Hasan Aycın: Tende can oldukça, canda gayret bitmemeli

Sekiz yaşına kadar yürüyememek değil de ‘sekiz yaşında yürümek’ daha doğru ifade gibi geliyor bana.
Sekiz yaşına kadar yürüyememek değil de ‘sekiz yaşında yürümek’ daha doğru ifade gibi geliyor bana.

Çizmeyip ne yapacaktım; bildiğim, anladığım bu, elimden gelen de. Tabelacılık, Fabrikada çalışmak, çiftçilik, pazarcılık, reklamcılık… Birçok tecrübem oldu. Çok şükür başarılı olamadım. Olsaydım, kira paralarını, faturaları rahat rahat ödeseydim, birinden birinde takılır kalırdım, ömrüm de öyle geçerdi. Bence böylesi çok daha güzel oldu.

Bu kez CİNS söyleşilerinin klasik akışının biraz dışında konuşmak istiyorum. Ve müsaadenizle şöyle başlayalım; Nasılsınız?

Şükür elhamdülillah alâ külli hâl.

Umut nedir? Fakirin ekmeği mi, Allah’ın bitmeyen bahçesi mi?

Nerden bakıldığına bağlı. Bence her ikisi de. İnsan fakirdir ve ihtiyaç içindedir; Allah mutlak zengindir ve nimetleri nihayetsizdir.

Ben buradan bakıyorum. Bundan öte ne söylense söz öküşü.

Başlamak için hazırlık yaparken hemen hemen yarısını tamamladığımız bir hayat yaşıyoruz. Bazen öyle oluyor ki pek çok şey için çok geç kalıyoruz. Geçen ayki CİNS’in kapağında ‘Her şey için çok genç’ demiştik. Şimdi düşünüyorum da klişe olsa da bu cümlenin aslı, bizim bozduğumuz şekli kadar anlam ifade ediyor: Her şey için çok geç.

Vakit-saat kavramına hayatımızda yeterince yer vermediğimizi düşünüyorum. Hiç bir zaman gayreti elden koymamak kaydıyla söylüyorum, her daim ‘dem bu dem’ değil midir?

Öyledir elbette ama her insan biraz ‘yarım kalmış bir hevestir’ doğrusu. Ama yarım kalan her şey insanı tarifsiz bir şekilde burkuyor da.

Burkmalı da. Burkmazsa yanlış var demektir.

Gitmeyeceğini sananlar da gidiyor. Kimse kalmıyor. Doğruyu çok söylemekle doğru yorulmaz, biz de söyleyelim Yunus gibi, ama kendimiz olarak söyleyelim. Yoktuk. Yokluğumuzdan haberimiz de yoktu. İşin gerçeği şu, Allah’ın yaratmasıyla var olduk.

Elbette kendi hakkında olsun, başkaları hakkında olsun insan yarım kalmışlık duygusunu hiç yitirmemeli, burası dünya olduğuna göre hevesi kursağında kalmalı hep; doğru olan böylesi olmalı.

Aslında, ‘Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır’ı konuşmak istiyoruz ama bunu, Hasan Aycın’ı Hasan Aycın’la konuşarak yapalım diyoruz. Hususi sohbetlerinizden kalan bazı detaylar var hafızamda müsaade ederseniz onları açmak istiyorum.

O yeniden başlamayanların da yardımcısıdır, ama yeniden başlamayanlar bilmezler tabii. Hayatta kalıyorlar, yaşamaya devam ediyorlarsa bunun başka izahı olur mu.

Yeniden başlamak, yeniden yeniden başlamak; bir kez besmeleyle, hamdeleyle, salveleyle yola girildiğinde tırsmamak, pısmamak, pes etmemek, caymamak, her kezinde bir önceki tecrübeyi ganimet saymak/sayabilmek Allah’ın özel ihsanıdır diye düşünüyorum. Yol zahmetleri sabır, sebat ve çabayla aşılır. Sonuç, yani başarı Allah’ın başka ve daha özel bir ihsanıdır. Allahüâlem.

O yeniden başlamayanların da yardımcısıdır, ama yeniden başlamayanlar bilmezler tabii.
O yeniden başlamayanların da yardımcısıdır, ama yeniden başlamayanlar bilmezler tabii.

‘An’daki akıl, insanın en kıymetli olduğunu sandığı akıldır. ‘Şimdiki aklım olsaydı’ deriz. Hayatınızın her hangi bir basamağında, ‘şu şöyle değil de böyle olsaydı farklı bir hikâye olurdu’ dediğiniz bir şey oldu mu?

