Kayıtlar için defter tutmak

“Elinde kalem kâğıt olan kişi unutmaz çünkü dikkat kesilir.”
“Elinde kalem kâğıt olan kişi unutmaz çünkü dikkat kesilir.”

Düşürülen her kayıt parçasının içerdiği katmanlı düzey, çift taraflı bir etki doğuruyor zaman içinde: Sayfaları kat ederken mekânları, mekânlardan geçerken oraya düşmüş sayfaları kat etmeye başlıyorsunuz. Arayışın nihayetinde ulaşılan her nokta mekânın kendisi yerine, çoğu zaman yolu da imlemeye başlıyor ister istemez. Tüm kayıt parçaları bir ömrün hatırlama direkleri olarak suyun üzerinde belirmeye başlıyor.

Abdullah Uğur bir konuşmamızda Necdet İşli’nin defterlerinden söz açtıydı. Hemen her gün tekrarlanan görüşülen kişileri, konuşmaların içeriğini; öğlen ve akşam yemeklerinde neler yenildiği ve hatta bunların nerede ve kiminle yapıldığını kayda geçiren defterler.

Sayfaları kat ederken mekânları, mekânlardan geçerken oraya düşmüş sayfaları kat etmeye başlıyorsunuz.
Sayfaları kat ederken mekânları, mekânlardan geçerken oraya düşmüş sayfaları kat etmeye başlıyorsunuz.

Böylesi bir raporculuğa şaşırmışken eklemişti: küçüklü büyüklü defterlerle devam ediyor süreç. Küçük defterlere alınan kısa notlar, eve geçildikten sonra daha büyükçe ilgili defterde genişletiliyor; ayrıca konu bazlı tutulan defterlerde çakışmaların yaşanmaması için ciltler arası çapraz referanslar da bu notlara eklemleniyor. İşli’ye benzer -ama bu çapta olmasa da- kayıt defterleri tutanları listelemek zor değil. Mesela İstanbul’da bindiği bütün boğaz hatları vapurlarını listeleyen, tek tek özelliklerini ayırt edebilenler yok değil veya boğazdan geçişine şahit olunan yük gemilerini bir deftere menşei ve rotasıyla kaydedenler de var. Listeyi uzatmak mümkün. Henüz yazının başında bir erken teşhis olarak bu çabanın altında modernizmin olduğunu söyleyebiliriz gibi geliyor, sürekli değişmekte olana karşı bir bellek alanı açmak niyetiyle.

Modern çağın yazarların birçoğunda da gözlemlenebilen “dünyayı yazarak/yazı yoluyla hizaya sokmak” meselesi, durdurulamaz bir şekilde değişmekte olan mekân ve zamana karşı bir direnme alanı açar.

Uzman akademisyen ve gözlemcilerin saha gezileri sırasında karşılaştıkları önemli bulguları kayıt altına aldığı biliniyor aslında. Örneğin bir botanikçi yeni bir türü veya karakteristik özellik gösteren bir bitkiyi fotoğraflıyor, yürüyüşü sırasında karşılaştığı türleri not ediyor ya da bir jeolog keşif yaptığı arazinin yapısı ile ilgili detayları, fay kırıklarını vs. kaydediyor. Aslında saha defterlerinin en oylumluları bu alanlar içinde üretiliyor ancak her türlü profesyonel yaklaşımın bir de amatörlerce tekrarlanan ilgi alanı yok mudur? Adına ister vehim ister başka bir şey diyelim kayıt düşmek için tutulan defterlerde “karşılaşmalara önem atfetmek” büyük bir yer tutar. Gelecekteki belirsiz bir zamanda, düşürülen bu kaydın, eşsiz ve önemli olacağı telakkisi bu çabanın tekrarlanması için mühim bir motivasyon sağlar. Konu ya da başlık her ne olursa olsun bir ya da birkaç şey için dikkat kesilmek, bu işe girişen kişiye önemli bir donanım sağlar: Artık arayışı doğrultusunda görmeye başlayacak, doğal bir algıda seçicilik devreye girecektir.

Kayıtlar ısrarla sürmeye devam ederse gazete kesiklerinden makalelere, fotoğraflardan kartpostallara geniş bir malzeme envanteri birikecek; tüm bunlar tutulan notlar ve biriktirilen hikâyelerle zengin bir koleksiyon ortaya çıkaracaktır. Bir kitabı üzerinde çalıştığımız zaman zarfında Shems Friedlander’in neredeyse yarım asırdır tanıştığı insanlar, katıldığı her türden toplantı ve okudukları üzerine tuttuğu beş kutu defteri gördüğümde küçük dilimi yutacak gibi olmuştum. “Elinde kalem kâğıt olan kişi unutmaz çünkü dikkat kesilir.” demişti bana. Ayrıntıları saklama biçimi de hayli ilginç gelmişti: giyilen kıyafetlerin renkleri, insanların konuşma üslupları, yenilen yemekler, ziyaret edilen mekânlar veya bir söz söylendiğinde bir ağaç altının tasviri... Yekûnun devasalığına karşın tüm bunlar bir ham malzeme ortaya çıkartıyorlar, peki ama tam olarak “ne”yin ham malzemesi? Bir soru veya arayışın, zihnî/entelektüel sermayenin şekillenişine olan katkısı okuma tercihleri, sosyal çevre veyahut da defterlerdeki arayışlarda kendini belli ediyor.

