Helva hırsızı

Yakalanmıştı ve vücut sıcaklığının aniden yükseldiğini hissediyordu.
Yakalanmıştı ve vücut sıcaklığının aniden yükseldiğini hissediyordu.

Ahu'nun içindeki cırtlak bir ses tam o anda "Aslında hatanın onda olduğunu, cenaze evine kimsenin etrafı gözetlemek için gelmeyeceğini, insanları boşu boşuna rahatsız ettiğini ve düşününce helva hırsızından bir farkı olmadığını" söyledi. Ahu içindeki sese katıldı ama onu kendiyle götürmek istemedi, keşke eve ilk geldiğinde aynı sözleri söyleyen bir başka iç sesi dinleseydim diye düşündü.

Birtakım kelimeler, gözlerden akan sıvı duygular ve giriş kapısının tam çaprazında bulunan sarı sardunyalar. Bunlar, Ahu içeri girdiği anda onu karşılayan şeylerdi.

Kapının önündeki ayakkabıları görmüş, içeriden gelen yüksek ağlama seslerini de duymuş ve kapıyı çalmıştı. Kimse neden geldiğini sorgulamamıştı ya da acıları bir yabancıyı kabul edecek kadar fazlaydı. Ahu içeri girdi, ayakkabılarını ayağından yavaş ve gözleri bulanıklaşmış şekilde çıkararak pabuç yığının ortasında bir yere koydu. Ürkek adımlarla koridorun başlangıcındaki salona doğru yürüdü, yaklaştıkça içindeki melankoli büyüyor, göğsü daha çok sıkışıyordu. Yası çok yeni olduğu her tarafından anlaşılan bir eve girmek pek doğru bir karar değildi sanki; ama olsun, içindeki acıyı susturmalıydı. Susturmalıydı da, böyle mi susturmalıydı, orası bambaşka bir muamma… İnsanlar salondan çıkıyor ve salona giriyordu. Adımını salona attığı an insanların gözyaşlarını gördü, ağlıyordu herkes.

Yanından rahmetlinin sevenleri geçiyordu, o ise terapiden dönmüş ve belirgin bir hüzün içindeyken kendi apartmanında bulduğu bir cenaze evinin ahşap sandalyelerinde oturmuştu.

Tam karşısındaki koltuğun ortasında oturan kadın, galiba rahmetlinin yakınlarındandı; gözaltları kızarmış, sesi kısılmış ve dudaklarından parça parça dualar dökülüyordu. Onun yanında oturan kişilerden biri kucağındaki erkek çocuğuyla gözlerini halıya dikmişti. Erkek çocuğunun elindeyse bir araba vardı, arabayı, kadının bordo eteğinden kendi gri eşofmanına doğru sürüp duruyordu; hiçbir şeyden haberi yoktu, kimse ona ölümden bahsetmemişti. Aynı koltukta bir de genç kız vardı, yüzünü ellerine gömmüştü, kendine inşa ettiği bu sığınaktan bazen hıçkırık sesleri geliyordu. Simsiyah saçları dağılmış ve omuzlarına bir şal dökülmüştü. Ahu, salon girişinin hemen sağındaki yemek masasından bir sandalye çekip oturdu. Yanından rahmetlinin sevenleri geçiyordu, o ise terapiden dönmüş ve belirgin bir hüzün içindeyken kendi apartmanında bulduğu bir cenaze evinin ahşap sandalyelerinde oturmuştu.

Niye buradaydı? Kendi acısı yüzünden neden insanların evini işgal ediyordu ki? Acaba rahmetli nasıl biriydi, galiba çok seveni vardı, burası çok kalabalıktı çünkü. Bir dakika, peki bu soruyu neden sormuştu? Neden iki kat altında oturan komşusunu tanımıyordu? Bu düşüncenin üstüne içine bir kara bulut girdi. Tam o anda koca bir of çekmek istedi, içindeki her derdi tek seferde dışarı atacak olan bir of, şifâlı bir of… Nasıl da yorulmuştu insanlardan, kendisinden, kafasından, geriye kalan her şey ve hiçbir şeyden. Ahu'ya yakın bir taraftan çekilen sandalyenin sesi, onu kendine getirerek öne düşmüş kafasını geriye atmasına neden oldu. Sandalyeyi çeken kişi orta yaşlarda bir adamdı. Koyu kahverengi bir bıyığa, ortası boş olan bir kelleye, orta uzunlukta da bir boya sahipti.