Çok şey oldu belki. Koca bir ömür. Zaman zaman zafiyet göstermemek mümkün mü? Aklımı başıma devşirdiğimde tövbe ederim. Allah, bundan sonra da tövbe etmeyi nasip etsin. O hali gaflet hali olarak anlıyorum.

‘An’daki aklı küçümsemiyorum, tam tersine önemsiyorum; idrak meselesi, aklı an an idrak etmek küçümsenecek değil önemsenecek bir durum olmalı; bir önce ‘an’daki akıl önemsiz miydi ya da bir sonra ‘an’daki akıl önemsiz mi olmalı? Elbette hayır.

8 yaşına kadar yürüyemediğinizi biliyoruz. Bu, ‘dünyaya durarak bakmak’ anlamına geliyor. Bunun hem sizin dünyayı yorumlamanıza hem de sanatınıza etkisi şüphesiz olmuştur.

Sekiz yaşına kadar yürüyememek değil de ‘sekiz yaşında yürümek’ daha doğru ifade gibi geliyor bana.

Dıştan bakışla evet, dünyaya durarak bakmak anlamına geliyor denilebilir. Genelde sekiz yaşında yürümek arızi bir durum olsa da benim doğalım bu. Dahası benim özelim, bana özel bir durum, yani benim için doğal bir durum. O dönemde yaşadığım, hissettiğim, çektiğim, tanık olduğum ne varsa bana özel insanlık durumlarıdır ve başka türlüsü muhal derecede o kadar da doğaldır. Haliyle hayatımın sonrasında sonuçları da; yani düşünmeme, dünyayı yorumlamama, olup biteni kavramama ve sanatıma etkisi de bir o kadar özel ve doğal.

Kardeşiniz de çizerdi. Sonra o bıraktı ama siz devam ettiniz.

O bıraktı bu devam ettinin ötesinde bir gerçekliği var işin. Evet, Mustafa da çiziyordu. Konya’da öğrenci olduğu günlerde bir tomar çizgiyle Bursa’ya gelmişti; ilk o gün görmüştüm çizgilerini. Bir kısmı yayınlanabilecek düzeydeydi, diğerlerini şöyle şöyle yeniden çalış demiştim. Benden habersiz bir yere vermeye kalkma diye de tembihlemiştim.

  • Dönüşte Ankara’ya uğruyor, Mavera’yı ziyaret ediyor ve öyle konuşmamışız gibi elindekileri veriyor. Yayınlanabilecek olanlar Mavera’da yayınlandı. Ne konuşmuştuk dediğimde, Rasim abi mi Cahit abi mi şimdi emin değilim, istedi hayır diyemedim demişti. Geri kalan çizgileri yayınlanmayınca sanıyorum soğudu.

Sonraki yıllarda başka dergilerde de çizgi yayınlamasına rağmen o soğukluğu atamadı bir türlü, istikrarlı olamadı. Başarılıydı aslında. Sürdürebilseydi kesin iyi bir çizer olurdu. Pekala başarılı bir romancı da olabilirdi. Muhatabını usandıracak kadar iyi bir ayrıntı ustasıydı çünkü. Halen öyledir. Edebiyat ilgisinde de istikrarlı olmadı, olamadı. Nasip olmayınca olmuyor, orası ayrı. Ama, trafikteyseniz yanlış sapağa sapmaktan sakınmalısınız; yoksa varacağınız yere varamayabilirsiniz.

Yolun başında İsmet Özel’in bir uyarısı olmuştu bana, kendi çizgini çiz demişti kısaca. Yani ben şanslıydım. Bunu önemsedim. Keşke bir yolda abiler, ustalar, üstatlar yenileri böyle uyarsalar; önemsediklerini açıkça ve içtenlikle belirtseler ve önemsendiklerini muhataplarına belli etseler. Sonra zaten iş mecrasını bulduğunda akıp gidiyor.

Balıkesir’den İstanbul’a geldiniz. Ve İstanbul’da bir sanat ortamına girdiniz.

