Kendini benzersiz kıl!

İnsan tercihleriyle varlık, iradesiyle özgür, şuuruyla insandır.
İnsan tercihleriyle varlık, iradesiyle özgür, şuuruyla insandır.

Mutlak özgürlüğün imkânsızlığı karşısında, azami hürriyeti ancak “kendimizi başkalarından ayırarak” gerçekleştirebiliriz. Biriciklik, herkesleşmeme, sürüye katılmama şuuru ve iradesi kişi hürriyetinin başlangıcını teşkil eder. Almanlar buna bildung der, “kendini benzersiz kılma”…

İnsanı kendi zihni köleleştirir. Özgürlük hayattaki hiçbir şeyi mutlak, zorunlu, kalıcı görmemeyle ortaya çıkar. İnsanoğlu ister istemez tutunduğu, dayandığı, güç devşirdiği sahaları, varlıkları önemli addeder. Ontolojik olarak insan bağlanmaya müsaittir. İlişkilerinde öncelikle mesafe koyar, akabinde belirgin bir ünsiyet kurabileceği asgari müşterekleri bulduğu anda bağlanır. Bağlanmak bir yönüyle karşılıklı sorumluluk alma manasına gelebilir. Bağlanmanın ilerisi sorumluluğu sadece bir tarafın yüklenip öte tarafın nimetlere konduğu, külfet çıkaran, otorite kuran bir makama oturuverdiği boyutu anlatır.

İnsanı kendi zihni köleleştirir. Özgürlük hayattaki hiçbir şeyi mutlak, zorunlu, kalıcı görmemeyle ortaya çıkar.


Eşyaya ünsiyetten insana meftuniyete kadar her tür zorunlu, kalıcı değer yüklemesi kendini otoriter bakışın güdümüne bırakmak demek. İsterseniz buna kulluğun yer değiştirmesi de diyebilirsiniz. Kişi kendisine nimet verenin kim olduğunu unuttuğunda “kader”, Yaratıcı bunu açıkça göstermekten çekinmez. İmtihan evresi biraz da kişinin varoluşundaki eksik tarafın ikmal edilmesidir. Özgürlüğü ilahi olana bağladığınızda hayatınızda sizi sürekli elinizden, bacağınızdan, yakanızdan çekip yavaşlatan “mutlaklıkları” kırma ihtimaline sahip olabilirsiniz.

Sorumluluğun sorumsuzluğu!

Sorumluluk çift yönlü manada özgürlüğü doğurduğu gibi kısıtlar da… Sorumluluk duyduğu yerleri azalttıkça kişi özgürlüğe biraz daha yaklaşır. Enikonu yalnızca Allah’a sorumlu olduğumuzu unutabiliyoruz; hayatı idame ettirebilecek meşgaleleri sorumluluk mevkiine getirince mutlak, zorunlu, kalıcı değer yüklemesine nihayetinde de kendi kendimizin hapishanesini inşaya varıyoruz.

Kişi kendisine nimet verenin kim olduğunu unuttuğunda “kader”, Yaratıcı bunu açıkça göstermekten çekinmez
Kişi kendisine nimet verenin kim olduğunu unuttuğunda “kader”, Yaratıcı bunu açıkça göstermekten çekinmez

Seçimler varoluşsal belirlemelerdir, seçim yapma iradesi kadar seçtiklerimiz aynı zamanda kendi bağlarımızı kendimizin tercih etmesinin sonucudur. Varlık, gidebileceği son noktaya kadar varma iradesini kullandığında sahiden özgürlüğe erişebilir! Sınır kavramı, işte tam da özgürlüğün hudutlarını belirler. Kişinin sınırları zihninin sınırları kadardır; sınırı aştığında “olabilecekleri” düşünmek hürriyete teşneliğini belirler. Sınır bu açıdan bir yönüyle zihindedir, çünkü bilinç, tecrübe ve şuur “aşma”nın nereye götüreceğini benliğe anlatır hâliyle ikaz da eder. Sınırlı düşünme bağlı varoluşla bir arada ilerler. Gündelik hayatındaki sınırları kişinin aynı zamanda ne kadar özne, ne kadar özgür, ne kadar kendi olduğunu anlatır.

