Kara Dursun söylencesi

Hani kız istemeye değil de Mamak Köprüsü’nden yolcu toplamaya gelmiş gibiydi bizimki.
Hani kız istemeye değil de Mamak Köprüsü’nden yolcu toplamaya gelmiş gibiydi bizimki.

O gecenin o an bir şekilde sona ermesini, deprem olmasını, elektriklerin kesilmesini, mahalleden “Yangın var!” seslerinin yükselmesini, hiç olmadı kızın dilinin dişinin kitlenmesini ne kadar istediğimi imkânı yok size anlatamam. Fakat Dursun’un hikâyesi o çeşit bir hikâye değildi işte. Olan olmuş, Dursun, soğukta kalmış bir tambur gibi çatlamıştı ortasından. Bilirsiniz ya, soğukta kalan tambur bir kere çatladı mı artık ondan isteseniz de herhangi bir ses çıkartamazsınız.

Böyleyken böyle, abisi beceremez o işi. Bana da otuz tane adam dövülecek de döveyim, ama o elimden gelmez. "Sen yaparsın.” dediğinde ben de yazıhaneydim. Babam, Sarı Hüseyin’in sözünü hiç ikiletmemiş, “Hallederiz dayı.” demişti hemen. Gülveren’in, daha doğrusu Bahçelerüstü’nün kondularından birine gidilecekti.

Kızın babası Siteler’de zigon sehpa kesermiş ama çok fakirlermiş. Verirmiş kızını Dursun’a. “Dayının selamı var.” denilecekmiş. Zaten adam namazında niyazında olduğundan babam yatsıda imamlık yapıp Dursun da cemaate uyarsa o iş tamammış.

Kızın babası Siteler’de zigon sehpa kesermiş ama çok fakirlermiş. Verirmiş kızını Dursun’a. “Dayının selamı var.” denilecekmiş. Zaten adam namazında niyazında olduğundan babam yatsıda imamlık yapıp Dursun da cemaate uyarsa o iş tamammış. “Sıkma sen canını dayı, hallederiz.” demişti babam dayı nefes nefese kalarak bütün meseleyi anlattığında. “Hallet Mustafa’m, hallet.” demişti Sarı Hüseyin, “Elimde büyüdü bu it. Evlendiğini de göreyim de vazifem bitsin.” Dursun’a kız isteme işi böylece başlamıştı işte.

Babam o gün öğleden sonra Dursun’u çağırtmış, “Takım elbisen, kravatın var mı?” diye sormuştu. “Var baba var.” demişti Dursun. Takımla kravatı kuru temizlemeye verme kararı alındı. “Perşembe gidelim, mübarek gece.” denildi. Meseleye uyanan garaj eşrafı çeşitli taktikler verdi Dursun’a. “Kendini saklama oğlum. Yolcu kırık olduğunda bastığın gibi bas kalayı yekten. Verirse kızını, vermezse geçmişini.” diyen bile oldu. Garajın milletine laf mı yeter? “Dursun, kız Fakılılıymış lan. Bunların yatırındaki dede vallaha çarpar adamı. Karını döversen kaportayı çürüğe çıkartırsın.” dan “Dursun namaz kılmayı biliyon mu lan? Kayınpeder sofuymuş. Bak cenabet gitme kız istemeye sakın!”a kadar ilerledi şamata. Hacıbaba’dan şöbiyet, 5. Durak’taki çiçekçiden alınmış aranjman, annem, ben ve babam. Güçlükle inebildik Çukur Mahalleye. Kar boranın içinde “Selamün aleyküm baba, hayırlı akşamlar yenge, naber lan canavar?” diyerek bindi Reno’ya Dursun. Akşamın karanlığı iyice çökmüştü. “Beyaz çorap aldım yenge. Limon kolonyası da süründüm.” diye heyecanlı heyecanlı anlattı yol boyunca. Annem de biraz usul erkan anlattı.

  • “Sorulmadan lafa girme, meyvenin hepsini bitirme.” falan. Babam arada “Abinle yengen de gelmese miydi Dursun?” diye sorunca “Boş ver baba. Herkes yerinde sağ olsun.” diye kestirip attı.

Bakkala çakkala, kartopu oynayan piçikolara sora sora söktürdük evi. Ev dediğin, Dursun’un kondudan farkı az daha büyük olması. Bahçeyi geçip buyur edildikten, daha geniş olan odadaki somyalara iliştikten hemen sonra fark ettim. Dursun’un gömleğiyle kravatında Es Turizm yazıyordu. Babam da fark etti tabii. Aslında herkes fark etti. Hani kız istemeye değil de Mamak Köprüsü’nden yolcu toplamaya gelmiş gibiydi bizimki. Babam, kimsenin görmediğinden emin olduğu bir an dudaklarını kıpırdatarak “Hay senin ağzına!” dedi Dursun’a. Dursun, ne kabahat işlediğini bilemedi.

Oturuşunu değiştirdi. Beyaz çoraplı sol ayağını beyaz çoraplı sağ ayağının üzerine koydu. Neredeyse ilkokulda yaramazlık yaparken yakalanmış bir öğrenci gibi oluverdi bir anda. Dursun’a isteyeceğimiz kız güzel değildi. Çirkin değildi. Sempatik değildi. Antipatik değildi. Uzun değildi. Kısa değildi. Şişman değildi. Zayıf değildi. O yıllarda Ankara’nın kondu mahallelerinde hep gördüğümüz kızlardan biriydi. Hiç kimseydi yani. Dursun gibi tıpkı.

