Hikayemizi anlatmak savaşta bile en büyük ihtiyacımızdı

Semezdin Mehmedinoviç, Saraybosna’daki kuşatma yıllarında bir yandan direniş hareketlerine katılmış, bir yandan bir dergide editörlük yapmış bir yandan da savaş tanıklıklarını Saraybosna Blues’la kitaplaştırmıştır.
Semezdin Mehmedinoviç, Saraybosna’daki kuşatma yıllarında bir yandan direniş hareketlerine katılmış, bir yandan bir dergide editörlük yapmış bir yandan da savaş tanıklıklarını Saraybosna Blues’la kitaplaştırmıştır.

Sizin de dediğiniz gibi “ ‘şu an’ ile kısıtlı bir zamanda yazmak ve yarına ya da düne sahip olmamak” çok önemliydi, çünkü trajik şartlarda hikâye anlatma ihtiyacı “normal” zamandakinden bile fazladır. Özellikle böyle zamanlarda hikâyenizi anlatma ihtiyacı, hayatta kalmak için muhtaç olduğunuz ekmekten bile daha önemli bir ihtiyaçtır.

Balkanların yetiştirdiği en büyük yazar ve şairlerden Semezdin Mehmedinoviç, Saraybosna’daki kuşatma yıllarında bir yandan direniş hareketlerine katılmış, bir yandan bir dergide editörlük yapmış bir yandan da savaş tanıklıklarını Saraybosna Blues’la kitaplaştırmıştır. Bu yönüyle Saraybosna Blues bir dönemin, bir trajedinin en canlı izlerini taşıyan bir eser. Biz de Semezdin Mehmedinoviç’le Saraybosna Blues’u yazdığı şartları, yarının ve dünün olmadığı bir atmosferde bir yazarın yazma motivasyonunu ve savaş şartlarında aile olmayı konuştuk.

İlk başta kitabın ismindeki “Blues” ifadesinden yola çıkarak sormak istiyorum, Saraybosna Blues bir ağıt, bir küfür ya da yalnızca bir şahitlik midir?

Aslında bu kitapta şiir daha baskın. Müzikal form şiire eşlik ediyor. Kitabın ismi “Saraybosna Sevdalinka” da olabilirdi, ama o zaman sadece bir boyutundan bahsedilmiş olurdu; çünkü “Sevdalinka” sadece bir temanın karşılığını verebiliyor. Burada, Bosna’da genelde Sevdalinka bizim Blues’umuz deriz. Bu yüzden “Blues” daha geniş bir duygu aralığını karşılıyor ve savaş gerçeğimizi daha gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Bu kitabı tanıklık konusunda duyduğumuz güçlü ihtiyaçtan dolayı yazdım ve daha geniş okur kitlelerine ulaşmak için de bir de tabii... Bu anlamda “Blues” anlaşılabilecek bir şifre. Bu çalışmayı (birkaç arkadaşımla birlikte) Saraybosna işgalinin başladığı zamanlarda çıkardığımız Günler (Dani) dergisinde yayımladım. Bize kelimeler dışında bir anlatım gerekiyordu sonunda şehirdeki okurlarımızı keşfettik. Etkileyici bir tecrübeydi. Şehrin insanları kendilerini, kendilerine ne olup bittiğini anlatmaya gereksinim duydukları için bizim yazdığımız metinlere başvurarak cevapları orada aramaya başladılar. İdeal okurlar vardı ve onlar sayesinde savaş zamanı yazmanın bir anlamı oluyordu. Savaştan dolayı şehirde yeterince kâğıt olmadığından ve her kopya çok sayıda okura ulaştığından dergimiz az sayıda basılıyordu.

İnsanların neden kötü şeyler yapmaya ihtiyaç duyduklarının cevabı yok

Kitabın “Kafaya Çorap” bölümünde anlattığınız olay üzerine; Sırpları Boşnaklarla beraber maç yaparken, kafalarına çorap geçirip onlara silah doğrultmaya ikna eden şey neydi sizce?

İnsanların neden kötü şeyler yapmaya ihtiyaç duyduklarının cevabı yok.
İnsanların neden kötü şeyler yapmaya ihtiyaç duyduklarının cevabı yok.

