İyi olacak inşallah

Her şey bizimle başlıyor; bizden öncesi yok!
Her şey bizimle başlıyor; bizden öncesi yok!

Karnını cipsle doyurduğu için, evdeki sofraya oturmayan çocukları hatırlatırcasına; olur olmaz her tuhaflığı “yenilik” diye benimsemeye can atan ve kendi klasik kültürüne burun kıvırmayı da saplantı hâline getiren bir akım ve anlayış; aslında “yeni”nin yolunu tıkamıştır.

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde görev yapan bir Hocayı hayli geç kaldım tanımakta; Dr. Ömer Demirbağ.“Dr. Öğretim Üyesi” yazıyor internette. Tanımaktan bahtiyar olursunuz hani bazı kimseleri; o da onlardan.

  • Şu beyt O’nun:
  • Lutfet Allâh’ım Kirâmen Kâtibîn yazsın beni
  • Mâsivâdan eylemiştir tövbe Allâh bir diyor

“Allah bir diyor” redifli, on bir beyitli bir gazel. Adını belki en çok duyduğumuz vezin (fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün) ile, veznin tam hakkını vererek yazılmış.

Harika bir şey yani.

Takip etmeli derim ben Hocayı, şiirini. Kadı Burhanettin ve Şiiri isimli kitabını da meselâ…

Takip etmeli derim ben Hocayı, şiirini. Kadı Burhanettin ve Şiiri isimli kitabını da meselâ…

Dikkat buyurulsun lütfen, ihtisas konuşuyor.

Şaka şaka; ihtisasımız değil de tutkumuz ve merakımız var; bilgi değil ilgi bizimki; ama siz yine de hafife almayın derim ben.

Hani bir meraklı genç, yazdığı romanı Neyzen Tevfik’e gösterip iltifat beklerken üstaddan, “Olmamış!” cevabını alınca, kırgın ve küskün hâlde “Romanda hiç tecrübeniz olmadığı hâlde, neden şevkimi kırıyorsun Üstat?” demesi üzerine;

“Evlat! Ben hiç yumurta da yapmadım, ama tazesini-bayatını pekalâ bilirim.” demişti ya, işte öyle.

Ömer Hoca ile ramazan programına başlayacaktık Van’da. Şöyle böyle bir saat vardı iftara.
Ömer Hoca ile ramazan programına başlayacaktık Van’da. Şöyle böyle bir saat vardı iftara.

Ömer Hoca ile ramazan programına başlayacaktık Van’da. Şöyle böyle bir saat vardı iftara. Dedi ki birden Hoca: “Van’ın nüfusu ne kadardır?” İşte “beş-altı milyon” gibi bir cevap geldi. “İki milyon oruçlu vardır en az, değil mi?” diye devam etti. Dinleyenler söz kuşunun nereye konacağını merak ederken: “Bu kadar insan, on sekiz saatlik açlığa rağmen, önündeki ekmeğini yemek için saati bekliyor. Neden? ‘Allah böyle istiyor’ deyip gitmiş bir insan, bin dört yüz küsur yıl önce. Ondan. İnsan hakları diye de bir şey var değil mi? Oysa insanlar bu kâbil sebeplerle, kavga ediyor, mahkemelik oluyor, boşanıyor filan. İşte iman.” deyiverdi.

Yok, siz Hocayı takip edin bence.

Niye hatırladım bunu, derseniz; bir şairi yeni tanıdım: Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı… Sağ olsun Emrah Gökçe tanıttı. Hani şu sosyal medya kanallarında her gün “Berceste Beytler” yayınlayan dostum. Her Allah’ın günü bir şey öğreniyorum kendisinden. Görüyorsunuz ne varsa hocalarda... “Berceste Beytler”i sıkı sıkı takip edin demeden geçmeyeyim…

A. Şeref Güzelyazıcı, yirminci asırda bir Fuzûlî adeta. Selanik’te başlayan 74 yıllık ömrü, 1978 de İstanbul’da tamama ermiş. Hak rahmet eyleye. Biz delikanlı çağımızda iken göçmüş yani merhum. Tanımak kısmet olmadı.