  • İyi ama zihnî sermaye diyebileceğimiz ele avuca sığmaz şey nasıl olur da harfler, kelimeler, cümleler yardımıyla kendini kâğıt üzerinde belirgin kılabilir? Defteri bir makale ya da deneme parçasından ayıran tam da bu olsa gerek; daimi bir arayış neticesinde yazı, üslup ve yaklaşım denemelerinde bulunabilmek.

Kâğıda düşen her düşünce ve duyuş kırıntısının gündelik rutin ve karşılaşmalardan başladığını asgari ölçüde yansıtmaya çalışmak. Tabii bunun için ne arayacağını şaşmaz bir şekilde zihinde tutmak, isimleri görüntü ve imgelerle birlikte dolaşıma sokmak icap ediyor. Zamanı ve deneyimi yakalayabilmek için mekân ıskalanmayacak bir yerde duruyor ve elbette “habitus”umuz dolayısıyla çevre. Düşürülen her kayıt parçasının içerdiği katmanlı düzey, çift taraflı bir etki doğuruyor zaman içinde: Sayfaları kat ederken mekânları, mekânlardan geçerken oraya düşmüş sayfaları kat etmeye başlıyorsunuz. Arayışın nihayetinde ulaşılan her nokta mekânın kendisi yerine, çoğu zaman yolu da imlemeye başlıyor ister istemez. Tüm kayıt parçaları bir ömrün hatırlama direkleri olarak suyun üzerinde belirmeye başlıyor.

Burada geniş çerçeveyi daraltarak kendi defterlerim üzerinden söze devam edebilirim zannediyorum. “Zamanın İpleri” adını verdiğim defterlerin ilk ciltlerinde daha çok duygu ve düşünceye yönelen notları bir araya getirmiştim. Zaman içinde çevreyle irtibatımı artırmaya dönük bir yazım tarzına geçerken hem büyük boyutlu defterlere geçmiş hem de deneyimlediğim zaman ve mekânı yazıya dâhil etmek için çeşitli yöntemleri devreye sokmuştum: Bir sergi kataloğundan kestiğim bir fotoğraf ya da resim, bulduğum bir çiçek veya yaprak; bazen oturup yemek yediğim yerden bir peçete parçası vs. yazıya eşlik eder bir şekilde yapıştırma malzemesine dönüştü.

Kâğıda düşen her düşünce ve duyuş kırıntısının gündelik rutin ve karşılaşmalardan başladığını asgari ölçüde yansıtmaya çalışmak.
Kâğıda düşen her düşünce ve duyuş kırıntısının gündelik rutin ve karşılaşmalardan başladığını asgari ölçüde yansıtmaya çalışmak.

O dönemde bu çabamı -elbette Calvino’nun Görünmez Kentler’inde kurguladığı- dil bilmeyen Marco Polo’nun Kubilay Han karşısındaki tavrına yakın bulmuştum. Şöyle ki; Marco Polo, Kubilay Han’ın elçisi olarak imparatorluğun geniş coğrafyasını gezmek ve anlattıklarıyla Han’ın hiç ziyaret etmediği coğrafyaları ona yakınlaştırmakla görevlendirilmiştir. Ancak arada ciddi bir engel vardır- Marco Polo, Kubilay Han’ın konuştuğu dile henüz hâkim değildir. Boşluğu kapatmak için ziyaret ettiği yerlerden topladığı deve derisi, kuş tüyü, geminin yelkeninden bir parça veya bir avuç kum gibi nesneleri önüne koyar ve yüz ifadeleri, jest ve mimikler yardımıyla hikâyelerini Kubilay Han’a aktarmaya çalışır.

Zamanın ruhuna karşı bir itiraz imkânı kalmayacak gibi bir vehim içindedir yazan kişi. Vehim mi dedim?

“Yüce Han’ın tahtının ayakları dibinde çini bir döşeme uzanıyordu. Dilsiz haberci Marco Polo, imparatorluk sınırlarına yolculuklarından getirdiği eşya örneklerini bu döşemede gösteriyordu hükümdara: bir tulga, bir istiridye kabuğu, bir hindistancevizi, bir yelpaze. Elçi bunları siyah beyaz karolar üzerinde belli bir düzene göre dağıtıyor, düşüne taşına yerlerini sırayla değiştirerek yolculuk hikâyelerini, imparatorluğun durumunu, uzak başkentlerin özelliklerini anlatıyordu hükümdara.

