Hepimiz bizi doğduğumuz eve götürecek abbarayı arıyoruz

Ahmet Tezcan
Ahmet Tezcan

Toplum olarak Josef’in yaşadığı kimlik bunalımını yaşıyoruz ve bunun da modernlikle alakası yok. Ecnebisi olduğumuz bir kültüre zorla maruz bırakılmış olmanın doğurduğu kişilik bölünmesine, kimlik kaybına uğramışız. Şuur kaybıdır bu ve çıldırtıcıdır. Josef’in çıldırma noktasına gelmesinin sebebi bu; o Mardin’de kendisini arayan bir adam, biz kendi içinde kaybolmuş bir toplumuz. Hepimiz bizi doğduğumuz eve götürecek abbarayı arıyoruz.

Gazeteci, senarist ve yazar Ahmet Tezcan’la Ketebe Yayınları’ndan çıkan kitabı Abbara: Bir Umudun Masalı’nı konuştuk. Houston’dan Mardin’e uzanan bir arayışla başlayan Abbara, Mezopotamya’nın söylenegelmiş masallarından, efsanelerinden el alarak; kendini bulmanın ve bir tekâmüle ermenin hikâyesini anlatıyor. Abbara, yazarını olduğu kadar okurunu da derin heyecanlara sürükleyen bir roman, modern çağlarda yazılmış bir Mardin masalı.

Mezopotamya ruhunu bu kadar ihtiva eden ve okuyanda da bu ruhu canlandıran, var eden bir roman yazma fikri nasıl düştü aklınıza; Abbara’nın yazılma hikâyesini öğrensek önce?

Abbara romanının fikri Mardin Valisi Mustafa Yaman’a ait. Mardin’e kurduğu muhteşem, benzersiz gençlik merkezinde Alija İzetbegovic’i anlatmak için davet edilmiştim.

Romanda abbarayı bir kaç farklı açıdan yorumlamaya çalıştım. Kelime olarak “ibret” sözcüğüyle aynı kökten oluşu beni çok etkiledi. Abbara, Arapça “abera” fiilinden türemiş bir isim, “bir yerden başka bir yere geçiren” anlamı taşıyor.

Bir ay sonra Mardin üzerine bir şehir romanı yazmamı istedi. Hemen kabul ettim ve eşimle birlikte bir yıl Mardin’de yaşadım. Hem Mardin’i, insanlarını tanımaya çalıştım, hem de eşimle beraber gençlik merkezinde dersler verdim, gençlerle ilgilendim, çalışmalarına yardımcı oldum. Zevkli bir süreçti.

Romanda uzun uzun sembollerle, diyalog ve monologlarla anlatılmış, ama “abbara” nedir, bir de bizim için anlatsanız…

Romanda abbarayı bir kaç farklı açıdan yorumlamaya çalıştım. Kelime olarak “ibret” sözcüğüyle aynı kökten oluşu beni çok etkiledi. Abbara, Arapça “abera” fiilinden türemiş bir isim, “bir yerden başka bir yere geçiren” anlamı taşıyor. Araplar feribota da “abbara” diyor. Mardin’de evlerin altına yapılan bir sokaktan başka bir sokağa açılan minik tünellere de “abbara” deniliyor. Mardin’in sembollerinden biri ve sanırım dünyada en çok abbara Mardin’de var.

“Bu roman ile ben de kendi abbaramdan geçtim”

Neden romanın başkarakterini Josef adlı bir yabancı olarak belirlediniz, bunun özel bir sebebi var mı?

Abbara, Arapça “abera” fiilinden türemiş bir isim, “bir yerden başka bir yere geçiren” anlamı taşıyor.
Abbara, Arapça “abera” fiilinden türemiş bir isim, “bir yerden başka bir yere geçiren” anlamı taşıyor.