Kitapta bu sorulara biraz da başarısız bir şekilde cevap bulmaya çalışıyorum aslında. Dün arkadaşınız ya da tanıdığınız olan birinin sizi ya da çocuğunuzu öldürmeye hazır bir biçimde tüfeğini kapıp üzerinize doğrultması olağandışı bir tecrübe. İnsanların neden kötü şeyler yapmaya ihtiyaç duyduklarının cevabı yok. Bunun yanında elbette milliyetçilik bu olanları tetikleyen oldukça etkili bir siyasi ideolojiydi. 1992 Nisanı’nın sonunu hatırlıyorum. Aynı yazar çevresinden bir tanıdığımla, kitaplara, sanata, müziğe karşı aynı tutkuyu paylaştığım birisiyle bir kafede oturuyordum. Bombalar patlıyordu o gün ve bunun üzerine konuşuyorduk, makul ve açık bir şekilde şehri işgal altında tutan ordunun şiddetini eleştiriyordu. Oldukça medeni yorumlar yapıyordu. Ertesi gün bu adamın şehri terk ettiği ortaya çıktı ve o akşam şehrin yukarısındaki tepede bulunan Sırp savaş propagandası yapan televizyon istasyonundaydı.

“Prime time”da yayınlanan haber programını sunuyor ve orada kameraların önünde halka bir gün önce kafede bize söylediklerinin tam tersini söylüyordu. Sırp destanlarının dilinde eski argolar kullanıyordu, uzak geçmişten bakarak dünyaya hitap eden bir dildi; Osmanlı zamanında olan savaşları gündeme getiriyordu. Doğrusu bu savaşın şarapnelleri öncekilere düşüyor ve 1389 Kosova Savaşı’na kadar gidiyordu… Politik psikiyatr Vamık Volkan’nın ortaya attığı “seçilmiş travma” kavramına göre bireylerin yanı sıra milletler de -kendileri tarafından yapılan herhangi bir yanlışı hariç tutarak- kendilerine yapılan bir yanlışa tutunabildiğini söylüyor. Bu bizim Balkan milliyetçiliğinin nasıl ortaya çıktığına dair kusursuz bir tanım ve toplumlarımızın neden belli bir çemberin dışına çıkamadığının da sebebi...

Mesele artık Handke değil. Mesele şu; Nobel komitesi bir soykırım inkârını üstlenmiş ve onun günahlarına ortak olmuş oldu.

Savaşta baba olmak evlat olmaktan daha zor

Savaşı bir evlat ve bir baba olarak her iki durumda da yaşadınız, hangisi deneyimlemesi en zor olandı?

Her iki ilişkinin de kendince epey zahmetli olduğu yönleri var ancak bir evlada karşı sorumluluk duygusu daha büyük... Duygusal anlamda çocuğunu koruma gereksinimi felç edici bir şeydi. Zamanla içimde belirsiz bir vicdan duygusu büyüyor, çünkü bir zamanlar çocuğumu şehirden dışarı çıkarmanın ve onu korumanın bir yolunu bulamamıştım... Öncelikli düşüncem ailemi birlikte tek bir yerde tutmak mecburiyetimdi; çünkü bence hayatta kalmanın yolu buydu. Ailemin dağılmasından ve onlarla ayrı düşmekten çok korkuyordum. Savaştan sonra bir gün oğlumu dünya haritasında bakarken buldum. Ona ne yaptığını sordum. Saraybosna’dan ayrıldıktan sonra gidecek bir yer aradığını söyledi. Neresi olduğunu sordum ve “Grönland” diye cevap verdi. “Neden Grönland?” dedim. Oğlum, “Çünkü orada çok fazla insan yok.” diye yanıtladı. Çocuğumu olması gerekenden çok daha erken bir dönemde, tıpkı yetişkinlerin dünyaya karşı geliştirdiği güvensizlikle aynı olan bir güvensizliğin içinde buldum. Onu bundan koruyamadığım ve bunun hayatında sonsuza dek bir iz bıraktığı açıktı.

Bir yazar olarak, icat etme ya da kuraca yazma korkum var.
Bir yazar olarak, icat etme ya da kuraca yazma korkum var.

