Gül'ün şarkısı

Ayşe Şasa
Ayşe Şasa

İslamî sanat nasıl yapılır diye sorulunca “İslam’ı yaşayın” derim. Çünkü bir söz vardır bizde: Hâfızın fikri neyse zikri de odur. Nasıl yaşıyorsanız onun sanatını yaparsınız. Eğer yoğun şekilde İslam’ı yaşıyorsanız bu sizin üretiminize de etki edecektir.

“Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle;

Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,

Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde“

Yahya Kemal Beyatlı

*Kendisini ziyarete gelmiş Mısırlı bir kadına gül toplarken eline batan o diken. Rilke’yi öldüren gül. Bir gül’ün kalbine saklanan diken. Ölümün zarafeti ve mezar taşına kazınmış asalet; “gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında/hiç kimsenin uykusu olmamanın/ sevinci”

*“İnsan nasıl da biraz durup varlığının anlamı konusunda mevcut diğer görüşlerden herhangi birisine eğilmek ihtiyacı duyuyor. Doğu her zaman ebedi gerçeğe Batı’dan daha yakındı ama Batı uygarlıkları maddi hayat beklentileriyle Doğu’yu yutuverdi.

İki kadîm tahta oyunu. Satranç ve Go. Savaşa hazır ordular: ya da incelikle örülmüş stratejik yerleşim. Tercih sizin. İnsanoğlunun yeryüzü macerasında kazandığı bilgelik ve tecrübenin iki tezahürü.

Bunu anlamak için Doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak yeter de artar bile. Batı, ‘işte ben buyum!’ diye bağırıyor. ‘Bana bakın! Dinleyin, hem sevgiden hem acıdan nasıl da anlıyorum! Nasıl hem mutlu hem mutsuz olabiliyorum! Ben! Ben! Ben!’ Doğu ise kendisiyle ilgili tek bir kelime bile söylemez. Kendini, Tanrı’nın, doğanın, zamanın içinde yeniden bulur. Her şeyi kendi içinde keşfetmesini bilir. Doğu uygarlığının görüşleri bir sonuçtur, topraktaki tuzun tuzudur, gerçek bilgi ancak ondan fışkırır.” (Andrey Tarkovski)

* İki kadîm tahta oyunu. Satranç ve Go. Savaşa hazır ordular: ya da incelikle örülmüş stratejik yerleşim. Tercih sizin. İnsanoğlunun yeryüzü macerasında kazandığı bilgelik ve tecrübenin iki tezahürü. İki oyunun da insan zihninin koridorlarında açtığı pencerelerin kıymeti ortada. Tutkunları için her iki oyun da vazgeçilmez ve tek. Elbette hep aynı soru, hangisi büyük? Şibumi romanını hatırlayalım: “Satranç bir çatışmaysa Go savaşın kendisidir.” Go ‘bütünlük’ü, satranç ‘şah’ı korur. Belki de bu yüzden Satrancın katili Deep Blue, Go ise henüz ve hala öldürülemedi. Go Birliği’nin başkanı Roy Laird’i dinleyelim: “Satranç, 18. yüzyıl savaşlarının bir modelidir. Parçalar sıralanır ve birbiriyle savaşır. Karşı tarafın kalbini kesmeniz gerekir. Go’da ise yenme, kavram olarak tamamen farklıdır. Doğu düşünüşüne göre, dağ ve vadi birbirinin zıddı değildir. Beraber var olur ve birbirlerini tanımlarlar.”

*Göğsüne saplanan acıyı çekip çıkardı. Dünya henüz kızarmış bir gülün etrafında dönmüyordu.

Andrey Tarkovski
Andrey Tarkovski

* Üç asır arayla yaşamış iki edip’in, Alman şair Goethe ile İslam şairi Hâfız-ı Şîrâzî’nin dostluğu. Goethe’nin Hâfız’a şu seslenişi unutulur mu mesela; ‘’Tamamı ile sana benziyorum ben Hafız. Mukaddes kitaplarımızı, onların o mükemmel hayallerini, ben de senin Kur’an’ı aldığın gibi içime aldım. Örtülerin örtüsü üzerine basılmış İsa’nın sureti gibi, ben de onu bağrıma bastım. Reddetmek, engel olmak, kapmak istedikleri halde, inancın bu hayaliyle huzur buldum ben.’’ Şeriata aykırı dizeleri sebebiyle fetvası sorulan Hâfız’ın meşhur Divan’ı için Ebusuud Efendi’nin verdiği ‘onay’ kadar Goethe’nin bu onay’a yüzyıllar sonra yazdığı karşılık da güzel; “Der Deutsche dankt / Heiliger Ebusuud, hast’s getroffen! - Alman Teşekkür Ediyor / Aziz Ebussuud isabetli konuştun”

* Tanpınar’ın ‘bir insan her şeyden evvel burnuyla barışmalıdır, öbür işler çok sonraya kalır’ sözü de şurda dursun.

