Kendini suya anlatmak üzerine

Soruların peşinden gidecektim elbette, ama o sorular benim kendi sorularım olmalıydı, cevap bulamasam bile.
Soruların peşinden gidecektim elbette, ama o sorular benim kendi sorularım olmalıydı, cevap bulamasam bile.

Üsküdar’da sabah. Şairin dizeleri değil bu defa bir cümlesi dilime düşüyor: “Geçen her gecenin leyle-i kadr, karşılaştığım her kişinin Hızır olmadığını anladığım zaman kırılıyorum. Böylece kırılan bir düş haline dönüştüğümü görüyorum. Evet, bizzat kendim bir düş kırıklığıyım, kırık bir rüyayım ben. Ve hepimiz öyleyiz.”

Üsküdar'da bir sabah

Üsküdar’da sabah. Evet, sürekli koşturan bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar, evet büfeler, gazete bayileri, simitçiler, evet iskelenin o kendine has kokusu, akbil sesleri, ayak sesleri, seslenen insan sesleri, dolup boşalan, otobüsler, dolmuşlar, egsoz ve evet soğuk, evet, şehrin insanı, evet kimse mutlu değil bir telaş pür telaş…

Üsküdar’da sabah. Bir yandan yürüyor, bir yandan kendimi hastalık belirtisi saydığım envaiçeşit romantizmden sakınmaya çalışıyorum.

evet kalabalık evet martılar evet deniz dalgalar köpükler filan evet ellerim ceplerimde dikilirken köşede çömelmiş meczup sesleniyor: kar neden yağar kar? Başka bir meczuptan alıntı yapan bir meczup! Evet metinlerarasılık! Denize dökülen insancıklar ve nihayet içimde bir yerlerde geviş getiren, şehre bakıp bilgece sözler söylemeye çalışan, homurdanan, klişe canavarı, o işgüzar, o yerine göre mel’un, narsist varoluşçu… Geçelim lütfen, konumuz bu değil. Üsküdar’da sabah. Bir yandan yürüyor, bir yandan kendimi hastalık belirtisi saydığım envaiçeşit romantizmden sakınmaya çalışıyorum. Bir yandan yürüyor bir yandan şairin sebepsiz yere dilime dolaşan, takılan, yapışan dizesini tekrar ediyorum:

  • “iniyorum kulelerinden katil
  • iniyorum maktul minarelerden
  • taraçadan, bahçeden
  • ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden
  • ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte
  • değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor”

İsmet Özel’den kaçış yok. Nasıl olsun ki? Şiirle düşünen bir milletin ahfadıyız ve aynı havayı solumakla şereflendiğimiz büyük Türk şairinden daha çok kim hak ediyor, düşüncelerimize, hayallerimize sızmayı. Ama sadece şimdilik ve elbette çabucak bunu da geçelim. Üsküdar’da sabah. Mihrimah Camii’nin ferah avlusuna giriyorum. Benim için İstanbul Mihrimah Camii avlusudur. Daima. Denize bakan duvarın dibinde durup bir sigara yakıyorum. Derin bir nefes. Dumanı denize doğru üfleyip kaçmaktan sıkılıp sonunda teslim olduğum romantizme hayıflanırken, kendime kızarken, Üsküdar’a, inceden Mihrimah Sultan Camii’ne, birbirine Hızır olamayan insanlara kırılarak homurdanırken, işte tam o sırada bir şey oluveriyor. 20’li yaşlarında bir genç kız, eski çeşmenin önüne oturmuş akan suya bir yandan bir şeyler anlatıyor bir yandan ağlıyor. İkinci kez bakıyorum. Bir nefes daha duman. Siyah saçları yüzünü kapatmış. Çeşmeye doğru iyice eğilmiş ağlıyor, saçlarının her teliyle, bütün kalbiyle, kırılan kalbini oracığa bırakmak ister gibi…

enim için İstanbul Mihrimah Camii avlusudur. Daima.
enim için İstanbul Mihrimah Camii avlusudur. Daima.

Gözyaşları asırlık çeşmenin sularına karışıyor. Söylediklerini duymaya çalışıyorum ama nafile; suyun ve kızın sözleri birbirine karışıyor. Omuzları sarsılarak hıçkıran, hıçkırdıkça dağılan; hani Eliot’un şiirindeki gibi “dağılmış ve parıltılı” genç kızla birlikte çeşmenin suyu da şekil değiştirip kesintisiz bir gözyaşına dönüşüyor. Şu oluyor: 20’li yaşlarında dağılmış ve parıltılı, ağlarken saçının her teliyle ağlayan bir genç kız ve Mihrimah Sultan Camii’nin asırlık çeşmesi birbirlerine hikâyelerini anlatıyorlar. Ürkek adımlarla yaklaşıyorum. Avlunun zemini pamukla kaplıymış, biraz sertçe basarsam batacakmışım gibi titizlikle birkaç adım. Çeşmeyle yâren olmuş bu kızı tanıyor muyum yoksa o Leyla mı? Suya anlattığı hikâyeyi merak ediyorum. Biz rüyalarımızı suya anlatırız, “su gibi temiz olsun, hayırlara vesile olsun” diye. Peki kırılan rüyalarımızı? Onları da mı? Genç kızın ruhunu bir su damlasına, akan suyu gözyaşına dönüştüren bu kırık rüyayı merak ediyorum. Biraz daha yaklaşıyorum fakat yaklaştıkça cesaretim azalıyor. Sormaya cesaret edemiyorum. Öğrenmeye korkuyorum.