Balıkesir’den değil de Balıkesir üstünden gelmiş oldum. Balıkesir’liyim evet, ama Bursa İTİA’da öğrenciyken başlamıştım çizgi yayınlamaya. Sanat ve edebiyat dünyasıyla irtibatım Bursa’dan başlamıştı. Yeni Devir’e, Mavera’ya Bursa’dan yolluyordum, ayrıca bir gurup arkadaşla Marmara gazetesine “Bursa’da Sanat ve Edebiyat” adlı on beş günde bir ilave hazırlıyorduk. Yeni Devir’i, Büyük Doğu’yu, Diriliş’i, Edebiyat’ı, Mavera’yı, Varlık’ı; Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Akabe, Varlık yayınlarını dikkatle izliyorduk. Beş yıla baliğ bir süreden sonra Balıkesir’e döndüm, iki yıl sonra da ver elini İstanbul.

Yolun başında İsmet Özel’in bir uyarısı olmuştu bana, kendi çizgini çiz demişti kısaca.
Yolun başında İsmet Özel’in bir uyarısı olmuştu bana, kendi çizgini çiz demişti kısaca.

İstanbul’da sanat ortamına girmeye gelince... Ya ben Bursa’dayken, Balıkesir’deyken, dahası kendimi bildim bileli sanat ortamının içindeydim, ya da o ortama hiç girmedim. Kendimi bildim bileli ne isem hâlâ oyum.

İlk çizginiz yanlış bilmiyorsam Yeni Devir’de yayınlandı.

Evet, entelektüel katsayısı yüksek bir gazeteydi Yeni Devir; gazeteden öteydi... Okuru olarak bile kendimizi seçkin sayardık. 3 şubat 1978’de yayınlandı ilk çizgim. Dünyanın iki blok olduğu zamanlardı. İki pislik böceği dünyayı yuvarlıyordu çizgide... Yanılmıyorsam üç yıl sürdü. İkinci sayfada yayınlanıyordu. Gazetelerin ikinci sayfaları düşünce sayfasıydı o zamanlar. Aynı sayfada İsmet Özel’le Rasim Özdenören’in (Gaffar Taşkın) de köşeleri vardı.

Genel kaidedir: Yalnızca sanatıyla meşgul olmak isteyen, ciddiyetle bunu tercih edenlerin karşılaştığı ilk sorun, anlatım teknikleri değil, kira parası ve faturalardır. Kuşağınızdaki bütün isimler gibi sizin de epey sıkıntılar çektiğinizi biliyoruz. Hatta bir dönem bir pazar macerası vardı…

Öğrenciyken, rahmetli Üstat Necip Fazıl’ı Bursa’ya iki kez konferansa davet etmiştik. İlkinde vapura kendisini almaya giden arkadaşlar geç kalmışlar, vapur gelip gitmiş. Üstat iskelede beklerken, bir taşa oturmuş, orda bulduğu bir çimento torbası parçasına, o sıralar Milli Gazete’de tefrika ettiği İhtilal kitabının bir bölümünü yazmış. Şimdi bunu nasıl izah edersiniz? Yani benim kuşağımdan çok önce de öyleydi durumlar. Gerçekten genel kaide midir?

  • Kendi adıma bir düzeltme yapmalıyım. Sıkıntı demeyelim bunun adına. Bu benim hayatım; onlar zenginliklerim. Böyle olduğunu düşündüm hep. Aksine inanmıyorum. Varlıklı olsaydım, öyle durumlarım olmasaydı da çizecektim, ya da çizmeliydim.

Ben aşkın düğününün davulcusuyum, diyor Mevlâna; onu çalmasam attal biri olurum. Çizmeyip ne yapacaktım; bildiğim, anladığım bu, elimden gelen de. Tabelacılık, Fabrikada çalışmak, çiftçilik, pazarcılık, reklamcılık.. bir çok tecrübem oldu. Çok şükür başarılı olamadım. Olsaydım, kira paralarını, faturaları rahat rahat ödeseydim, birinde birinde takılır kalırdım, ömrüm de öyle geçerdi. Bence böylesi çok daha güzel oldu.

Çizginizi ilk fark eden isimlerden biri olan İsmet Özel, ilk çizgilerinizden biri için ‘Hasan kendini açık ediyor’ demişti. Sanatında kendini gizlemek bahsi… Bu genç sanatçılarımıza da çok şey söyleyecek… Bu söyleşinin sorularını hazırlarken telefonda Ömer Lekesiz Ağabeyle de bu bahsi konuştuk, bu soruyu ona da sordum, gülerek ‘bunu Hasan Abi’ye soracaksın’ dedi.