Mardin’in romanını yazdım ama Mardinli değilim. Orada doğmadım, büyümedim. Sadece bir yıl Mardin’de yaşayarak Mardinli olamazsınız. Netice itibarıyla romanın ilk bölümüne ad olarak seçtiğim gibi ben de Josef’e benzer bir ecnebi yani yabancı idim orada. Okuyan şunu görsün istedim; bu roman Mardin’i tanıtmak için değil, Mardin’i tanımak daha doğrusu, Mardin’i yaşayarak bir şehirle birlikte kendimi tanımak için yazıldı. Bu roman ile ben de kendi abbaramdan geçtim. Abbara’nın kendimi tanımama olağanüstü katkısı oldu.

Hepimiz modern bireyler olarak biraz sizin başkarakteriniz Josef’e benziyoruz sanki? Üstelik kendimize ecnebi kalmışlığımızın Josef kadar farkında da değiliz…

Bütün mesele bu. Aslında sorunuz anlatmak istediğimi çok iyi yakalamış. Toplum olarak Josef’in yaşadığı kimlik bunalımını yaşıyoruz ve bunun da modernlikle alakası yok. Ecnebisi olduğumuz bir kültüre maruz bırakılmış olmanın doğurduğu kişilik bölünmesine, kimlik kaybına uğramışız. Şuur kaybıdır bu ve çıldırtıcıdır. Josef’in çıldırma noktasına gelmesinin sebebi bu; o Mardin’de kendisini arayan bir adam, biz kendi içinde kaybolmuş bir toplumuz. Hepimiz bizi doğduğumuz eve götürecek abbarayı arıyoruz.

Romanda çok gerçek, yaşayan karakterler vardı, Ammo Bahe, Hanna Usta, Ammo Şehmus gibi… Bu karakterler çok sağlam bir gözlem sonucu yazılmış gibiler. Romanda gerçek karakterler var mı varsa hangileri?

Elbette var. Fakat saydığınız karakterler arasında tamamen kurgu olanlar da var. Tanıdığım insanlardan yola çıkarak oluşturduğum karakterler de var, ama bir hikâyede hiçbir karakter gerçeğini birebir yansıtmaz. O yazarın kendi karakteridir artık. Bir hikâyedeki karakterin gerçek hayattaki karşılığını aramak, bir orman tablosundaki ağaçların gerçeğini aramak gibidir. Bir ağacın karşısına 100 ressam getirin, aynı açıdan aynı ışık altında belli bir ağacın resmini yaptırın, ortaya 100 farklı ağaç resmi çıkacaktır ve hiç biri gerçeğini yansıtmayacaktır. Bakış aynı olsa da görüş daima farklıdır, hiç kimse bir başkasının aynısını göremez.

Abbara, bütünüyle modern ve mekanik bir toplumdan, köklü ve kadim bir topluma doğru bir bakış içeriyor ve iki toplum arasındaki farklı yaşam felsefesini de ortaya koyuyor. Böylece bizim aşinayken yabancı olduğumuz ya da bakarken görmez olduğumuz tüm anlamları, kıymetleri tekrar gündeme getiriyor. Buna dair neler söyleyebilirsiniz?

Sözünü ettiğim farklı kültür meselesi o; Doğu ve Batı farkı. Bu farkı ortaya koyan şeyin, hayat ve ölüme bakış olduğunu düşünüyorum. O nedenle romanda yaşayanlar kadar ölmüş olanlar da ön planda. Elbette bu bir roman ve anlayabildiğimi, hissedebildiğimi kelimelere dökmeye çalıştım.

  • Anlam ve hissiyat kelimelere dökülürken daima azalır. Okur o kelimeleri kendi içinde çoğaltır, onun anlayışı ve hissiyatı yazarla ne kadar buluşuyorsa eldeki eser o kadar başarılıdır. Okuruma ukalalık etmek istemem. Bu nedenle bu noktadan sonra söz yazara değil okura düşer diyorum.

“Mardin gibi bir şehrin romanını yazarken masalları ve efsaneleri bir kenara koyup geçemezsiniz”

Sözlü kültüre ait çok fazla unsur ve anlatı var romanda, bu anlatıları romana dâhil etmek teknik olarak zor olmadı mı? Hikâyenizin ana merkezini koruyarak, bir pergel gibi diğer masal ve efsaneler üzerinden geçmek, onlara yer vermek hem zor bir iş gibi görünüyor hem de romana çok güzel bir derinlik katmış. Tüm bu efsane ve masalları Abbara’da nasıl böyle güzel harmanladınız? Neler okudunuz, ne tür araştırmalar yaptınız?

