İnatla ışıldayıp duran

"Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!"
"Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!"

Yol açılmıştı. Tanca’yı fetheden ordunun üç büyük emîrinden biriydi. Musa bin Nusayr, otuz beşini geçince eski kölesini şehrin valisi de yapmıştı. Güçlükle bulduğu annesinin mezarı başında saatlerce ağlamıştı o gün.”

Şam’ın asayişinden sorumlu Emîr Abdullah, muhafızların meraklı bakışları altında hafifçe omuzladı kapıyı. Göreni ürküten, zebellah gibi bir adamdı. Küçük kesikler ve yara izleri, yıpranmış bir haritaya çevirmişti yüzünü.

Sakalını sıvazlayıp bir kez daha seslendi. Üç beş adım geri çekildi sonra. Bir boğa gibi koşup tekmeyi indirdi. Kapı kırılmakla kalmadı, etrafındaki duvarlar da çatladı. Başıyla işaret ettiği muhafızların içeri girmesiyle çıkması bir oldu.

- “Vay anam! Nasıl bir koku bu?”

Suratını ekşiten, burnunu tıkayan adamlara alaycı bir edayla baktı Abdullah. “Deve güden pasaklı kadınların değil de akça pakça saray dilberlerinin oğlu olduğunuzu sanır sizi gören de” diyerek kendisi girdi içeriye. Ev eskiydi. Rutubetliydi. Sinekten, böcekten geçilmiyordu. Buraya bir süre önce yerleşen, insanlara sokulmayan hastalıklı birinden söz etmişti ahali.

Askerlerden biri, bir sopayı parmakları arasına sokarak kapalı elini açtı bu arada. Bir temren! Sımsıkı tuttuğu demirden bir ok ucu vardı ölünün avucunda.

Adamın son günlerde hiç görünmediğini, dahası önünde oynamak isteyen çocukların ikazıyla, evden ağır bir koku geldiğini anlatmışlardı askerlere. Emîr, gıcırdayan kapısını yavaşça açarak başka bir odaya daldı bu arada. Biri saçlarını çekti sanki. Göğsündeki iman tahtasına bir dağ çarpmış gibi ürperdi:

- “Aman ya Rabbi! Ne olmuş bu adama böyle? Kimdir bu garip? Kimin nesidir?”

Adam, çürüyüp gitmişti yaslandığı yerde. Bakılacak, dayanılacak gibi değildi hâli. Askerlerden biri, bir sopayı parmakları arasına sokarak kapalı elini açtı bu arada. Bir temren! Sımsıkı tuttuğu demirden bir ok ucu vardı ölünün avucunda.

***

Seyrine doyum olmayan bir ova, bir yeryüzü cenneti uzanıyordu önünde. Görenin içini irkilten tarlalar, denize doğru uzayıp giden şirin dereler, rengârenk çiçekleriyle süslenmiş kızları andıran ağaçlar; sınırsız bir şükretme hissi uyanıyordu insanda. Ilık, dupduru bir bahar sabahıydı. Kısa bir yağmurun ardından bütün mücevherlerini ortaya çıkaran tabiat, yeni konuklarını ne güzel karşılamıştı. Mayasına karışan o merak, o nihayetsiz öğrenme arzusu, Frankların ülkesine bakan bu yerde içini tutuşturuyordu yine. Kuşağına gitti eli. Yanından hiç ayırmadığı temreni kavradı. Gülümsedi. Zırhlı ve silahlı bir şekilde emrini bekleyen, kitap cüzleri gibi kıpırdamadan arkasında duran, tepeye serilmiş demirden bir halıyı andıran ordunun önündeki emîrlerin duyacağı bir sesle konuştu:

  • - “Ey Tarık! Dün Berberî bir köleydin. Bugün muzaffer bir savaşçı, sevinçli bir mümin ve kudretli bir valisin. Bir gün sen de toprağa gireceksin. Şükret ey Tarık! Hiçbir şey, seni Allah’ı yüceltmekten alıkoymasın!”

Annesi geldi aklına. Rûmların bir saldırısında katledilen babasının göğsüne saplanan oku saklamış, delikanlı olduğunda temrenini çıkarıp kendisine vermişti. Kara kıvırcık saçlarını öperek söylediği sözler kulaklarındaydı hâlâ:

- “Baban yiğit ve şerefli bir adamdı oğlum. Senin bakışlarında da onu görüyorum ben. Akıllısın. Meraklısın. Hızlısın. Al, bu temreni sakla. Cesur ve cömert ol oğlum. Boyunduruk vurma, vurdurtma. Hem aklını hem de kalbini güzel şeylerle besle. Bu ok ucu bunları hatırlatsın sana.”