  • Adam sandalyeye oturdu ve ellerini dizlerine yerleştirerek etrafı dikkatle gözledi; o gözler masada durduğunda önündeki yarısı yenmiş helva tabağını gördü.

Dudağının sol kenarı hafifçe yukarı kalkarken, adam ellerini hiç ilgilenmezmiş gibi yarısı yenmiş olan ve muhtemelen içindeki kaşığın da kirli olduğu tabağa uzattı. Tabağı büyük bir istekle kucağına çekip son kez etrafa bir göz gezdirdi. Ahu'nun ondaki gizli bakışlarına da değdi gözleri, ancak pek umursamadı. Adam, tabağı kesinlikle kendisine aitmiş gibi ağzına yaklaştırdı ve yemeye başladı. Bu görüntüyle beraber Ahu'nun yüzüne muzip bir gülümseme yerleşti. Şu mâtem evinde bile gülümsenecek şey bulmuştu yahu… Ahu bakışlarını adamdan çekerek tekrardan salona baktı, bu insanları çok merak etmişti. Ahu'nun tam çaprazındaki koltukta ikisi kadın, üç ihtiyar oturuyordu. Ortada oturan kadının alt dudağı çenesine doğru kıvrılmış, gözleriyse salonun bir orasına bir burasına gidip geliyordu; bir şey hakkında gerginmiş gibiydi. Koltuğun sağında oturan takkeli adamın büyük ve kısa parmaklı elinde bir tespih vardı. Onu elinde döndürüp duruyordu.

Adam, tabağı kesinlikle kendisine aitmiş gibi ağzına yaklaştırdı ve yemeye başladı.
Adam, tabağı kesinlikle kendisine aitmiş gibi ağzına yaklaştırdı ve yemeye başladı.

Koltuğun solunda oturan kadının ise, elindeki peçete kullanılmaktan yorulmuş, gözleriyse halının ortasına kilitlenmiş, her şeyden soyutlanmıştı. Koltuğun ortasında oturan kadın sağ elini yanındaki adama uzatıp gözüyle kapıyı gösterince Ahu evli olduklarını düşündü. Adam, kadına baktı ve ayağa kalkarak bu kalabalık arasında sesini duyurmaya çalıştı, "Başınız tekrar sağ olsun bacım, biz kalkalım." Adamın eşi de başını mahcup bir şekilde sallamaya çalıştı ve şöyle dedi: "Kendinizi çok üzmeyin siz de. Allah'a ısmarladık cümleten." Kucağında çocukla oturan kadın, misafirleri yolcu etmek için çocuğu koltuğa bırakarak çökmüş gözleriyle yolu izleyip ayaklarını küçük küçük hareket ettirdi.

Bir hareket yapıp ayağa kalkması ve birine rezil olmadan bu manevi hırsızlığı sonlandırması gerekiyordu.

Ahu, misafirleri salondan çıkana kadar gözkapakları yarısına inmiş bir şekilde izledi ve salonda ondan başka bu ortamla ilgilenen olmadığını gördü. Tam da bu sırada gözleri helva hırsızına takıldı. Ah, pardon… helva hırsızımız da ilgileniyordu! Her ne kadar karnı aç olduğu için etrafı gözetliyor olsa da ilgileniyordu sonuçta!