Bu metin her ne kadar belleğimizde karamsar bir atmosfer yaratsa da, her seferinde şunu hissettiriyor; ne olursa olsun, günlük hayat devam eder… Peki, bu gerçekten böyle mi, savaşı yaşamış biri olarak sizce, günlük hayatın “durdurulamazlığı” savaşın ortasındaki insanlara eninde sonunda bir çıkış kapısı açıyor mu?

Evet, bu normalliğe duyulan bir özlemdi, savaş ve onun getirdiği sorunlara paralel olarak aktif bir günlük yaşam vardı. Her an yok olabileceğiniz fikri sürekli aklınızdayken hayat daha da önem kazanıyor. Örneğin savaşta sevdiklerimden bazıları hayatını kaybetti; hatta bazılarını mezara kendi ellerimle koydum. Ancak o acılı zamanlarda bile arada bir de olsa mutlulukla dolu anlarımız oluyordu. Sevdiğim insanın karnı açtı, susuzdu ama her gece yanımda uyuyordu. Oğlum ben her akşam eve sağ salim döndüğümde neşeleniyordu. Soframızdaki sıradan bir elma bize keyif veriyordu. Beklentilerimiz o kadar düşüktü ki; bu basit şeyler büyük bir mutluluk kaynağıydı, bu şimdi barış zamanı çok nadir olan bir şey. Ve bazen bu savaş mutluluklarına özlem duyuyorum.

“Vücutlarının geleceği hakkında net planları olanlar hayatta kalır.” diye bir cümle var kitapta. Bu cümle oldukça düşündürücü, bugün de böyle mi düşünüyorsunuz?

Evet, kesinlikle bu hayatta kalmaya odaklanmakla ilgili… Vücut ölümlülüğümüzün mekânı ve ona bakmak, vücudunuza konsantre olmak hayatta kalmanın bir yöntemi. Benim yanımda kendini aksiyon filmlerindeki her kötülüğü yenen ve kameralar önünde asla ölmeyen kahramanlarla özdeşleştirmiş bir kadın vardı. Günlük olarak egzersizlerini yapar vücudunu diri tutardı. Bu sanırım umutsuzluktan kaçmak için faydalı bir yöntemdi. İmkânsız şartlar altında aylarca, yıllarca yaşadığınızda umutsuz olmak çok kolaydır, kendi geleceğinizle ilgili hayallerden vazgeçmek çok kolaydır. 1995 Eylülü’nü anımsıyorum. Saraybosna berbat bir hâldeydi; insanlar gerçeklerine daha fazla katlanamadıkları için, çok sayıda intihar yaşanıyordu. Genelde eğitimli, yaşlı insanlar böyle bir hayata artık katlanamadıkları için kendilerini öldürüyordu.

Yaşadıklarımı yazarken metinle aramdaki mesafe zorlukların üstesinden gelmeme yardımcı oluyor, sanki kendimin değil de bir başkasının hayatını anlatıyormuşum gibi.

Metinlerimde "şimdiki zaman"da ısrarcıyım çünkü şimdiki zaman sömürüye daha az açık

Yarının ve dünün olmadığı, zamanın “şimdi” ile kuşatıldığı bir dönemde bir yazar, bir insan neden yazar; siz neden yazdınız?

Bir yazar olarak, icat etme ya da kuraca yazma korkum var. Kitaplarımı hayatımda önemli olaylar olduğu dönemlerde yazarım. Olaylar başımdan geçtiği sırada, gerçeğe karşı duygularım canlıyken yani şu anda yazmaya çalışıyorum. Tarafsız bir gözlemci, kendini uzaklaştırıp dışardan gözlemleyen biri olarak anlatmaya çalışıyorum olayları ve o anda yazıyorum. Daha sonra düzenlemek üzere notlar alıyorum. Ben bir katılımcıyım ve aynı zamanda da bir gözlemci. Yaşadıklarımı yazarken metinle aramdaki mesafe zorlukların üstesinden gelmeme yardımcı oluyor, sanki kendimin değil de bir başkasının hayatını anlatıyormuşum gibi. Bütün kitaplarımı yazarken “şimdiki zaman”da ısrarcıydım. Çünkü siyasi ideolojiler, geçmiş ve gelecek zamanları kötüye kullanabilir, istismar edebilir.