Annesine verdiği sözü tutması, epeyce zamanını almıştı. Müslüman Araplar, Emevi orduları gelmişti bu kez de Afrika kıyılarına. Direnmiş fakat esir düşmüştü. Pes etmemişti yine de. Güzel hasletlerini köreltmemişti. Etkili konuşuyor, sıkı dövüşüyor, iyi kılıç kullanıyordu. Erken fark edilmişti bu sayede. Afrika genel valisi Musa bin Nusayr satın almıştı onu. Valiyi uyarmak zorunda kalmışlardı teslim ederken:

- “Sağlıklı, cesur ve kabiliyetli bir delikanlı. Zehir gibi de aklı var. Fakat dikbaşlı biri efendim. Dikkat ediniz…”

Okuma ve yazmayı ilerletmişti hemen. Sorarak ve okuyarak İslam’ı öğrenmişti. Hz. Muhammed’in arkadaşları arasındaki kölelerin değişiminden etkilenmiş, arayış ve çırpınışını derinleştirmiş, nihayet Müslüman olduğunu ilan etmişti. Bir savaşta hayatını kurtarınca, ona öz evladı gibi sarılmış ve gülümseyerek “Dile benden ne dilersen!” demişti Musa bin Nusayr. Elindeki temreni sıkarken cevabı hazırdı:

- “Kölelikten kurtulmak isterim efendim! Bana özgürlüğümü verin.”

Vali tekrar gülümsemiş ve elini omzuna koymuştu:

- “Seni âzat ettim! Artık hür bir Müslümansın! Dahası evladım, öncü birliklerimizi de senin emrine vereceğim.”

Yol açılmıştı. Tanca’yı fetheden ordunun üç büyük emîrinden biriydi. Musa bin Nusayr, otuz beşini geçince eski kölesini şehrin valisi de yapmıştı. Güçlükle bulduğu annesinin mezarı başında saatlerce ağlamıştı o gün.

Yol açılmıştı. Tanca’yı fetheden ordunun üç büyük emîrinden biriydi.
Yol açılmıştı. Tanca’yı fetheden ordunun üç büyük emîrinden biriydi.

***

Karşı kıyıda, ak başlı kartallar gibi, şehirden şehire akıyordu askerleri.

Çoğu Berberîlerden oluşan 7 bin kişilik bir orduyla hiç durmadan ilerledi. Karşısına çıkan ilk düşman birliklerini göz açıp kapayınca dek yenik ekin yaprağına çeviriverdi. Bir avuç muhafızla korunan köyleri de Davud’un avazı gibi geçip gitti. Bir şey dikkatini çekti bu sırada. Yanlarından geçtikleri insanlar, onları izleyen köylüler tepki göstermiyor, asla kötülük etmiyorlardı. Düşmanın yerini gösterenler, yiyecek verenler, yardıma gelenler vardı hatta. O zaman, bir gerçeği fark etti Tarık:

Bir şey dikkatini çekti bu sırada. Yanlarından geçtikleri insanlar, onları izleyen köylüler tepki göstermiyor, asla kötülük etmiyorlardı.

- “Öyle anlaşılıyor ki zulme uğrayan insanlar bunlar! İdarecilerini sevmeyen, hükümdarlarından bezen insanlar. Onlara zarar vermeyeceğiz. İstila için gelmediğimizi söyleyeceğiz. Başkalarına benzemeyeceğiz. Allah’ın adını yücelteceğiz buralarda. Kök salacağız. Köleleştirmeyecek, özgürleştireceğiz. Adalet ve merhametle yürüyeceğiz.”

Bu ilk seferden sonra deniz kıyısına döndü Tarık. Onu karşılaması için daha önce yeğenlerini gönderen Vizigot kralı zorba Rodrigo’nun büyük bir ordu topladığını öğrendi keşif birliklerinden. Subaylarıyla istişare ederken, bu yabancı beldelerde kaybolmaktan çekinen, geri dönmek isteyen, gemilere saklanan adamlar gördü. Onun amaçları yoktu çoğunda. Rüyasına ortak değillerdi. Homurdanmalar artınca kararlığını göstermek için gemilerin bazılarını ateşe verdi. Üstüne yürüdüler:

- “Çılgınlık bu senin yaptığın! Nasıl geri döneceğiz şimdi? Yaktın gemileri, çaresiz bıraktın bizi!”

Gülümsedi. Kılıcını kavradı Tarık:

- “Ne demekmiş geri dönmek? Yeryüzüdür bizim ülkemiz! Ve bütün ülkeler, mülküdür Rabbimizin!”

Gerekli önlemleri aldıktan sonra ordusunu harekete geçirdi. Dikkatli bir şekilde bir müddet yürüdüler. Onlara ekmek veren kocakarılarla, meyve uzatan genç kızlarla şakalaştılar. Nihayet bir tepeye vardıklarında, vadiyi doldurmuş büyük bir ordu gördüler. Belki kendilerinden on kat daha kalabalıktı bu ordu. Korkan, kaygılanan, titreyen bazı askerleri fark edince bir taşın üstüne çıkıp seslendi:

  • - “İşte ey mücahidler! Arkamızda düşman gibi bir deniz, önümüzde deniz gibi bir düşman! Andolsun ki kuyruğumuzu kıstırıp kaçmayacağız! Şeref ve cesaret kitabının sayfalarını biz çevireceğiz!”