Bir şiirini çok sevdim. Harika bir na’t-ı şerif. Yani Hazreti Peygamber için yazılmış bir şaheser. On bir beyt. Bir beyti yukarıdaki bahsi hatıra getirdi de ondan yazdım.

  • Bakın ne diyor Şeref Güzelyazıcı:
  • Ateş çöllerde göstermek yeter emvâc-ı hüccâcı
  • Bu davâ şayed isterse delâil yâ Resûlallah

“Milyonlarca hacıyı kızgın çöllerde, Arafat’ta, Kâbe’de, Mina’ya çıkarken gören, sana iman getirmek için başka delile ihtiyaç duyar mı yâ Resûlallah?”

Bir önceki hac mevsiminde bize nasip olmuştu hamdolsun. Tavaf esnasında yanımda bir ses, “Can veren pervaneler gibi dönüyoruz Hocam.” dedi.

Tanıştık. “Garipçe’de garip bir imam ‘filanca’ ben.” dedi.

Bin dört yüz şu kadar yıl önce en Sevgili (aleyhisselam) “Gidin orayı ziyaret edin gücünüz yeterse” dedi ya; işte o. İman görünür hâlde, Ömer Hoca’nın dediği gibi.

Kim böyle sevildi? Kime böyle bağlanıldı?

Basitçe anlatım güzel oluyor değil mi?

Şair Nâbî üstadımın şu beyti geldi aklıma, durup dururken. Hayır, durup dururken değil de, iki gece önce dolunayı gördüm, ondan. Beyt şu:

Meh-i âlem-fürûzı bedr iken gördüm hilâl olmuş Cerâhatyâb-ı noksan olmadık kâmil mi kalmışdır

Şöyle açıklanabilir:

“Hayran bırakan güzelliği ve parlaklığı ile dolunayı gördümdü geçende. Birkaç gün sonra bakınca küçüldüğünü, inceldiğini, hilâle döndüğünü gördüm. O güzelin sonu böyleyse, dünyada kimse güzelliğine, servetine, şöhretine falan güvenmesin. Azalmaya ve solmaya mahkûmdur, ne varsa.”

Eder savt-ı ceres râh-ı hatarda da’vet-i rehzen Hele dünyâda yokdur âdeme şöhret kadar düşmen

Demişti Müverrih Râşid. Müverrih, “tarihçi”demek bu arada.

O da şu demek olur:

“Kervandaki çan sesi şöhrete sebep olduğu gibi, tenha çöllerde eşkıyaya da davetiye çıkarır.”

Fuzûlî ile ağlayan, Nedîm ile gülen, Bâkî ile hayal kuran, Nef’î ile öfkelenen ve Nâbî ile düşünen bir toplum, edinmiş olduğu kazanımların farkında olarak, kültürel gelişimini sürdürürse, bunun takdir edilmesi ve sağlıklı bir gidişat olarak değerlendirilmesi, niçin yanlış bir yaklaşım olsun?

Aşağıdaki satırları, baş tarafta sözünü etmeye çalıştığım Ömer Demirbağ Hoca’nın, Van YYÜ’nin yayın organında yayımladığı “Klasik Edebiyatın Eğitimi Üzerine Düşünceler” başlıklı yazısından aynen aldım. Tadımlık olarak:

  • “ ‘Her şey bizimle başlıyor; bizden öncesi yok!’ diye özetlenmesi mümkün bir anlayış revaçtaydı. Birikimi, derinliği, tekâmülü yok saymanın; sığlıkta, kültürel fakirleşmede alfabeye geri dönüş olacağını kestiremeyen bu anlayış, ‘geleneği reddetme geleneği’ hâlinde nesiller boyu sürmüş ve kısmen başarılı da olmuştur. Söz konusu ‘başarı’, yalnızca dîvân şiirine değil; dîvân şiirini meyve veren âleme de yabancılaşmayı getirdi. Günümüz toplumunda kitap raflarında rast gelinen bir Fuzûlî Dîvânı ya da Şeyh Gâlib Dîvânı karşısındaki genel ve doğal ilgisizlik ve bilgisizlik… İşte bu ‘başarı’nın göstergesidir!”