Ahu'nun içindeki cırtlak bir ses tam o anda "aslında hatanın onda olduğunu, cenaze evine kimsenin etrafı gözetlemek için gelmeyeceğini, insanları boşu boşuna rahatsız ettiğini ve düşününce helva hırsızından bir farkı olmadığını" söyledi. Ahu içindeki sese katıldı ama onu kendiyle götürmek istemedi, keşke eve ilk geldiğinde aynı sözleri söyleyen bir başka iç sesi dinleseydim diye düşündü. Kaşları düştü ve göz kenarları rahatsızlık verme düşüncesinden buruştu. Ağzını da hafif yamultunca sandalyelerin hepsinin dolu olduğu masada, yaşıtı gibi görünen bir kadın ona hafifçe tebessüm etti. Ahu'ya yaklaştı ve "Galip amca yakının mıydı? Seni hiç buralarda görmedim de." dedi. Pff, nerede göreceksin… Bizim kız sever böyle garip işleri. Ahu ne dese bilemedi, "tanımıyorum" dese topluma dert, "yakınımdı" dese vicdanına dert. Bir-iki saniye sonunda kararı ortada kıldı. "Yok, yakınım değildi de tanırdım… Şey, duyunca üzüldüm sadece." dedi.

Tam o anda koca bir of çekmek istedi, içindeki her derdi tek seferde dışarı atacak olan bir of, şifâlı bir of… Nasıl da yorulmuştu insanlardan, kendisinden, kafasından, geriye kalan her şey ve hiçbir şeyden.

Kadın, cevaba karşı gülümsedi ve "Öyle öyle… Galip amca iyi adamdı. Esnaflığı da kendisi gibi doğruydu." dedi. Ahu ise karşılık olarak sessiz ve hafif mahcup bir "Evet…" mırıldandı. Salondaki insanların kulağına yağmur sesi geldi bir anda, bunun üstüne bazıları gözlerini suçlarmış gibi cama dikti. Ve yağmur sesinden hemen sonra kulaklara derin bir nefes sesi geldi, ellerini kendine sığınak edinmiş olan genç kızdan geliyordu. Kızın yanında oturan ve tamamiyle mahvolmuş gibi duran kadın, kızına -Ahu'nun tahminine göre kızıydı - yandan bir bakış attı, ancak kız fark etti mi etmedi mi orası pek anlaşılmadı. Ahu ise bu olanlardan sonra kendini ciddi anlamda rahatsız hissetmeye başlamıştı. Bir hareket yapıp ayağa kalkması ve birine rezil olmadan bu manevi hırsızlığı sonlandırması gerekiyordu. Ayağa kalkıp, biraz geride olan sandalyesini sessizce ileri itti. "İnşallah kimsenin dikkatini çekmem" diye düşündü ve normal bir hızla arkasını döndü.

İçinden defalarca az önceki duasını geçirmiş, adımlarını da evin çıkış kapısına yönlendirmişti ki arkadan biri seslendi, "Ben seni geçireyim." Yakalanmıştı. Yakalanmıştı ve vücut sıcaklığının aniden yükseldiğini hissediyordu. Küçükken bir karnavalda yüzünü kıpkırmızıya boyatmıştı, eğer bu anları o zaman yaşamış olsaydı yüzünü boyatmasına gerek kalmazdı. Ahu, yavaşça arkasına dönerek, "Yok… Gerek yok." Dedi. Ancak kadını tanıyınca iyicene gerildi, az önce konuştuğu kadındı. Ama kadın "Gerek yok olur mu canım." deyince Ahu da artık bir şey dememeye karar verdi. Zira konuştukça kendini daha da ezik hissediyordu. Salondan çıkıp Ahu öncülüğünde kapıya yönlendiler. Önce sarı sardunyaları, sonra da onların hemen yanından yürüyen küçük bir kızı geçerek kapıya ulaştılar. Kadın arkadan uzandı, kapı kolunu tutarak aşağı indirdi ve kapıyı açtı. Ahu, kapının açılmasıyla geriye çekilmek zorunda kaldı, ancak hemen arkasında kadın olduğu için kadına çarptı.

Kadının kendisi merdivenin tırabzan tarafında, kız çocuğu da duvar tarafındaydı.
Kadının kendisi merdivenin tırabzan tarafında, kız çocuğu da duvar tarafındaydı.