Çetin bir savaş oldu. Kral Rodrigo, yaralandı. Kaçarken bir nehre düştü, çırpınarak can verdi. Onun ölümüyle ordusu dağıldı. Tarık, büyük bir zafer kazandı. Bu haber, Kuzey Afrika’da sevinç ve coşkuyla karşılandı. Tarık bin Ziyad’ın adı ve başarısı her yerde yankılandı. Vali Musa bin Nusayr da daha kapsamlı bir fetih için hazırlandı ve haber göndererek kendisini beklemesini istedi. Tarık, düşman ordusunun toparlanmasından çekinerek bu emre riayet etmedi. Askerlerini üçe bölerek ilerledi. Kurtuba’ya kadar bütün şehirleri birer birer fethetti. Gotların dört asırlık merkezi Tuleytula’nın düşmesi de fazla zaman almadı. Bu fetihlerde, zorba yöneticilerden yaka silken ahali neredeyse hiçbir direniş göstermedi. Yahudi cemaatinden, Müslümanların safında yer alanlar bile görüldü. Büyük bir orduyla karşıya geçen Afrika valisi de fetihlere katıldı. Kendisini beklemediği için önce kızdı ona. Fakat Tarık, valinin gönlünü almayı bildi. İki ordu birleşti. Sıra şimdi Frankların ülkesindeydi.

Tepeden, önündeki ovayı izleyen Tarık, bir ulağın selamıyla kendine geldi:

- “Halifemiz, Musa bin Nusayr’la birlikte hemen Şam’a gelmenizi istiyor. Hiç vakit kaybetmeden…”

Sıra şimdi Frankların ülkesindeydi.
Sıra şimdi Frankların ülkesindeydi.

***

Emevi başkentine geldiklerinde Velid bin Abdülmelik ölmüş, yerine kardeşi Süleyman geçmişti. Musa bin Nusayr daha önce kabul edildiği için, Tarık onunla konuşma fırsatı bulamamıştı. Halife, gergin görünen veziri ve başdanışmanıyla birlikteydi. İçeri çağrıldı. Fırsat bulur bulmaz, yetkilerinin artırılmasını, Endülüs valisi yapılmasını rica edecekti. Frankların ülkesine hatta Allah’ın izniyle Roma’ya ve Konstantiniyye’ye dek gitmeyi tasarlıyordu. Fakat duyduğu ilk cümleyle yutkunması bir oldu:

- “Tarık bin Ziyad! Büyük fâtih! Buyruğumuzu dinlemeyen densiz sensin demek!”

- “Nasıl? Ben… Ben… Anlayamadım efendim.”

Vezir, alaycı bir ifadeyle gürledi:

- “Ganimet diye getirdiğin üç beş altın ve bir gemiyi bile doldurmayan çullar için ne kadar teşekkür etsek azdır! Sana minnettarız Tarık!”

Küllerin içindeki o kızgın ok ucunu, inatla ışıldayıp duran o temreni kimse görmedi.
Küllerin içindeki o kızgın ok ucunu, inatla ışıldayıp duran o temreni kimse görmedi.

- “Efendim ben ganimetten daha değerli…”

- “Kapa çeneni! Konuşman için izin vermedim. Sen kim oluyorsun da devletin gemilerini yakıyorsun be arsız? Kim verecek şimdi onların parasını?”

Halife ile göz göze gelen başdanışman girdi araya:

- “Bir tek esir bile getirmemişsin üstelik! Dahası, sana emanet edilen ordudaki emîrlerin hepsi senden şikâyetçi. Kaç tane mektup aldık. Esir yok, ganimet yok; şikâyet çok. Neymiş, elin kâfirlerini özgürleştiriyormuş… Had bilmez budala!”

Temreni aradı Tarık. Annesini hatırladı. Sadece elleri ayakları değil kalbi de karıncalanıp sancımaya başladı. Tam ağzını açacakken vezir göğsüne vurup itti:

- “Nereye sakladın ele geçirdiklerini ha? Utanmaz hırsız! Bana kalsa hem dilini hem de elini keserdim ama Halife efendimize dua et! Geberip gidinceye dek Şam’da kalacaksın. Göz hapsinde olacaksın. Evinin yüz metre ötesine geçmeyeceksin. Şimdi çık git!”

- “Efendim izniniz olursa ben…”

- “Sağır mısın be adam? Köle eskisi mel’un! Defol git!”

***

Şam’ın asayişinden sorumlu Emîr Abdullah, evi yıktırdı. Adını bile öğrenemediği bir adam için mezar kazdırmaya gerek duymadı. Kalıntıları, çürüyen cesetle birlikte ateşe verdi. Küllerin içindeki o kızgın ok ucunu, inatla ışıldayıp duran o temreni kimse görmedi.