Hadari veya Bedevi: Bakış açın neresi?

Bedevîlik yerleşik hayata geçilmeme hali, iptidaîlik halidir.
Bedevîlik yerleşik hayata geçilmeme hali, iptidaîlik halidir.

Bir Bedevî için kereste; çadırın direği ve kazığı,devenin tahtı gibi anlamlar taşırken, bir Hadarî içinse yüksek bir sanatla ortaya çıkarılmış bir ahşap oyma kapı, bir ince zevk ürünü mobilya veya benzeri birşeydir.

İnsan, toplum ve devlet ilişkilerini en iyi anlayan ve anlatanlardan biri, bundan yaklaşık yedi yüz sene önce dünyaya gelmiş olan İbn-i Haldun ve bu irtibatı en iyi anlatan eserlerden biri de ona ait olan Mukaddime’dir.

Bu eserde hadiseler Hadarîlik ve Bedevîlik üzerinden anlatılır. İbn-i Haldun’a göre Hadarîlik, yerleşik hayata geçmiş, medenî, yerleşik ve gelişmiş kurallar manzûmesi ile tanzim edilmiş bir hayatı ifade eder. Bedevîlik ise bunun tersi olarak anlatılır: Yerleşik hayata geçilmeme hali, iptidaîlik halidir. Hadarî toplumlar istikrara kavuşmuş yapılar, bedevî olanlar ise tersi olarak tanımlanır. Böyle bakılınca Bedevîlik kuralsızlık manzûmesi olarak algılanabilir.

Eflatun’un “Mağaradakiler” hikâyesini hatırlayın lütfen. Bu vesileyle büyük Türk fikir adamı, son münevverlerden, kıymeti bilinmeyen güzel insan, Cemil Meriç’i ve onun güzel kitabı “Mağaradakiler” i de hatırlayalım

Fakat öyle değildir. Bedevîliğin de, Hadarîliğin de kendilerine mahsus kuralları vardır lakin bu kuralların referansları ile uygulanış biçim ve amaçları başkadır. Nesnelerin, hadiselerin ve makamların ve daha nice şeylerin anlamları Hadarîlikte ve Bedevîlikte farklılık arz eder.

İbn-i Haldun bunu anlatırken örnek olarak mesela “kereste”yi verir. Kereste, kerestedir. Ancak aslı itibarı ile aynı olan kereste her iki toplum yapısı için de farklı şekillerde kullanılır ve dolayısıyla farklı anlamlar taşır. Bir Bedevî için kereste; çadırın direği ve kazığı, devenin tahtı gibi anlamlar taşırken, bir Hadarî içinse yüksek bir sanatla ortaya çıkarılmış bir ahşap oyma kapı, bir ince zevk ürünü mobilya veya benzeri bir şeydir. Anlayacağınız, kereste aslında aynı kerestedir ama farklı toplumlar keresteyi farklı farklı algılarlar. Bu bize, Hz. Mevlana’nın “Fil Hikâyesi”ni hatırlatır.

Hani fili koymuşlar ortaya da, sonra gözü kapalı bir kısım insana filin farklı yerlerinden tutturmuşlar ve sormuşlar: “Bu nedir?” diye… Kim fili neresinden tuttuysa ona göre cevap vermiş. Kimi demiş ki “bu yelpazedir”, kimi demiş ki “bu direktir”, kimi demiş ki “bu kırbaçtır”. Herkes fili nasıl algıladıysa öyle tarif etmiş.

Bir de Eflatun’un “Mağaradakiler” hikâyesini hatırlayın lütfen. Bu vesileyle büyük Türk fikir adamı, son münevverlerden, kıymeti bilinmeyen güzel insan, Cemil Meriç’i ve onun güzel kitabı “Mağaradakiler” i de hatırlayalım. Eflatun, bir mağara anlatır.

“Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. Çocukluktan beri zincire vurulmuş insanlar var bu mağaranın en dibinde. Ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor, taa derinlerden. Ve insanlar, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim...

Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır. Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler. Bu hikâyede zincirli köleler kademe kademe yukarı çıkartılırlar ve her bir kademe çıktıklarında “eskisi gerçek değilmiş, gerçek meğerse buymuş derler” Böyle devam eder gider. Yani algı değiştikçe nisbî gerçek değişir. Hikâyeyi anlatan Cemil Meriç sonunu şöyle bağlar: “İşte böyle aziz dostum. Anlattığım senin hikâyen.”

Mağaramızdan kurtulmadığımız sürece gerçeği mağaranın duvarına vuran gölgelerden ibaret görmüyor muyuz?
Mağaramızdan kurtulmadığımız sürece gerçeği mağaranın duvarına vuran gölgelerden ibaret görmüyor muyuz?

Durun, daha bitmedi. Belki bu büyük düşünürlerin kitaplarındaki ifadeler size uzak gelmiş olabilir. Gelin birlikte öğrenim hayatınızda sıkça karşılaştığınız bir misalle algının ne kadar önemli olduğunu anlamaya çalışalım. Size bir dünya haritası çizin desem ne yaparsınız? Yaklaşık en ortada Türkiye, sağında Asya, solunda Avrupa, aşağıda Afrika taa uzaklarda Amerika ve taa en dipte ve uçta bir yerlerde de Avustralya’yı çizmez misiniz? El hak, böyle.

Peki, şöyle bir dünya haritası gördünüz mü? Japonya merkezde, Asya onun solunda, Amerika sağında, Türkiye taa uzaklarda bir yerlerde… Hadi bunu da görmüş olun ama bakalım hiç şöyle bir dünya haritası hayal ettiniz mi? Güney Kutbu yukarıda, Avustralya en yukarıda ve haritanın tam ortasında, bildiğimiz bütün ülke haritaları ters yüz olmuş durumda! İlk bakışta hayret ettiğiniz, kabul etmek istemediğiniz bütün bu misalleri birkaç dakika durup düşünseniz hiç de anlamsız bulmazsınız.

  • Öyle ya, Kuzey Kutbu yukarıda olmak zorunda mıdır? Türkiye neden ortadadır? Avustralya neden en sağda ve diptedir? Yaşadığımız olaylar da böyle değil midir? Bize fil neresinden tutturulursa biz fili o sanmıyor muyuz?

Mağaramızdan kurtulmadığımız sürece gerçeği mağaranın duvarına vuran gölgelerden ibaret görmüyor muyuz? İnsan her şey taklitle başlar. Konuşmaya da, düşünmeye de… Hangi ortamda büyümüşseniz insanı, aileyi, toplumu, milleti, dünyayı öyle sanırsınız. Ne kadar okursanız, ne kadar kelime bilirseniz o kadar düşünmez misiniz? Taklit ederek konuşuruz, taklit ederek yaşarız.

Başlangıç için gerekli ve geçerli olan bu durumun ötesine geçip geçmemek bize kalmış. Ya her şeyi bize gösterildiği gibi göreceğiz. Ya da taklitler ve gölgeler dünyasından kurtulup önce hazım, sonra mukayese, bir sonraki hamlede sentez yapıp en sonunda kendi düşüncemizi üreteceğiz ve dünyaya ve olaylara ve insanlara öyle bakacağız.