Şunu söyleyeyim, kendimi açık etmek gibi niyetim yok, neysem oyum. Biraz önce de söylediğim gibi, en başta kendi çizgimi çizmemi öğütleyen İsmet abiydi. Bu benim için mutluluk ve güven verici olmuştur. Hep öyle yapmaya çalıştım.

Bocurgat’ın yeni çıktığı günlerde Şükrü Caner gelmişti, ilk kez görüşüyorduk kendisiyle. Çizgilere baştan sona bakıp, bunları sen çizmiş olamazsın, demişti. Öyle olsa medyada yüz gösterirsin herkes seni tanır. Kaçındığına göre çekiniyorsun. Dünyada senin bildiğin, bizim bilmediğimiz biri var, ondan çalıp kendi çizgin diye yutturuyorsun, ama göreceksin bir gün onu bulup seni rezil edeceğim, dedi. Belki de öyle birini bulursun dedim ona, ama iddia ediyorum benden yüz elli yıl önce yaşamış olsa bile o benden çalmıştır! Çünkü kim ne çizmiş, ne zaman çizmiş, ne çiziyor diye bakmadan çiziyorum. Kimseyle kapıştığım, yarıştığım da yok. Yine o günlerde Finlandiyalı bir gazeteci gelip röportaj yapmıştı. Gazetesinde çizgi yayınlamak üzere sözleşme de yapmıştık. Sonra haber geldi, gazetenin yöneticileri Bocurgat’a bakıp “bu adam Müslüman, yayınlayamayız” demişler, röportaja bakmamışlar bile.

İçim genişlemişti, elhamdülillah çizgilerim benim olmadığım yerde Müslümanlığıma tanıklık etmiş demiştim. Kendini açık etmek böyle bir şeyse ben buyum zaten.

Çizgileriniz var. Romanlarınız var. Bu iki kelime yan yana gelince ‘çizgi-roman’ oluyor… Ne dersiniz?

Oluru varsa o da olur inşallah. Niye olmasın? Çizgi-roman mı olur, roman-çizgi mi olur... O yanı benim işim değil tabii. Çiziyorum ve fırsat buldukça roman yazıyorum.

Sanatınıza ilişkin şöyle bir şeyden söz edebiliriz sanırım. Çizgileriniz bir hikâyenin parçaları olmaktan çok ayrı hikâyeleri olan münferit, müstakil çizgiler. Bir anlamda her çizgi bir yeniden başlamanın örneği gibi… Ne dersiniz?

Doğal bu, çünkü bir metne desen çizmiyorum, ona görsel hazırlamıyorum. Öyle olsa metni ayrı koyduğumuzda çalışma anlamını yitirir. Kendiyle birebir irtibatlı mesajı, bir hikâyesi var her çizginin. Öyle olmalı. Net ve vurucu olmalı üstelik. Benim anlayışım bu.

Şunu söyleyeyim, kendimi açık etmek gibi niyetim yok, neysem oyum.
Şunu söyleyeyim, kendimi açık etmek gibi niyetim yok, neysem oyum.

Sizi en çok yoran, çizerken en çok zorlandığınız çizginiz neydi?

Çizgi sabır işidir. Yorucu uğraştır. Bittiğinde dinlendirir ve rahatlatır. Yazı da öyledir.

Zorlandığım, hayli uğraştırmış çizgi çoktur. Kimileri bir türlü tamamlanmadığı için kafamda yıllarca gezer. Bırakmaz da. Sezai Karakoç’a ithaf ettiğim ilk çizgi onlardan biridir mesela; el kalemi tutar, kalem eli... Bakıldığında kolaymış görünür, ama o artık sonuçtur, olup bitmiştir.

Vakıa şu ki, kırk yıla yakındır çiziyorum, her çizgide bir tatmin yaşıyorum, ama geçici tatmin, çünkü her defasında bir şey/ler/in eksik kaldığını hissediyorsunuz, her çalışmanın tamlığı eksikliğiyle kabullendiriyor kendini, geçici bir rahatlamanın peşinden yeni bir çalışmaya itiyor eksiklik hissi. Bu yanıyla iyi oluyor tabii. Olması gereken bu. İnsanız, eksiğiz. Elimizden çıkan eserlerin tamlığı eksikliğinde olmalı. Yani eserimiz bize yakışmalı. Ve eksiklik arayışa, yeni çalışmalara itmeli. Azmimiz artarak devam etmeli; azim bittiğinde gayret biter. Tende can oldukça canda gayret bitmemeli. Eser, çabamıza karşılık Allah’ın ihsanıdır. Hal böyle olunca, bugüne kadar neler çizdiğimi biliyorum, çünkü onlar artık ortada; en son Hac Suresi ile ilgili çizgi çizdim. Bildiğim şu, hepsi eksikti o da eksik. Böyle bakınca bütün çizgilerim çizeceğim son çizginin ön çalışmaları gibi görünüyor.