Osmanlı gibi devasa bir imparatorluktan elde kalan Türkiye toprakları üzerinde kurulmuş genç devletin kabul görmesi amacıyla, geçmişin bir süreliğine geri planda tutulması, bir devlet siyaseti olarak anlaşılır bir tutumdur. Ancak, bunun zamanla bir dogma hâline getirilmesi, feci bir kültürel köksüzlüğe yol açmış ve başka ülkelerde daha iyi bilinen bizim klasiklerimiz, kendi vatanlarında tanınmaz, bilinmez olmuştur. Günümüzde tarihten kopukluğun öyle hazin belirtileriyle karşılaşılmaktadır ki, bu satırların yazarı, Süleymaniye’yi Hz. Süleyman’ın yaptırdığını düşünen ve Eyüp Sultân’ı da Eyyûb Peygamber’le karıştıran kişileri -esefle, hayretle- bizzat dinlediğini, burada yazmak borcundadır.

Toplumda bu mısraların tadına vardırıcı bir damak zevki oluşturulduğu gün; mânânın, ahengin, sözün, şiirin ve edebiyatın önü açılmıştır demek, yanlış sayılmamalı.

Günümüz entelektüelinin, herhangi bir konuda konuşurken “Bir Çin atasözü”nden, “Bir Kızılderili özdeyişi” nden alıntılar sunduğu kadar Kutadgu Bilig’den, Hayr-âbâd’dan, Hüsn ü Aşk’tan da bir şeyler aktarabildiğini görmek, niçin memnuniyet verici olmasın? Asırlar içinde Fuzûlî ile ağlayan, Nedîm ile gülen, Bâkî ile hayal kuran, Nef’î ile öfkelenen ve Nâbî ile düşünen bir toplum, edinmiş olduğu kazanımların farkında olarak kültürel gelişimini sürdürürse, bunun takdir edilmesi ve sağlıklı bir gidişat olarak değerlendirilmesi, niçin yanlış bir yaklaşım olsun?

Toplumda bu mısraların tadına vardırıcı bir damak zevki oluşturulduğu gün; mânânın, ahengin, sözün, şiirin ve edebiyatın önü açılmıştır demek, yanlış sayılmamalı.


Karnını cipsle doyurduğu için, evdeki sofraya oturmayan çocukları hatırlatırcasına; olur olmaz her tuhaflığı “yenilik” diye benimsemeye can atan ve kendi klasik kültürüne burun kıvırmayı da saplantı hâline getiren bir akım ve anlayış; aslında “yeni”nin yolunu tıkamıştır; demek, abartılı bir iddia sayılmamalı. Söz konusu zihniyetin oluşturduğu mahalle baskısı, Orhan Veli’nin dîvân şiiri tarzında yazdığı, kendine ait manzumeleri bile saklı tutmasına, bizzat kendi mısralarına sansür uygulamasına sebep olacak kadar yönlendirici, katı bir taassubu barındırmaktaydı.

Nitekim, Orhan Veli’ye ait şu mısralar, şairin ölümünden epey sonra, 1967’de yayımlanabilmiştir:

  • “Dem bezm-i visâlinde hebâ olmak içindir Cânım senin uğrunda fedâ olmak içindir Nabzım helecânımda sedâ olmak içindir Cânım senin uğrunda fedâ olmak içindir” (Orhan Veli)

Bununla beraber, şu kesindir ki: Aztek uygarlığı bile belgesellere konu olmuşsa, demektir ki kültür ve birikimin tamamen yok edilmesi, unutturulması imkânsız. En fazla birkaç neslin gözünden kaçırılabilen birikim, dönemler sonra olsa bile, tekrar farkına varılabilen bir değer olarak canlanabilmekte, yeniden yorumlanabilmektedir.