Beklentilerimiz o kadar düşüktü ki; bu basit şeyler büyük bir mutluluk kaynağıydı, bu şimdi barış zamanı çok nadir olan bir şey. Ve bazen bu savaş mutluluklarına özlem duyuyorum.

Ancak henüz şimdiki zamanı kötüye kullanacak bir yöntem icat etmediler. Saraybosna’da olduğum için farklı siyasi sistemlerin içinde yaşadım. Milliyetçiler, milletlerinin büyük zaferlerle dolu parlak geçmişini, komünistler ise “parlak gelecek” diye bir kavram kullanarak geleceği, ona doğru ilerlediğimiz zamanı çağırıyorlardı. Fakat şimdiki zaman istismara daha az açıktı. Sizin de dediğiniz gibi “ ‘şu an’ ile kısıtlı bir zamanda yazmak ve yarına ya da düne sahip olmamak” çok önemliydi, çünkü trajik şartlarda hikâye anlatma ihtiyacı “normal” zamandakinden bile fazladır. Özellikle böyle zamanlarda hikâyenizi anlatma ihtiyacı, hayatta kalmak için muhtaç olduğunuz ekmekten bile daha önemli bir ihtiyaçtır.

Kitabınızda bir yerde “Ölenlerin fotoğrafları reklam hâline geldi. Bu insanların isimlerinin olması önemli değil: TV onları soğuk diliyle, çıplak görüntülere dönüştürüyor.” diyorsunuz. Bugün bu durum hâlâ geçerliğini koruyor bütün savaş fotoğrafları aynılaştı ve anlamsızlaştı zihnimizde. Başkasının yaşadığı acının sadece bir görüntü hâline geldiği bir çağda, bir başkasının acısını anlamak nasıl mümkün olabilir?

İnsanların ölü resimlerini incelemek gibi bir gereksinimleri vardır, ama rahatsız edici olmayanlarını tabii.
İnsanların ölü resimlerini incelemek gibi bir gereksinimleri vardır, ama rahatsız edici olmayanlarını tabii.

Bu durum maalesef “ölü ekonomisi”nin bir parçası. İnsanların ölü resimlerini incelemek gibi bir gereksinimleri vardır, ama rahatsız edici olmayanlarını tabii. Bir ölünün resmi kişiselleştiği zaman rahatsız edicidir, kurbanın ismi ya da yüzü olduğunda. Bu olmadan yalnızca boş bir fotoğraftır psikolojik olarak boşaltılmıştır. İşgal sırasında Saraybosna’da zaman geçiren Susan Sontag bu sorunla ilgili harika bir kitap yazdı; Başkalarının Acısına Bakmak. Bu kitap felaketlere gösteren görüntüleri nasıl gözlemlediğimize ve gözlemlememizin ahlâki sonuçlarına odaklanıyordu. Geçmiş şok ve öfke üretmek için kullanılan bu tür imgelerle dolu ve tepki verme yetilerimizi kaybettik. İnsanlar başkalarının acılarına karşı şefkat duymak için çaba sarf ediyor. Belki de şefkat ya da empati beklememeliyiz, belki bu imkânsızı aramak gibi bir şey. Belki o fotoğrafın “bin kelimeden daha fazla şey anlatması” yeterlidir, belki insanlarda yeterince şefkat uyandırmıyordur ama dünyayı paylaştığı insanoğlunun günahkârlığının ne kadar acıya yol açtığı konusunda bir bilgi veriyordur. Bu yeterli olabilir.

Daha sonra da kitabın yine farklı bir bölümünde “Bu cümleleri ya da herhangi bir konuda benzerlerini yazarken, savaşın reklam metnini yazıyorum.” şeklinde bir cümle geçiyor. Bu cümle bize hayat ve edebiyat ilişkisi üzerine neler düşündürmeli?