Kimseye Hızır olamayışımızın, kimsenin Hızır olamadığı bir çağda yaşıyor olmaklığımızın utancı kaplıyor her yanımı. Genç kızın bir yardım, bir dost, derdini dinleyecek bir kulak, ona el uzatacak bir insan istemediği düşüncesi beni iyice durduruyor. Kendi hayal kırıklıklarımı, kendi çaresizliklerimi, tükendiğim anları hatırlıyorum, yardım ister miydim? O sırada yanımdan geçen bir meraklı gözün ilgisi herhalde talep edeceğim son şey olurdu. Aynı utanç ve ürkeklikle bu defa geriye doğru birkaç adım atıyorum. Eski yerime dönüyorum. Sigaramdan bir nefes daha. Denize bakıyorum, Üsküdar iskelesine, insanlara; bu defa hemen arkamda gözyaşları suya karışan, saçlarının her bir teliyle ağlayabilen bir genç kız, suyunu kesintisiz bir gözyaşına dönüştürebilen asırlardır dinleyen bir çeşme olduğunu biliyorum. Üsküdar’da sabah. Şairin dizeleri değil bu defa bir cümlesi dilime düşüyor: “Geçen her gecenin leyle-i kadr, karşılaştığım her kişinin Hızır olmadığını anladığım zaman kırılıyorum. Böylece kırılan bir düş haline dönüştüğümü görüyorum. Evet bizzat kendim bir düş kırıklığıyım, kırık bir rüyayım ben. Ve hepimiz öyleyiz.”

Tekrarı olmayan şeylerin tekrarı

Herakleitos, hayatı bir nehre benzettiği meşhur önermesinde şöyle diyor: “Aynı ırmaklara gireriz ve girmeyiz. Biziz ve biz değiliz.” Durmaksızın akan su, tepelerden, çukurlardan, kıvrımlardan, dönemeçlerden geçtikçe değişir, dönüşür, çoğalır, azalır, birikir, derinleşir… Bir nehre iki defa girmek mümkün değildir, çünkü nehir değişir, üstelik nehirle birlikte insan da değişir.

Bir andan ötekine aynı kişi olarak kalabilir mi insan? Namümkün. Hatta galiba Platon, bir nehre bir kere bile girmek mümkün değildir diyor diyaloglarında bu sözü aktarırken. Çünkü o nehre girmeye karar veren “ben”, o nehre girene kadar değişmiştir bile. Her hareket gibi önemli olan bu akışın, sürekli değişimin ne yöne, kime, neye doğru olduğudur? Uçsuz bucaksız derin bir denize mi yoksa çöle mi? Bundan on beş yıl önce bana “Gençlik nedir? Büyümek, olgunlaşmak, orta yaşa adım atmak nedir?” diye sorsanız, cevap bile vermezdim.

  • Bana ne! Niye düşüneyim? Meselem bile değildi. Çünkü içilecek sular, girilecek nehirler, yürünecek yollar, okunacak kitaplar, yazılacak yazılar, sevilecek Leyla’lar vardı. Yetişmeye çalışıyordum, öğrenilecek onca şey varken durup soluklanmaya vakit mi vardı ki? Cevaplanacak başka ve daha önemli sorular varken şimdi sizin sorunuzla neden vakit kaybedecektim?

Soruların peşinden gidecektim elbette, ama o sorular benim kendi sorularım olmalıydı, cevap bulamasam bile. Bir sorudan, kitaptan, yoldan, maceradan, hikâyeden, dergiden, mekândan, şehirden hatta bazen fikirden ötekine savrulup, koşup, yürüyüp durdum. Kendi sorularımla. Kendi adımlarımla. Şimdi yeterince yol kat edip ben olarak ya da olmayarak yeterince nehre girdikten sonra yeterince koşup yeterince yorulduktan sonra (en azından öyle hissederken) Herakleitos’a ve Platon’a rağmen tekrar etmenin dayanılmaz cazibesine tutulduğumu fark ediyorum.

 Aynı nehirlere girmek, aynı sokaklarda yürümek, tanıdık yüzlerle karşılaşmak, aynı yazarları, aynı kitapları okumak...
Aynı nehirlere girmek, aynı sokaklarda yürümek, tanıdık yüzlerle karşılaşmak, aynı yazarları, aynı kitapları okumak...

Aynı nehirlere girmek, aynı sokaklarda yürümek, tanıdık yüzlerle karşılaşmak, aynı yazarları, aynı kitapları okumak, tekrar etmek, tekrarı olmayan şeyleri, -tekrarı olmadığını bile bile- tekrar etmeyi denemek… Belki de en büyük macera budur. İnsanın başarması gereken erek, aşması gereken en zorlu engel: Gençlikle, sonsuz macera arayışıyla, bitmeyen telaş ve koşturmayla gösterişsiz ve müsekkin bir vedalaşma. Denize, suya doğru telaşsız bir akışı yakalamak. Bütün gençlik ve olgunluk düşlerini kaderine teslim olarak suya anlatabilmek. Şimdi bu denize doğru akan “biziz ve biz değiliz” diyebilme cesaretini göstermek.