İman ve idrak: Nübüvvet bize neyi verir?

“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hüdâ’dır bu/ Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu”
“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hüdâ’dır bu/ Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu”

Nebî kelimesinin kök anlamı haber vermek demektir ve büyük bir vakadan haber verdiği için peygamberin“nebî” olarak adlandırıldığı belirtilir. Bu anlamdan hareket edecek olursak Hz. Peygamber insan idrakine sunulan en büyük nimet olan varlık anlamını haber verdiği ve var oluşumuzun gayesini gösterdiği için nebîdir.

Hz. Peygamber bize hem varlığımızın dayanağını oluşturan ilkeleri hem de var oluşumuzun dünya ve ahiretteki serencamını ifade eder.
Hz. Peygamber bize hem varlığımızın dayanağını oluşturan ilkeleri hem de var oluşumuzun dünya ve ahiretteki serencamını ifade eder.

İkincisi, davranışla ilgilidir. İslam düşünürleri genel olarak insan hayatını yönlendiren ahlâkî ve siyasî yasaların peygamber tarafından vaz edildiğini söylerler. Bilhassa Fârâbî tarafından sistemleştirilen ve bilahare Âmirî, İbn Sînâ, Fahreddîn er-Râzî ve Nasîruddîn et-Tûsî gibi filozof ve düşünürler tarafından geliştirilen bu iddia ilk bakışta oldukça tuhaf görünür. Çünkü iddianın can alıcı noktası, hakikate ilişkin idrakin ancak bir peygamber tarafından davranış formalarına dönüştürülebileceğidir. Doğrusu, ilkece hakikat bilgisini davranış formlarına çevirmek, insanî idrakin ortak özelliğidir. Evet, üstün bir ahlâkî ve kapsamlı bir siyasî hayatta bilginin davranışa dönüştürülmesi, engin bir tecrübe ve üstün bir sezgi gücü gerektirir. Ama böylesi bir tecrübî birikim ve sezgi gücünün peygamberlerden başkasında olmadığını söylemek ilk bakışta isabetli değildir. Çünkü tarihte büyük topluluklar kuran ve yasalar vazeden etkili devlet adamları var olagelmiştir. Hal böyleyken adı geçen filozof ve düşünürlerin iddiası nasıl isabetli olabilir? Hiç kuşkusuz bütün büyük toplumlarda insan hayatının amacını oluşturan temel değer, bu değer etrafında örgütlenmiş toplum, değeri en üst seviyede temsil eden yönetici veya yöneticiler, son olarak bu değeri korumak amacıyla yöneticilerin vazettiği yasalar olduğu söylenebilir. Bütün kurucu yöneticiler benimsedikleri değerler doğrultusunda toplumu örgütler ve bu örgütü idame ettirmek için yasalar vazederler.

Fakat dikkatli bir inceleme göstermektedir ki peygamberden başka hiçbir insan, kendisinin, ailesinin, kabilesinin veya bağlı bulunduğu cemaatin çıkarlarını hakikatin önüne almaksızın yasa koyma vasfına kusursuz bir şekilde haiz olamaz. Bu bağlamda vahiy, Allah’ın insana yönelik lütfunun dış dünyadaki tahakkuk süreçlerine paralel şekilde peygamberin idrak gücünde somutlaşması demektir. Bu sebeple ilâhî lütfun insanın kemalini mümkün kılacak görüş ve davranışlara bütün insanları kuşatacak bir nesnellikle dönüşebildiği yegâne insan bir peygamber olabilir. Yine ancak bir peygamber tarafından inşa edilen erdemli toplum insanı rabbânî kemale ulaştıracak şekilde düzenlenmiş olabilir. Bu düzenin iki boyutu vardır. Birincisi ilâhî teyide ve tasdike mazhar oluşu, ikincisi ise kapsamlı oluşudur.

Hz. Peygamber’in (s) amelî hayata ilişkin tebliği, birey olarak kendisinin, kabilesinin, milletinin veya ona tabi olanların arzu ve heveslerinin araya giremediği, saf ilâhî anlamın davranış formlarına dönüşmüş hallerini ifade eder. Bu sebeple amelî hayatta peygambere ittiba etmek, bizzat Allah’ın emri ve onayıyla gerçekleştiğinden Allah’a kulluğun tamamlayıcı bir parçasıdır. Ayrıca peygamberin vazettiği ameller bütünü, sadece uyulması gereken toplumsal ve ahlâkî kuralları kapsamakla kalmaz, aynı zamanda Allah’a ibadet etmenin kalıplarını da belirler. Bu kalıpları ilk bakışta ahlâk ve hukuku aşan yahut bunların dışında bulunan ibadet türleri olarak görünse de daha derinden kavrandığında ahlâk ve hukukun kendisinden türediği nihaî değerleri de içerir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s) idrak seviyesinde tamlık ve bütünlüğü temsil ettiği gibi davranış seviyesinde de tamlık ve bütünlüğü temsil eder. Davranıştaki tamlık ve bütünlük, bir yönüyle bütün pratik hayatın metafizik ilkelere bağlı olarak inşa edilmesi anlama gelirken diğer yönüyle tek tek bütün eylemlerimizi kendisinden türetebileceğimiz uygulama örneklerini de içermesi demektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e (s) iman etmek, hem davranışların gerisindeki ilahî teyit ve tasdike mazhar olmuş metafizik ilkelere ulaşabileceğimizi hem de bu ilkelerden hareketle hayatı inşâ edebileceğimizi tasdik etmek demektir.

Şu halde Hz. Peygamber’e (s) imân ve ittiba, insanın varlık ve kendisi hakkında sahih bir idrake sahip olması ve bu idrakin gereğince hayatını inşa etmesi anlamına gelir. Hz. Peygamber’in (s) rahmet peygamberi olmasının esaslı anlamlarından biri de budur. Hayatta bundan daha değerli hiçbir şey olmadığından Hz. Peygamber bize insanlık için hayati durumu bildiren nebîdir. Bu haberi, bizâtihî hayatın kaynağından getirdiği ve O’nun tarafından tasdik edildiği için de resuldür. Bu bağlamda dindarlığın en büyük tuzağı, peygambere ittibayı yüzeyselleştirmek ve alışkanlıklara dönüştürmektir. Evet, alışkanlık ve adet haline gelmeyen din yaşanmıyor demektir. Fakat farkındalığını yitirmiş alışkanlık ve adetler de yaşayan ölülere dönüşür. Bir Müslüman için hayatta en çok ciddiye alınması gereken şey, Hz. Peygamber’de (s) tahakkuk ettiği haliyle hakikat bilgisi ve ona uygun davranışın ne olduğu ve hayatımızda nasıl tahakkuk edeceğidir. Her gün yitirip tekrar bulsak bile bu, başkasının bizim adımıza tekeffül edeceği bir çaba olamaz. Çünkü hiç kimse bizim yerimize var veya yok olamaz. Varlık ve yokluk, şahsa özel istihkâklardır.