Dipdiri Anadolu, dipdiri yerlilik

Şehir-köy, şehir-kent dendiğinde nasıl düşündüğümüzün anlaşılması için bu kavramsal belirlemelere ihtiyacımız vardı.
Şehir-köy, şehir-kent dendiğinde nasıl düşündüğümüzün anlaşılması için bu kavramsal belirlemelere ihtiyacımız vardı.

Kentlinin “tabii olanı” bile isteye göz ardı ettiği söylenemez. Tabii olanı arayan kentliler de var muhakkak. Kentli, kentte tabii olanı bulamadığı için tabii olmayana, benzerine, andıranına yöneliyor, yönelmek zorunda kalıyor. Kent böylece bir görünümler dünyasına dönüşüyor. Olmadığı bir şey gibi görünüyor eşyalar. Pimapenler ahşap görünüyor mesela, plastikler çiçek, betonlar taş görünüyor.

Bir süredir köy ve şehir hayatına dair izlenim, gözlem, tespit ve kıyaslardan hareketle yazılar yazıyorum. Bu da onların devamı niteliğinde. Şehir ve köyün (kasabanın, köye kasabaya benzer özellikler gösterdiği ölçüde ilçenin) farkından söz ederek başlayabiliriz. Hâlâ varsa köy ya da şehir görmemişlerin bile tahmin edebileceği, televizyondan bileceği bir farktan mı söz ediyorum şehir ile köyü ayırırken? Hayır, o kendiliğinden, doğal farktan söz etmiyorum tam olarak.

Akla İstanbul geliyor mesela. İstanbul’un bir Türk silueti vardı. İstanbul’un artık gökdelenler dolayısıyla Amerika şehirlerini andıran bir silueti de var.

O da konumuza dâhil tabi ama biz şehir ve köy derken bize ait olan ve olmayan şeklinde bir ayrımdan yola çıkıyoruz. Köyü, her ne kadar günümüz şehirlerinden etkiler almış olsa da, daha bize ait olan bir yer olarak görüyoruz. Son cümle şehirler için aynı şekilde düşünmediğimizi de ortaya koyuyor zımnen. Şehir kelimesi (ya da kavramı) bizim öz malımız, şehirlerimiz ise sadece toprağı ve mülkiyetiyle bizim gibi. Akla “Daha ne ve nasıl olacaktı?” sorusunun gelmesi muhtemel bu noktada. Daha açık konuşalım o zaman. Şehirlerimiz Batılılaşma çabalarımızın başlangıcından günümüze Batı şehirlerine özgü bir görünüm kazanmış durumda.

Akla İstanbul geliyor mesela. İstanbul’un bir Türk silueti vardı. İstanbul’un artık gökdelenler dolayısıyla Amerika şehirlerini andıran bir silueti de var. “Sadece toprak ve mülkiyet sahipliği”nden özellikle söz etmemizin sebebi bu. Bize ait olan-olmayan ayrımından, Batılılaşma dolayısıyla şehirlerimizin görünümlerinin özgünlük kaybından söz etmişken kavramsal bir farktan daha söz etmek yerinde olur sanıyoruz. Şehir ve kent farkı o da. Biz bu kelimeleri her ne kadar anlamdaş olarak kullansak da arada aslında bir inanış, yaşayış farkı kadar büyük fark var. Şehir kavramsal ve maddi olarak bizim dünyamıza aitken, kent endüstri devriminin getirdiği Avrupa şehirlerini daha çok karşılayan bir kelime. Ülkemizde de endüstrileşme ve Batılılaşma çabaları şehirlerimizin bize ait görünümünü törpüleyip belli ölçüde Avrupai-Amerikan bir görünüm kazandırdığına göre bizim de şehir yerine kent dememiz sanırım daha doğru olacaktır.

 İstanbul’un artık gökdelenler dolayısıyla Amerika şehirlerini andıran bir silueti de var.
İstanbul’un artık gökdelenler dolayısıyla Amerika şehirlerini andıran bir silueti de var.

Şehir-köy, şehir-kent dendiğinde nasıl düşündüğümüzün anlaşılması için bu kavramsal belirlemelere ihtiyacımız vardı. Farklılıkları ve benzerlikleri daha belirgin kılmaya çalışalım. Kentlinin de herkes gibi on iki ayı var muhakkak, fakat sadece iki mevsimi var sanki. Kış ve yaz. Kentli için kendilerini en fazla hissettiren mevsim bu iki mevsim bizce.

Kış her yerde ve herkes için kış, yaz her yerde ve herkes için yaz gibi. Güzü ve baharı hissetmek için köyde, yaylada yaşamak gerekiyor sanki. Yaşamak gerekiyor çünkü sık sık gitmekle de olmaz bu iş. Sık sık gitmek başka, içinde yaşamak başka. Kentlinin, kentte yaşayanın tabiata gitmesi romantik, nostaljik, (gerçeklikten kısmen kopuk yani) giderek turistik bir bakıştan pek de uzak sayılmaz.

