıkar gider. Sıkıntılı günler yeniden başlar. 1951’de Milliyet’e geçer. Eleştiriler yazar ve tartışmalı bir isme dönüşür. 50’li yıllarda geçinme kaygısı baş meselesidir

8. Düşman Kazanmak Sanatı’nın yazarıydı

Mahkûm edilmesi gereken bir yazardı Tarık Buğra. Öldürülmesi. Yok, edilmesi, yok sayılması gereken bir yazardı.

Ama büyük Türkçesinin karşısında bunu yapamadılar. 1981 yılında Kültür Bakanlığı ödülü kendisine verilince Fethi Naci, “Atatürk’ün doğumunun 100. Yılında bakanlığın ödülü ‘İslami dünya görüşü’ne sahip bir yazara vermesini doğru bulmadığını” söyleyecektir. Akümülatörlü Radyo oyunu, Şehir Tiyatrolarının kapısından içeri giremedi uzun yıllar. Epey zaman sonra Yıldız Kenter arayıp oyunu beğendiğini ve sahneye koyacağını söyler. Provalara başlanır. Ama ses çıkmaz. Kenterler, gelen şiddetli baskılara dayanamayıp Tarık Buğra’nın eserini sahneye koymaya cesaret edemezler. Şimdi tekrar söyle bakalım, kültürel iktidar var mıydı bay başkan?

1993’te kanser teşhisiyle yatırıldığı Çapa’da ağır bir ameliyat geçirir.
1993’te kanser teşhisiyle yatırıldığı Çapa’da ağır bir ameliyat geçirir.

9. Bu Çağın Adı’nın yazarıydı

En büyük eserlerinden biri olan Küçük Ağa romanı, 1984’te TRT tarafından filme çekilir. Yönetmenliği Yücel Çakmaklı’nın yaptığı Küçük Ağa, geniş kitleler tarafından çok sevilir. Küçük Ağa’daki büyük başarı, 4 yıl sonra yine bir başka Tarık Buğra romanının filme uyarlanmasına vesile olur. Osmancık romanını, 12 bölümlük bir tv dizisi haline getiren Çakmaklı, dev bir plato kurarak, dönemin en büyük prodüksiyonunu gerçekleştirir. Her iki dizi-film de bugün bile tekrar tekrar izlenilmesi gereken filmler olur… 1993’te kanser teşhisiyle yatırıldığı Çapa’da ağır bir ameliyat geçirir. Ve ameliyattan sonra doğan güneşi ancak dört ay daha görebilecektir. “Emekli maaşım, ev kirasını bile karşılamaktan uzaktı. Çalışmaya mecbur değil, mahkûmdum” diyecekti.

10. Türkçenin yazarıydı

Tıp Fakültesindeydi. Sonra Hukuk Fakültesinin koridorlarında. Sonra edebiyat… Sonra öğretmenlik, sonra hikâye yazarlığı. Ve elbette dergicilik. Gazetelerde çalıştı uzun yıllar. Romanlar yazdı. Spor yazıları. Milli Takım’la birlikte pek çok ülkeye gitti.

Sonra konuşmalar, söyleşiler… Ödüller, alkışlar, tartışmalar, yok sayılmak ve elbette yalnızlık… Ve elbette yalnızlığına eşlik eden derin bir yoksulluk. Sonra, yıllar sonra, çok sonra hikâyenin başladığı yere, Tıp Fakültesine gitti. 16 Şubat 1994. Fatih Camii ve Karacaahmet Mezarlığı. Devasa bir Türkçe anıtı olarak gömüldü. Türkiye’yi ışıtan bir Türkçe savaşçısı olarak...