Sözlü kültür bizim eksenimiz. Masallar, efsaneler, destanlar ile kendimizi anlatıyoruz. Mardin bu kültürün çok önemli bir merkezi. Her yıl masalcılar buluşması yapılır orada. Dengbejler çok basit hadiseleri bile olağanüstü bezeyerek destanlaştırır. Şehrin hatta bölgenin tarihi masaldan farksız zaten. Bugün bile sıradan insanların hayatına baktığınızda karşınıza aslında yaşayan bir masal kahramanı çıkar. Ammo Şehmus gibi. Mardin gibi bir şehrin romanını yazarken masalları ve efsaneleri bir kenara koyup geçemezsiniz. Kelimeleriniz mutlaka onların içinden geçmek zorunda. Her masal bir abbara idi benim için ama oturup Mardin masalcılarının anlattığı masalları kendi kelimelerimle anlatmaya kalkmadım. O masalları bir abbara olarak gördüm, içinden geçtim ve masallara borcumu ödeyebilmek için önceden anlatılmamış, yepyeni bir masal yazmayı tercih ettim.

Romanın “Zindan” faslındaki “Sahir ile Sahra” masalı tamamen bana aittir. Hamdolsun Mardinli masalcılar çok beğendiler ve masalın açık bıraktığım son ucunu tamamlamaya söz verdiler. Şimdi heyecanla bekliyorum, bakalım “Sahir ile Sahra” masalına kaç farklı son bulacaklar. Araştırma meselesine gelince. Mardin’de geçirdiğim bir yıllık sürenin neredeyse 11 ayı araştırma ve tanıma gayreti ile geçti. Romandaki bir yarım cümleyi yazabilmek için bile binlerce sayfa okudum, yüzlerce saat konferans ve anlatı dinledim desem yeterli olur sanırım.

Mardin özelinde Mezopotamya’nın “melez” güzelliğini o kadar kuvvetli hissettiriyor ki Abbara. Mardin ya da Mezopotamya güzel bir tamamı da örnekliyor sanki bize. Tek tipliliğin sıkıcı ve noksan yanlarındansa, her unsurun farklı özelliğiyle katkı sağladığı bir bütün olmak fikrini de bir alt metin olarak seziyoruz Abbara’da. Çünkü Abbara bireysel ve toplumsal olarak da bir tamamlanma, bir tekâmüle erişmenin öyküsü ve bu tekâmül ancak bize benzemeyenle kurabildiğimiz bir ilişkinin sonunda gerçekleşiyor sanki?

Yıllar önce insanlardan yakınan bir dostuma yazdığım mektupta, “Sen hiç kereste ressamı gördün mü?” diye sormuştum. Yoktur. Gidin bir marangoza keresteleri seyredin, on dakikada hafakan basar.

Abbara’yı yazarak samimi bir çağrı yaptığımı, her samimi çağrının da kulağını mutlaka bulacağını düşünüyorum.

Dümdüzdür, delirtir. Kimse kereste resmi yapmak istemez. Oysa ağaçların resmi yapılır. Niye? Dalı vardır, budağı vardır, girintisi, çıkıntısı, ışığı gölgesi vardır. O karmaşa içinde güzeldir, çünkü o tezat, o zıtlıklar, farklılıklar ağacı güzel kılar. İnsan ve toplum da farklılıklarıyla güzeldir. O farklılıkları yok ederseniz tabiatı katletmiş olursunuz. Felaketimiz olur, biteriz.

