Kayboluş

Ellerimin çizgilerinden çoğaldıkça çoğalıyor suyun zerreleri. Her yanım su, her şey su...
Ellerimin çizgilerinden çoğaldıkça çoğalıyor suyun zerreleri. Her yanım su, her şey su...

Vücudumda her zamankinden farklı bir kırgınlık... Sabah namazını bile ne zor kıldım. Eskiden içim yaşlıydı şimdi bedenim. Önümde 10 tane ilaç. Senin durumun iyi dedi doktor. Bu ilaçlar bitince de yeniden test yapacaklarmış.

Her şeyden önce.

Yaşamak diye bir sözleşmeye imza atmışız, tazminatını öderim deyip çekip de gidemiyorsun üstelik. Mecbur deveyi güdeceğiz gütmesine de ne yana?

Hem yaşamaktan da anladığım yok. Saatine göre yaşayan, rüyalarıyla şarj olan bir garip makineyim ben. Ah be Nâzım! İstedin olduk. Ne mutsuzluk!

1.Gün

Vücudumda her zamankinden farklı bir kırgınlık... Sabah namazını bile ne zor kıldım. Eskiden içim yaşlıydı şimdi bedenim. Önümde 10 tane ilaç. Senin durumun iyi dedi doktor. Bu ilaçlar bitince de yeniden test yapacaklarmış.

Gerisi birbirine benzeyen günler

Tat alamıyorum. Haşladığım yumurtanın sarısı bembeyaz olana kadar döktüm tuzu. Hırsla yemeğe başladım. Gram tat yok. Neden yemek yiyorum öyleyse. Bıraktım her şeyi, yemeyeceğim hiçbir şey. Tik tak… Kat kit... Zaman akmıyor. Tecritteyim.

Ben, amel defterimin ete kemiğe bürünmüş şahitleriyle baş başa. Kayboluyorum. Ay nerede, yıldızlar nerede? Ey gönlümün şeyhi! Kov şu şeytanı dergâhından.

Ruhum göz kırpıyor içerden bedenime. Sana anlamak düştü bedenim. Gittikçe güçsüzleşiyorum. Bir çorba yapanım yok, hoş yapsalar ne olacak. Öğrenciyken ismi değişen tadı aynı kalan çorbaların en azından bir tadı, o tadı algılayan bir muhatabı vardı. Ya şimdi? Kalktım yavaşça kanepeden. Pencereyi açtım. Tül, rüzgâra kapılan uçurtma misali açıldıkça açıldı benim gözüm yaşlı izliyorum aşağılardan. İçimde, annesinden aşırdığı parayla pamuk şeker alan çocuğun yapış yapış olmuş ellerindeki tatlılık... Ah bir de rüzgâr geldi eşiğe ki ağzında Fuzûlî selâmı, dağılan saçlarıma tel tel koku oldu da kuruldu kanepeye. Eh yalnız değiliz madem kanlı gözyaşı akıtmaya ne hâcet! Sarı tarhana yaptım. Annem, memleketten yollamış sağ olsun.

Kendi kaynatıp kendi kurutmuş her bir taneyi. Tarhanaları damda kuruturken kim bilir kaç kedi sopaladı. Âh mı etti ne etti kediler de tarhanaların lezzeti rızık torbamıza sığmayıp da ziyân oldu? İnsanlarla yüz yüze oturup konuşmayalı ne kadar oldu bilemiyorum. Sırf bir ses olsun diye televizyonun sesini açtıkça açıyorum. Arada durduruyorum görüntüyü. Oyuncunun kameraya baktığı bir ansa şanslı sayılırım. Gözlerinin içine baka baka konuşuyorum. Ne garip. Çoğu arkadaşımın göz rengini bilmem. Benim göz rengimi bilen kaç kişi vardır acaba şu dünyada. Aynanın karşısına geçtim. Anneannem, aynaya uzun uzun bakmanın uğursuzluk getireceğini söylerdi hep. Deli saçması dedim olmadı, koca karı lafı dedim olmadı, hurafe dedim olmadı.

  • Gözlerimin rengi ne kadar koyuymuş. Baktıkça ürperiyorum. Siyahlaştıkça kararan bir geceye doğru çekiliyorum yavaş yavaş... Gecenin köpük köpük dalgaları, uzanarak yakalıyor beni. Binlerce dar ağacı...

Ben, amel defterimin ete kemiğe bürünmüş şahitleriyle baş başa. Kayboluyorum. Ay nerede, yıldızlar nerede? Ey gönlümün şeyhi! Kov şu şeytanı dergâhından. Arş'tan sürdün de şimdi kendine Yer'de yurt tutmasına izin mi verdin? Güneş, istirahatinden evvel hâl hatır sormaya geldi duvarlara tecelli ederek. Parmaklarımı uzattım boşluğa. Sanki güneşin bir zerresine tutunabilsem kendimden sıyrılabilecekmişim gibi... Göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı sonra. Önümde alabildiğine çöl... Atımla bir olmuş gidiyoruz dört nala rüzgârla yarışa yarışa. Biz şahlandıkça çöl de şahlanıyor kâh tepe oluyor aşıyoruz kâh dağ oluyor delip geçiyoruz kah deniz oluyor yarıyoruz da karışıyoruz rüyadan rüyaya... Rüyalar... Ah! Gidip gelip tutunduğum rüyalar var benim, gerçek olmasını dilediğim, aklıma geldikçe beni huzurlu hissettiren; düşündükçe ruhumun sarnıçlarından olmazları getirip yüreğimi lime lime eden...

Pencerenin önüne sererim hep seccademi, üzerine de gülsuyu dökerim.
Pencerenin önüne sererim hep seccademi, üzerine de gülsuyu dökerim.

Ezan okunuyor. İki büklüm olmuşum kanepede. Üzerime örtülmüş incecik bir tülbent bile yok. Sen de yoksun ah kendim sen de yoksun. Allah'ım, bu suyla arındır beni. Kendimden sana sığındım. Pencerenin önüne sererim hep seccademi, üzerine de gülsuyu dökerim. Yel, alır dağıtır da dağıtır kokuyu her bir yana; gül dağıldıkça birleşir alnımda iz diye. Bekledim. Sünnet bitti, farz bitti, gül bitmedi... Koku da alamıyorum artık. Geriye ne kaldı benden? Artık televizyonu açmıyorum. Aynaların da üzerlerini örttüm. Tası tarağı toplayıp içimin kapısını çaldım. Son hapı içtim bugün. Dolunay var bu gece. Benzi anamdan emdiğim süte nazire. Gözleri bin bir yıldızı kul etmiş kendine. Baktıkça içim ürperiyor. Üzerine kar yağan toprak gibi ürperiyorum. Korktum. İçeriye geçtim. Tatlı bir sıcaklık örtüyor üzerimi. Suyun kenarında oturuyorum şimdi. Gelin duvağı gibi duru. Eğiliyorum, avucuma su alıyorum biraz. Hem var hem yok. Ellerimin çizgilerinden çoğaldıkça çoğalıyor suyun zerreleri. Her yanım su, her şey su...

Ağlamaya başlıyorum. Kendi ağlamamın hıçkırığına uyanıyorum. Bir damla koştur koştur gelip dudağımdan içeriye giriyor. Dilimin üzerine bırakıyor mektubunu! Tuz!