  • O nasıl bir çizgi olacak bilmiyorum. Ama kesin bildiğim bir şey var, o da şüphesiz eksik olacak. Kalbim bunu söylüyor ve tecrübelerim doğruluyor. Ve bu güzel bir duygu.

Sebebi sevmek gerek

Son olarak Yunus Emre’nin sorduğu o büyük soruyu, cevabı hepimiz adına isteyerek bir de size sormak istiyorum. Yeniden başlamak isteyen herkese, her vakit nereden başlamak gerektiğini hatırlatacağı için kıymetli olacak diye düşünüyorum: “Yunus sen bu dünyaya niye geldin?”

Yeniden başlamak isteyen herkese değil de, her defasında yeniden başlamak isteğiyle kendime ve kendi üstümden herkese söylemiş olayım.

İnsanız, eksiğiz. Elimizden çıkan eserlerin tamlığı eksikliğinde olmalı.
İnsanız, eksiğiz. Elimizden çıkan eserlerin tamlığı eksikliğinde olmalı.

Yunus’un sorusunu kendim yineleyeyim: Hasan sen bu dünyaya niye geldin? Herkes “Yunus” yerine kendi adını yazsın.

Gerçekten biz bu dünyaya niye geldik? Gelmek elimizde değildi. İrademiz yoktu. Varlığımız yoktu. Yoktuk. Nasıl oldu da var olduk, ete kemiğe büründük, dünyaya gelip kendimiz olarak göründük? Yine Yunus “Değilem kıyl ü kaalden. Ya yetmiş iki dilden. Hâlim ahvâlim nedir, bu mülke sorageldim.” diyor. Ömrünce sormuş, sorgulamış. Büyük sanatçı diyoruz onun için. Büyük adam olacak, büyük sözler söyleyecek ve sanatla söyleyecek ki büyük sanatçı olsun. Bunun için de meseleyi büyük tutmalı, büyük olmalı meselesi. Başka nasıl olsun. “Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeye geldim” diyor, “rüzgar gelir geçer, pes kime ne kalasıdır” diyor, “ten çürüye toprak ola, tozam hey dost deyü deyü” diyor ve gidiyor. Gitmeyeceğini sananlar da gidiyor. Kimse kalmıyor. Doğruyu çok söylemekle doğru yorulmaz, biz de söyleyelim Yunus gibi, ama kendimiz olarak söyleyelim. Yoktuk. Yokluğumuzdan haberimiz de yoktu. İşin gerçeği şu, Allah’ın yaratmasıyla var olduk. Hikâyenin uzun tarafı ise ete kemiğe büründük, kendimiz olarak göründük, annemizi babamızı, soyumuzu sopumuzu bildik, vatanımızı toprağımızı bildik, zamanımızı günümüzü.. bildik. Bunların bize özel olarak verilmiş olduğunu bildik. Daha doğrusu bildiysek ve kıymetlerini de bildiysek kendimizi bildik.

Ne için isek onun için elbet. Sebebi sevmek gerek. Var oluş sebebimizi seversek varlığımızı yük görmeyiz, nimet görürüz, lütuf görürüz, ihsan görürüz. Onu bize verene sevgimizin, minnetimizin bir ifadesi olarak yöneliriz, yüzümüzü tutarız. Yunus “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir” der ya, kendi varlığımızı ve varlık kardeşlerimizi sevmemizin nişanesidir bu hal.

İnsan soyunun en yorgun olduğu şu âhir zaman deminde bunca kan ve kin içinde bahaneler üretmenin mümkünü çoktur elbet, ilk yaratılıştan bu yana nice zaman geçmiştir bilinmez, ama sayalım ki geçmemiştir, Yunus’un tabiriyle “Belî kavlün didik evvelki demde, henüz bir demdir ol vakt ü bu saat.” Deyiversek ne olacak ki.

“Gönül neyi sever ise dil anı şerh itse gerek”miş vesselam.