Savaş sırasında bu ikilemin farkındaydım. Kitapta bir yazı var, sorunuzda bahsetmiştiniz, Özgürlük başlığı. Bu metni baz alarak; işgal sırasında deneysel bir film çekildi. Savaşla ilgili yazdığınızda, eserinizde ne kadar savaş karşıtı bir mesaj vermeye çalışsanız da aynı zamanda hakikati de yazıyorsunuz. Çünkü tehlikenin de bir cazibesi vardır, tehlike altında yaşamak bir çeşit saygınlıktır. Her ne kadar bu hakikati olumlu bir şeymiş gibi yazmaya çalışmasak da savaşla ilgili yazmak bu yüzden onun reklamını yapmaktır.

Onu gördüğümde ne hissedeceğimi görmek için Radovan Karadzic'le görüşebilirim

Radovan Karadzic’le bir dönem arkadaş olmanız ve bu insanın çocuğunuzun okuduğu kitapların da yazarı olmuş olması metinde zihninizi meşgul eden en travmatik durumlardan biri. Peki, bu travmayı bugün atlatabildiniz mi?

Bu artık uzak geçmiş. Travma yok artık. Geride kalan şey sadece o travmanın hatırası. Bir süre Hague Mahkemesi’nde çalışmış ve mahkumların yanına erişim izni olan Amerikalı bir arkadaşım geçen yıl bana orada Radovan Karadzic ile bir görüşme ayarlamayı teklif etti. Başta bu teklif bana cazip gelmişti ona çeşitli sorular sormak istiyordum. Ancak sonra ondan ne tür cevaplar almayı umduğumu düşündüm ve benim için hiçbir anlamı olmadığını fark ettim. Ne düşündüğü ya da ne söyleyeceğinin hiçbir önemi yok.

  • Bu Amerikalı arkadaşımın teklif ettiği görüşme henüz gerçekleşmedi, ama yalnızca bunca yılın ardından Karadzic’i gördüğümde ne hissedeceğimi görmek için ve en nihayetinde bunu tanığı olduğum hikâyede anlatmak için gitmeyi kabul edebilirim.

Nobel komitesi neyi ödüllendirdi?

Son olarak, Srebrenitsa Soykırımı’nı inkâr eden ve Milosevic’e duyduğu hayranlıkla tanınan Avusturyalı yazar Handke’nin 2019 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesi üzerine neler söylemek istersiniz?

Handke en önemli kitaplarını altmışlarının sonlarında ve önceki yüzyılın yetmişlerinde yazdı. Bence sadece bir tane önemli kitap yazdı, A Sorrow Beyond Dreams (Hayallerin Ötesinde Bir Keder), bu annesinin intiharını anlattığı bir novella ya da hayatından kurgulanmış bir hikâye. Bu, yazmak için içindeki derin motivasyonun açıkça görüldüğü tek kitap. Gerçekçi ve rahatsız edici. Seksenler ve doksanlar onun için başarılı zamanlar değildi. Handke’nin sonrasında yazdıkları ise gerçekten iyi değildi. Eski Yugoslavya ve eski savaşlar hakkında yazdıkları kötü bir edebiyat örneği, bu işlerin siyasi ideolojik yönlerinden bahsetmeyelim bile… Aynı zamanda, bir yazar olarak dünyada da unutuldu. Okunmuyor. Soru Nobel komitesinin neyi ödüllendirdiğiydi.

Elli yıl önceki eserleri mi yoksa son on- yirmi yıldır yazdığı siyasi anlamda ihtilaflı yazıları mı? Handke seçilmesiyle ile ilgili dünyanın dört bir yanından gelen pek çok olumsuz tepki üzerine cevap olarak bir açıklama yayımlandı. Benim için Handke’nin soykırımı sorguladığı kitabının Nobel komitesi tarafından okunmadığı açık. Netice itibariyla; Nobel komitesinin yıllardır var olan çalışma prensipleri göz önüne alındığında, söz konusu kararlarının kibirli bir Avrupa merkezcilik olduğu aşikâr.

Onlar için dünyanın geri kalanı yok ya da konu dışı. Mesele artık Handke değil. Mesele şu; Nobel komitesi bir soykırım inkârını üstlenmiş ve onun günahlarına ortak olmuş oldu. İsveçliler geçmişte de tartışmalı kararlara imza attılar bu onlar için yeni bir şey değil ve bundan da hasarsız bir şekilde sıyrılacaklar. Ancak görünen o ki; bu zamana kadar ki en büyük düşüşleri bu oldu.