“İlkesi rıza, işleyişi hak kavramlarına tam riayetin inşa ettiği adalet bizim ortağımız ve orada yaşamak zorundayız”

Romanda altını çizdiğim “Hayret yoksa hayat yoktur” diye hikemi bir cümle var. “Hayret”, eksik bir tanımla; hakikati her daim müşahede ederek, buna karşı daimi bir heyecan duymak ve bu heyecan üzere bir hayat sürmek… Abbara’da Müslüman’ından Süryani’sine birçok karakter hayretini diri tutmuş ve bu sayede hayat bulan karakterlerdi. Ayrım gözetmeden bu karakterleri hakkaniyetli yazmanız bu topraklara dair taşıdığınız hangi idealin göstergesi?

Somut bir anlatımla “ana sütü” diyorum. Biz muhteşem bir irfan kültürüne sahibiz. O kültür İbrahim Kalın’ın Ben Öteki ve Ötesi kitabında anlattığı gibi, kendisini ancak öteki ile tanıma hakikatinin farkına varmış bir toplumun gıdası ve hayat biçimidir. O gıdadan ve hayat tarzından uzaklaşmak bizi hasta eder, şuur kaybına uğrar, kimliğimizi ve kişiliğimizi kaybederiz. İlkesi rıza, işleyişi hak kavramlarına tam riayetin inşa ettiği adalet bizim otağımız ve orada yaşamak zorundayız. O otağın dışında bize hayat yok.

Abbara - turistik olarak hep gündemde olsa da- Mardin’e ve Mezopotamya’ya yeniden farklı bir bakışla bakmamızı öğütlüyor. Mezopotamya’yı hem sosyolojik açıdan, hem tarihi, hem de vicdani olarak daha iyi anlamaya dair bir çağrı var sanki Abbara’da? Abbara’nın bu çağrısı karşılık bulacak mı sizce?

Bütün ümidim o… Abbara’yı yazarak samimi bir çağrı yaptığımı, her samimi çağrının da mutlaka kulağını bulacağını düşünüyorum.

Bazı kelimeler var ki romanda belli durumlarda sürekli karşımıza çıkıyor; zeytin, incir, yarasa ve güvercin gibi… Bunlar karakterin içsel yolculuğunu pekiştiren, olayları anlamlandırmamızı sağlayan kelimeler.

Aynı şekilde “ikizlik” kavramı da romanda pek çok yerde karşımıza çıkıyor: Matera ve Mardin ikizliği; Kasımiye ve Zinciriye ikizliği gibi… Josef’in sürdürdüğü arayışın bir veçhesi de yine bu “ikizlik” kavramına bağlanıyor. Bu “ikizlik” kavramının diğer tekrar eden kelimelerden ve kavramlardan daha kapalı, bize pek de açık olmayan örtük bir anlamı var sanki? Buna dair neler söyleyebilirsiniz?

Merhum Psikiyatr Ayhan Songar’dan dinlemiştim bir zamanlar; ana rahminde her insanın “taşyon” denilen bir ikizi hatta birebir kopyası olduğunu, bu “taşyon”un bir süre sonra yok olduğunu anlatmıştı.

Mardin gibi bir şehrin romanını yazarken masalları ve efsaneleri bir kenara koyup geçemezsiniz
Mardin gibi bir şehrin romanını yazarken masalları ve efsaneleri bir kenara koyup geçemezsiniz

Her insanın bir ikizi, “taşyon” dediğimiz bir kopyası var ve belki hayat her insan için o ikizi aramaktan ibaret. Gerçekliği olmayabilir, ama beni heyecanlandıran bir düşünce bu. Aramaktan daha heyecan verici bir macera ne olabilir ki zaten?

Binlerce yıllık şehir Mardin’e dair anlatılmış binlerce masal var, yazılmış pek çok da kitap… Şimdi bir masal da siz yazdınız Mardin’e; son olarak bunun sizde uyandırdığı hisleri ve şu ana kadar özellikle Mardinlilerden aldığınız tepkileri de öğrenebilirsek…

Hiç ummadığım kesimlerden çok iyi dönüşler aldım Mardin’de. Masal ustaları en korktuğum kesimdi, hamdolsun onların tepkisi çok güzel ve teşvik edici oldu. Hatta yeni romanlar yazmamı istiyorlar benden. Kim bilir? Belki bir yolculuğa daha çıkarım. Belli mi olur?