...

Aslında Marco’nun ona kentlerini anlatmak için bir yığın pılı-pırtıya başvurmasına gerek yoktu: tam anlamıyla sınıflandırılabilecek biçimlere sahip taşlarıyla bir satranç tahtası yeterliydi. Bir taşa sırasıyla birçok uygun anlam verilebilirdi: at gerçek bir at, bir atlı araba konvoyu, harekete geçmiş ordu, bir atlı heykeli olabilirdi pekâlâ; vezir de balkondaki bir kadın, bir çeşme, sivri kubbeli bir kilise, bir ayva ağacı olabilirdi.”

Anlatı burada bitmez elbette, Polo zaman içinde dili öğrenir hatta kendi dünyası ile bu yabancı dil arasında bir köprü oluşturmayı ve yalnız kelimeleri kullanarak “masalsı” öyküleriyle Han’a karşı görevini yani ona ait uzak yerleri yakın kılmayı başarır. “Ve Marco Polo konuştu: ‘Senin satranç tahtanda iki ağaç kullanılmış efendimiz: abanoz ve akağaç. Aydın bakışının ısrarla üzerinde durduğu bu parça bir ağaç gövdesinin kurak bir yılda büyüyen halkasından kesilmiş; lifler nasıl dağılıyor görüyor musunuz? İşte şurada belli belirsiz bir düğüm fark ediliyor: erken bir ilkbahar günü bir tomurcuk fışkırmaya çalışmış besbelli, ama gecenin çiği geri çekilmeye zorlamış onu.’ Yüce Han o ana dek yabancının Tatar dilinde kendisini bu kadar akıcı, bu kadar rahat ifade edebildiğini fark etmemişti, ama onu asıl şaşırtan bu değildi.

...

Boş ve düzgün bir tahta parçasında okunabilecek şeylerin kalabalığında boğuluyordu Kubilay; Polo konuşmayı, abanoz ormanlarına nehirleri bir uçtan bir uca geçen kütük yüklü sallara, rıhtımlara, penceredeki kadınlara vardırmıştı bile.”

Marco Polo'nun Kubilay Han'ın huzuruna çıkışını tasvir eden bir görsel.
Marco Polo'nun Kubilay Han'ın huzuruna çıkışını tasvir eden bir görsel.

Zannedilmesin ki kendi defterlerimde yapıştırma tekniklerinden vazgeçişim, Polo’nunkine benzer bir dil yetkinliğine ulaşmış olmamdan! Yalnızca bunu sürdürme enerjisini kendimde bulamıyor oluşum sözünü ettiğim vazgeçişi ortaya çıkartıyor. “Yardımcı unsurlar” ın mekân ve zaman ile ilişkimizi görünür kılmak için yazıya ihmal edilemeyecek bir katkısı olduğunu yadsımam mümkün değil hem. EB gibi yazarların kitaplarında bunu ustaca kullanmasının imge ve düşünce alanına nasıl bir katkı yaptığını deneyimleyen biriyim.

  • Vardığım yer bir sonuç veya çözüm değil, hâlen diri duran soruyu da görmezden geliyor değilim: Yayımlama niyeti olmaksızın, gündelik eylem ve farkındalıklarımıza bir defter etrafında vücut verme çabası nasıl mümkün olabilir, diğer yandan tam olarak “ne” anlama gelir?

Sorunun ilk parçasına kişinin kendi arayışını dâhil etmeden kural koyucu bir cevap verebilmek mümkün değil, başlarda değindiğimiz üzere. Ancak ikinci kısım üzerine birtakım tespitler yapabilmek mümkün ki bazılarına değindik. Sözün başında erken bir tespit yaparak kayıt tutmak için defter tutanların çabasının altında modernizm endişesi olduğunu söylemiştim, kaldığım yerden devam ederek yazıyı nihayete erdireyim: Modern çağın yazarların birçoğunda da gözlemlenebilen “dünyayı yazarak/yazı yoluyla hizaya sokmak” meselesi, durdurulamaz bir şekilde değişmekte olan mekân ve zamana karşı bir direnme alanı açar. Bu, deneyimlenen zamanın uçuculuğuna karşı yazı yoluyla direnme anlamı taşır.

Yazılmasa, not alınmasa, kaydedilmese değişerek aynı kalana, hep öyle olduğunu iddia eden zamanın ruhuna karşı bir itiraz imkânı kalmayacak gibi bir vehim içindedir yazan kişi — vehim mi dedim? zamanın ruhuna karşı bir itiraz imkânı kalmayacak gibi bir vehim içindedir yazan kişi. Vehim mi dedim?