Başını döndürerek yüzündeki sahte gülümsemeyle, "Pardon." dedi. Kadın ise başını 'önemli değil' dercesine salladı ve Ahu kapıdan sonunda çıkmayı başardı. Ayakkabılarını yavaşça giydi ve hırkasının önünü ilikledi. Kadına dönerek "Allah'a ısmarladık. Başınız sağ olsun tekrardan." dedi. Kadın ise başını sallayıp "Sağ ol." dedi. Ahu, kadın kapıyı kapatsın diye merdivenlerden yavaş yavaş çıkmaya başladı, o ilk adımı attığı gibi kadın da kapıyı kapattı zaten. Kapının çarpma sesinin geldiği an Ahu, başını aşağıya doğru bükerek kocaman bir nefes aldı. Manevi işkence bitmişti. Adımlarını normal bir hıza kavuşturmuş, derin nefesleriyle beraber giden adımlarla katları çıkarken bu değişik tecrübeyi düşünüyordu. Terapist, terapi, ayakkabılar, sardunyalar, insanlar, ağlamak, helva, bir şeyler ve birileri, tekrardan sardunyalar ve kapı. Her bir merdivende bir tanesi geldi aklına, bu garip tecrübenin her bir kelimesini evine doğru giden mermerlere yazmış gibi hissetti. Artık ara kattaydı.

  • Evine bir garip tecrübe daha kalmıştı. Hafifçe gülümsedi, ne oluyordu? Sanki aklı bir gidip bir geliyordu. Sırtını arkasındaki yeşil, rutubetli duvara dayayarak boş boş mermeri izlemeye başladı.

İzledi, izledi ve biraz daha izledi. Ancak yukarıdan iki farklı ayakkabı sesi duyunca gözlerini mermerden ayırdı. Ara katın üstündeki merdivenden şişman, mavi bluzlu bir kadın iniyor, yanında da küçük bir kız çocuğunu sürüklüyordu. Muhtemelen kızıydı. Kadın derin derin nefesler alarak merdivenleri indi, Ahu'yu gözüne kestirmiş, belli ki bir şey soracaktı. Ağır ağır indi o merdivenleri. Kadının kendisi merdivenin tırabzan tarafında, kız çocuğu da duvar tarafındaydı. Kadın, merdivenden ayağını indirdiği gibi açtı ağzını, "Ce-cenaze…varmış. Bu binada. Nerede biliyon mu?" Ahu başını sallayarak elini çaprazında olan daireye uzattı. "Hemen şurası." Kadın, Ahu'nun elini izleyip başını döndürdü ve cenaze evinin kapısına baktı.

Ancak tam göremedi, bu sebeple hafif ilerleyerek kapıyı görmeye çalıştı. Bu sırada yanındaki kız çocuğu da gözlerini bazen Ahu'ya çıkarıyor, bazen de rutubetli duvarlarda tutuyordu. Kadın daireyi tam olarak gördükten sonra Ahu'ya dönerek "Teşekkürler." dedi. Ahu da başını salladı ve hafif bir gülümseme uçurdu dudaklarından. Ancak kadın, teşekkürünü ettikten hemen sonra kız çocuğunu da yanında sürükleyerek merdivenlere doğru ilerledi ve bu sefer daha ufak nefesler alırken merdivenlerden sallanarak, aynı zamanda yanındaki kız çocuğunu da sallayarak inmeye başladı. Ahu ise kadını ve kız çocuğunu izliyordu, her bir adımlarını izledi, kadın kapıyı çaldı, ve çaldığı gibi kapı açıldı – tıpkı senin gibi bir yabancıya açıldığı gibi – kadının yüzüne anında bir mahcubiyet geldi ve hem kendisinin hem de kız çocuğunun ayakkabılarını çıkardı, içeri girdiler. Kapının kapanma sesi duyuldu, Ahu'nun gözleri de kendini tekrardan önündeki mermerlere çekti.

Derin bir nefes aldı –bu sefer bugün aldığı ve duyduğu en derin nefesi aldı, gözlerini önünden çekip merdiven tırabzanlarına çıkardı, belini de duvardan ayırarak tam karşısındaki dairesine ilerlemeye başladı. Bu sefer de 10 merdiven çıktı, ancak olanlara bir garip tecrübe daha sığdırmak istemedi. Evde daha son iş gününden kalma dosyaları duruyordu sonuçta…