  • Kategorik bir “gündelik” inşa ederek sınırlarını aşabilen özne, nihayetinde kendi özgürlük kompartımanlarını düzenleyebilir. Kendi belirlediği yerlerde sınırını yani haddini bilen yine hudutlarını çizdiği sahada zirveye kadar çıkabilen bir iradi bilinç özneliğin de başlangıç noktasıdır.

Bunu biraz da Kant’ın özgürlük vurgusuyla aşmak mümkün. Prusya monarşisinin rahatsızlık duyduğu, Kant’ın insanın özgürlüğünün, öznelliğe dönüşün mevcut ve mümkünlüğünü savunmasıydı. Bir filozof, bir çöpçü, bir kişi mevcut düşünsel, dinî yahut toplumsal algıları, ahlakı, normları yahut bunların otoritelerini reddedebilir! Reddetmek illa ki aleni cephe alma manasına gelmez; otoritenin dikte ettiği dinî düşünceyi gevşek tutmak bile bu özgürlük sürecinin ilk basamağı olabilir. Öznelliği işleterek kişi dikte edilmiş iyi ve kötünün dışında etik tutum takınabilir. Kişinin kendini yargıç görmesi, tecrübeleri, tasarıları sürekli yargılayabilme gücü, özgürlüğe açılan yolu belirler.

Bu açıdan hukuk bir yönüyle kişinin kendi kendinin yargıcı, yani vicdanı, yani aynı zamanda mahkumu ve esiri durumuna düşürmesiyle ideal-politiğe alan açabilir. Sınır tam da “öteki”yle var olduğu için ötekini sadece monarşinin otoritesi gibi kabul etmemeyi de getirir. Otoritelerin “ihlâl ahlakı” ötekine denk gelmez her zaman. Kişinin varlığıyla toplumun ve öteki bireylerin tek tek bilinçleri yine bir otorite başlığı altına da alınamaz. Hukuku devreye aldığımızda rahatlıkla “başkalarının özgürlüğünü ihlal etme”meye dayalı bir hürriyet tanımı öznel, özerk düşünme biçimlerini, varoluşunu yine öznel kullanım kapsamında değerlendirmeye götürür. İhlâl ve sınır tahditleri ötekiyle açıklandığında makul ve mantıklı gelebilir, her birey bir manada özerk ve özneldir fakat otoritenin kurumsallaştırmaya çalıştığı “hak bildirimleri” ister istemez kişiyi “sınırlandırma”yı getirir. Hegel’in özgür irade için şart koştuğu soyut hak, ahlak ve etik yaşam ilkeleri otorite dışı ötekinde mevcutken, belirlenmiş siyasal erk söz konusuyken devre dışı kalır. Bunu Kant’ın “insanın kendi yapıp ettikleri hakikattir” çıkarımına bağlamak gerek.

Sınırlarla yaşamak…

İnsan tercihleriyle varlık, iradesiyle özgür, şuuruyla insandır. Fakat tercihlerimizi sonuçlarına göre düşünmediğimizde belirgin bir özgürlük hissine kapılabiliriz; tercih edebiliyor isek hürriyetimize malikiz. Her tercih bir mutluluk, huzur, cennet vaat etmiyor, edemez. Dünya hayatında bir cennet inşası, mutlak özgürlük kadar yersiz. İnsanların tercihleri özgürlüğün kendisi de olabilir köleliği de… Tecrübe etmeden karar verme acullüğü sadece insana has… Hâliyle her tercih hep aynı sonuca götürüyorsa, şartların köleleştiriciliğine yoğunlaşmak gerekir. Sunulan tercihler kadar ihtimallerden bir tercih skalası yapabilme gücü, özgürlüğün kendisidir. Hüzün bir biçimde kesin ve mutlak olan imajımızı yırtar atar. Özgürlük ya kesif bir acı yahut dizginlenemez bir sevinç hatta çığlık demektir. Hüzün ise sonu pişmanlığa varacak tercihleri bir biçimde engeller…

  • Her tercih dünya hayatında kesin bir hayal kırıklığıdır çünkü. Tercih edilecekleri bizim belirleyemediğimiz simgesel düzende her materyal, değer, varlık, varolan bir sınırdır. Sınırlandırmalarla malul bir hayat yaşıyoruz, simgesel düzen, dünya hayatının varlığı, kavramlarımızdan hayallerimizin hudutluluğuna kadar her edimimiz arzuyu öldüren, kişiyi pişman ettiren sınırlar çizer.