Dursun’un gömleğiyle kravatında Es Turizm yazıyordu.
Dursun’un gömleğiyle kravatında Es Turizm yazıyordu.

İki hiç kimseyi baş göz edip ikisinden bir aile kurma hayali için bir aradaydık. Meyve faslında “Dursun, Es Turizm kravatı ve mandalina” isimli bir fantastik öykünün içinden geçtik elbirliğiyle. Bir iki dilim yemese “çekingen”, hepsini yese “utanmaz” olacaktı. O yüzden hamle etti mandalinaya. Bu işi hiç bilmediğinden olsa gerek, bıçağı batırmasıyla mandalinanın suyunun burnunun ucuna fışkırması aynı anda oldu.

Dursun’a isteyeceğimiz kız güzel değildi. Çirkin değildi. Sempatik değildi. Antipatik değildi. Uzun değildi. Kısa değildi. Şişman değildi. Zayıf değildi. Hiç kimseydi yani. Dursun gibi tıpkı.

Burnunun ucundaki mandalina suyunu eliyle almasının yakışıksız kaçacağını düşünmüş olmalı ki meyve tabağının yanında duran o ucuz peçetelerden birini almadı, Es Turizm kravatının tersiyle siliverdi burnunun ucunu. Babamdan ikinci sessiz “hay senin ağzına”yı da bu noktada yedi. Adamın adını unuttum şimdi. Kızın babası bir noktada Dursun’a dönüp “Sen ne işle meşgulsün evladım?” diye sordu. Dursun “Uzun yol şoförüyüm dayı.” dedi, “Angara - Kırıkkale kovalıyoz.” Dursun’la yan yana saf tuttuk yatsıda. Kendini bana uydurarak, ne yaparsam aynısını yaparak halletti sünneti.

  • Farzı kılarken kendisini bu işe fazlaca kaptırdı sanırım. İkinci rekâtta babam kafasını gözünü yararak inşirahı okurken yaşlı adamların cami bahçelerinde söyledikleri şekilde “Allah, büyüksün yarabbi!” dedi seslice.

Hayır. Üçüncüsünü yemedi babamdan, zira namaz kılıyorduk. Ama ben yine de “pıh” diye bıraktım kahkahanın minicik ucunu. Kahveler içildi, babam “Allah’ın emri Peygamber’in kavli” dedi. “Oğlumuz kızınızı muhannete muhtaç etmez, elinde gül gibi mesleği var. İyi şofördür.” falan diye ekledi. Çukur Mahalle’den elbette taşınılacağını, takı makı gibi işlerde üzerimize düşen neyse yapılacağını anlattı. Kızın babası her bir şeyi tastamam dinledikten sonra kızına dönerek “Sen ne dersin kızım.” dedi. Kız önce “Sen nasıl uygun görürsen baba.” dedi ama herif sanki hayatı boyunca Ankara’nın en hoşgörülü, en demokrat babası olmuş gibi ısrar edip “Söyle kızım söyle ki bilelim. Allah’ın emri Peygamber’in kavli dediler. Ne düşündüğünü bileyim ki ona göre cevabımızı verelim.” dedi.

O gecenin o an bir şekilde sona ermesini, deprem olmasını, elektriklerin kesilmesini, mahalleden “Yangın var!” seslerinin yükselmesini, hiç olmadı kızın dilinin dişinin kitlenmesini ne kadar istediğimi imkânı yok size anlatamam. Fakat Dursun’un hikâyesi o çeşit bir hikâye değildi işte. Bu hikâyede öyle güzel şeylerin olmasına imkân yoktu. Bayan Hiç Kimse, bu en güzel eşyası babasının yaptığı zigon sehpalar olan kondu salonunun ortasına, bütün hayatı boyunca ilk kez birini üzme fırsatı eline geçmiş ve bunu sonuna kadar kullanmak isteyen bir ejderha gibi, saçtı bütün zehrini: “Ben bunun böylesini nidem baba…” Evinin önüne geldiğimizde, yol boyunca ağzını bıçak açmayan Dursun

“Baba, öleydim la ben.” diye neredeyse fısıldayarak indi arabadan. O yenilmiş Romalı general, bütün haşmetsizliği ile Çukur Mahalle’deki çukuruna çekiliyordu işte.

Dursun’da kalan son yaşama hevesinin, son kırıntının da lapa lapa yağan kara karışıp gökyüzüne yükseldiğini gördüm orada. Bunu size ispat edemem ama Allah’ıma kitabıma gördüm işte. Bir ay kadar sonra herifin aslında kızını kardeşinin oğluna kerttiğini, Sarı Hüseyin’i kırmamak için bizi kabul ettiğini, bu işten sıyrılmanın yükünü de kızına yüklediğini öğrendik ama boş geç. Olan olmuş, Dursun, soğukta kalmış bir tambur gibi çatlamıştı ortasından. Bilirsiniz ya, soğukta kalan tambur bir kere çatladı mı artık ondan isteseniz de herhangi bir ses çıkartamazsınız.

İsmail Kılıçarslan’ın yeni kitabı Kara Dursun ve diğer Ankara söylenceleri'inden...