  • Hayatını tabiatın içinde yaşayanınsa sözünü ettiğimiz şeylerden haberi bile yok. Bu habersizlik onun gerçeklikle bağını daha sağlıklı, zihnini daha açık, gönlünü de daha temiz kılıyor gibi.

Belki yazının bu noktasında şu soruyu da sormak gerekiyor: Gereklilik diyorum ya, benim için zorunluluk gibi. Benim bu yazıdan maksadım kente ve kentliye karşı kendi köylülüğümüz dolayısıyla bir köy-köylü güzellemesi, nostaljisi yapmak mı? Değil. Şu ya da bu sebepten köye dönemeyecek olmanın üzgünlüğü de eşlik ediyor yazdıklarıma. Bunu şunun için söylüyorum: Mümkün olabildiği ölçüde gerçekçi bir bakışla yaklaşmaya çalışıyorum yazı konuma. Güzelleme şeklinde anlaşılabilecek sözlerim bu bakıştan uzak değil. Devam edelim. Köylünün zihni daha açık, gönlü de daha temiz demiştik. Bunun sebepleri var muhakkak. Tabiattan, yaşayarak öğrenmek bunlardan biri. Tabiatın içinde yaşayan, tabiattan öğrenen insan bozucu etkilere daha az ve geç maruz kalıyor.

Köylünün zihni daha açık, gönlü de daha temiz demiştik. Bunun sebepleri var muhakkak. Tabiattan, yaşayarak öğrenmek bunlardan biri.
Köylünün zihni daha açık, gönlü de daha temiz demiştik. Bunun sebepleri var muhakkak. Tabiattan, yaşayarak öğrenmek bunlardan biri.

Durumu belki şöylece ortaya daha net koyabiliriz: Bir yayla gezimizde yol sorduğumuz bir nene, bir köylü olarak vaktiyle bizim de sahip olduğumuz fakat şehir hayatının etkisine maruz kalarak kaybettiğimiz bir özelliğimizi hatırlattı bize: Yedi kat yabancıya bile kırk yıllık komşu, akraba güveni ve sıcaklığı ile yaklaşmak. Açlığını, yiyeceğini içeceğini sormak. Aynı özelliği köye, kasabaya, kazaya, şehre doğru daha fazla kaybedilmiş olarak buluyoruz. Tamamen kaybedilmemişse tabi. Bu zihinsel temizlik durumu daha çok yaşını başını almış olanlar için geçerli. Daha alt yaşlara doğru saf olmaktan uzaklaşıyor bu durum. Son kırk yılın köylü gençleri önceye kıyasla nicel anlamda daha çok eğitimli. Ayrıca kitle iletişim araçları bakımından şehirde olup da köye, kasabaya sokulmayan pek az şey var. Bunlar ve köylünün şu ya da bu sebeple kent yaşamını deneyimlemesi kentli-köylü arasında belli ölçüde bir kültürel ortaklaşma sağlıyor.

  • Buna rağmen köylerimiz hâlâ dipdiri Anadolu ve yerlilik demek… Köy, aynı zamanda bize ait olmayan dünyaya direncin daha belirgin olduğu yer demek. Özel bir çabanın ürünü değil, kendiliğinden, kentin bozucu etkisini yavaş ve geç almaktan doğan bir direnç bu.

Kentlinin “tabii olanı” bile isteye göz ardı ettiği söylenemez. Tabii olanı arayan kentliler de var muhakkak. Kentli, kentte tabii olanı bulamadığı için tabii olmayana, benzerine, andıranına yöneliyor, yönelmek zorunda kalıyor. Kent böylece bir görünümler dünyasına dönüşüyor. Olmadığı bir şey gibi görünüyor eşyalar. Pimapenler ahşap görünüyor mesela, plastikler çiçek, betonlar taş görünüyor. Şehir, şehirleşme, şehircilik söz konusu oldu mu betonlaşma olgusu, ekmeğini betondan kazanmayan ve özellikle okumuş şehirlinin en çok eleştirdiği konular arasında.

Hani çok da haksız değiller belki, ama ekmeğini betondan kazanmamanın rahatlığıyla konuşmanın kolaylığı var gibi bu eleştirilerde. Betonlaşma sadece şehirde görülen bir durum da değil üstelik. Köy ve yayla evleri de bir zamandır betondan. O zaman bir yapı malzemesi olarak eleştirilmiyor belki de beton. İnsanlar, şehirli nüfusun ciddi ölçüde artmasının da etkisiyle boş ve yeşil alanların, gökyüzünün kaybolmasının neticesi olan ruhsal bir sıkıntıyla konuşuyor. Konuyla ilgili söylenebilecek daha çok söz varsa da “Demek ki kent, ruhumuza dost değil.” diyerek yazımızı bitirebiliriz.