Baskılanamayan insan olmak

Ortalamayı tutturmak, ortalamayı belirlemek, ortalamayı aşmak… Bunların her biri kendi içinde dengeli ve tutarlı özgürlük alanları açar. Nietzsche, “herkesleştirme”nin karşısındadır, “sürü ahlakı”nın… Herkesleşen herkes özgürlüğünden feragat etmiş sayılır. Herkesleşmeyi tutturanın beynindeki zincirler eninde sonunda egemeni mutlaklaştırır. Bu sadece monarklardan oluşmuyor. Şuuru ve iradeyi dizginleyen her sınır tutsaklığı doğurur. Nietzsche kendi dönemi ve toplumu için “Kilise ahlakı”nın biricikliği kırdığını anlatır. Sürüleştiren bu acıyı ve çileciliği yani katlanmayı öven ahlaktır. Buna sınırları kabul etmek de diyebilirsiniz. Rahatlıkla baskı altına alınabilen birey… Sabit maaşlı 657 güvencesine girmek, Nietzsche’nin, Hegel’in yahut Kant’ın özgürlük tanımlarının neresine oturur… Sözleşmeler, yönergeler, günlük çalışma saatleri, kurumdaki şef, kişinin hürriyetini elinden alır. Ya özel sektörde çalışmak, ya kendi işinin patronu olmak, ya çiftçilik yapmak…

Hegel’in özgür irade için şart koştuğu soyut hak, ahlak ve etik yaşam ilkeleri otorite dışı ötekinde mevcuttur.
Hegel’in özgür irade için şart koştuğu soyut hak, ahlak ve etik yaşam ilkeleri otorite dışı ötekinde mevcuttur.

Özgürlük getirir mi? Hürriyeti işin niteliği değil “çalışma mecburiyeti” belirlediği için “sınır” otamatikman oluşturulmuştur. Nietzsche’nin “üstün insan”ı, “baskılanamayan kişi”dir. Halbuki simgesel düzende baskılanmamanın sadece bir yönü olabilir, mutlak baskısızlık imkânsızdır! Bunu belki Freud ile çözebiliriz… Freud baskılanmamayı, kişinin kendi değerleri etrafında yaşamasıyla izah eder. Bu da özgürlük manasına gelmez, her değer bir sınırdır çünkü! “Hayatını yanlış değerlere göre yaşayan” insana mukabil kendi değerleriyle yaşamak Freud için tercihe şayandır, fakat mutlak özgürlükçülerin dile getirdiği engelsiz, yasasız, yasaksız özgürlük yine sağlanmış olmaz. Kişi bilmelidir ki, yemek ve içmeye muhtaçsan özgürlüğün zaten hiçbir zaman sınırsız olamaz! Mutlak özgürlüğün imkânsızlığı karşısında, azami hürriyeti ancak “kendimizi başkalarından ayırarak” gerçekleştirebiliriz. Biriciklik, herkesleşmeme, sürüye katılmama şuuru ve iradesi kişi hürriyetinin başlangıcını teşkil eder. Almanlar buna bildung der, “kendini benzersiz kılma”…

İnsanlar gibi toplumlar ve devletler kendilerini benzersiz kılma iradesiyle iş yaptığında ödev ahlakını da kişisel özgürlüğünü de monarkın telkinlerinden arındırıp gerçekleştirerek de sağlayabilir. Yeteneklerini bulduğu, geliştirdiği müddetçe kişi özgür olur. Yeteneği onun benzersizliğinin anahtarıdır; fakat herkesin bir yeteneği var mı… Âdil olan Kadir-i Mutlak herkesi aynı yaratmadığı gibi kimseyi bir diğerinin düşüğü de kılmadı! Herkesin bir yeteneği, ayırıcı özelliği, kendini benzersiz kılabilecek mahareti var. Özgürlük-kendilik, bunu keşfedip kendini başkalarından ayırabilecek tarzda güçlendirmekten geçer. Toplumlar bireylerinin kendilerini üstün kılabilecek vasıflarını güçlendirmelerine müsaade ederek öteki toplumlardan, milletlerden ayrılır. Bireylerini zerrelerine kadar kontrol ederek değil onların insanilik skalalarını kullanmalarına fırsat tanıyarak milletler başka milletlerden farklı, benzersiz hatta üstün olabilir.