  • * Ömer Hayyam’ın; ‘’Yarım somunun var mı / bir de küçücük evin / kimsenin kulu kölesi değil misin / en neşeli hayat senin’’ dizeleri dik durmanın manifestosu gibi. ‘Neşe’ mefhumu üzerine yeniden düşünmeye bir sebep belki.

* Çobanlık yaparak geçimlerini sağlayan Orta Afrika’nın yerli Müslüman halklarından Fulaniler’in (Pöller) söylediği bir şarkının serinlik veren sözleri, Güray Akıncı’nın aktarımıyla: “Büyük sürüler geliyor, kalabalık! Büyük sürülerim geliyor, kalabalık! Rüzgârlar dalga dalga geliyor. İnekler dalga dalga geliyor. Serçe gibi sıçrıyorlar. Bükülgen otlar gibi dans ediyorlar. İnce ince yağan yağmur gibi geliyorlar. Rüzgâr gibi mutluluk dolduruyorlar içimi”

Henüz 25 yaşındaydı. ‘Hamburg’da kendisini yakan Türk göçmen’ idi adı.
Henüz 25 yaşındaydı. ‘Hamburg’da kendisini yakan Türk göçmen’ idi adı.

* Şair Semra Ertan. Almanya’ya işçi olarak giden ailesinin yanında gurbete düştüğünde henüz 15’indeydi. ‘Yabancı’ olmayı iliklerine kadar hissetti. Yıllar boyu baskı altında, makine dişlileri kadar yorgun ve yapayalnız. Misafir işçi değildi, bunu biliyordu. Ev sahibinin asık suratında ‘tanıdı’ acı vatanı. Çığlığını şiirlerine gömdü. Kalemiyle bir düş ülke çizdi kendine. Kara gurbetin türküsünü söyledi. Gündüzleri Almanya’ya benziyordu her şey ama geceler yine ölesiye Türkiye. 1981 yılında yazdığı “Mein Name ist Ausländer / Benim Adım Yabancı” şiiri ‘üvey evlat’ sitemiyle kapanıyordu. Doğum gününe birkaç gün kala, Almanya’daki yabancı düşmanlığı, nefret ve ırkçılığa dikkat çekmek için narin bedenini ateşe verdi. Henüz 25 yaşındaydı. ‘Hamburg’da kendisini yakan Türk göçmen’ idi adı. Daha fazlasını söylemedi ajanslar. Şair Semra Ertan. Türk göçmen. 1956 Mersin-1982 Hamburg. Bu biyografi kaldı ondan geriye. Gazeteci Günter Wallraff, 1985 yılında yazdığı Ganz Unten / En Alttakiler kitabını Ertan’a adadı.

  • Alman yazar Sten Nadolny’in Türkçeye de çevrilen ‘Selim oder Die Gabe der Rede’ romanının ana kahramanlarından biri de Semra Ertan’dı. Ölümü de en az yaşamı kadar ‘yabancı’ydı. Çığlıkları bize kaldı.

*Ayşe Şasa versin o meşhur soru’nun cevabını; ‘’Bana gelip soruyorlar: “İslamî sinema nasıl yapılır?” Ben de diyorum ki; formül şeklinde bir cevabı yok bunun. Yapılacak şey şudur: İslam’ı yaşamak ve sonra kendi meşrebimize, kişiliğimize, durumumuza göre kendimizi sanat alanında ifade etmek. Bizim Geleneksel İslam Sanatında, İslam Edebiyatında –ki Hegel bile fark etmiştir- bildiğimiz gibi lirik ve epik faktörler ön plandadır. Bizde Aristocu manada dramaturji, geleneksel olarak pek mevcut değildir. Bizim medeniyetimizin perspektifinden bakan ve sinemayı yorumlamaya çalışan kişiler bütün bunları hesaba katmak zorundadır. İslami sanat nasıl yapılır diye sorulunca “İslam’ı yaşayın” derim. Çünkü bir söz vardır bizde. Hâfızın fikri neyse zikri de odur. Nasıl yaşıyorsanız onun sanatını yaparsınız.

Eğer yoğun şekilde İslam’ı yaşıyorsanız bu sizin üretiminize de etki edecektir. Benden sonra bu konuda yazanlar gibi ben de, lirik şekildeki bir yaklaşımın, destansı epik bir yaklaşımın bizim anlayışımıza yakın olduğunu söyledim.’’

* Oglala Lakhotaları’nın şefi Heȟáka Sápa/Karageyik bir ağustos böceğinin şarkısını duyduğunu söyledi. Bir akşamüstü New York’ta. Ama kimse inanmadı ona.