Kış mektubu

 “Kahverengi kışlık çoraplarımızı giyeriz kışa doğru.”
“Kahverengi kışlık çoraplarımızı giyeriz kışa doğru.”

Yıllar nereye gitti peki? Pencere ötesinde esip duran rüzgârlar, doğunun sağlam kışları, Van yalnızlıkları yazıları, başka isimler, başka meşakkatler, soba yakmalar, kürt çocukları, Ayşe ve filmler. Geçip gitti işte. Düş Sokağı Sakinleri ve İlhan İremler ve Leonard Cohenlerle…

“İyi bir parça... fazla da yağlı olmasın.” İnsanın, sanki kaderini değiştirecekmiş gibi, dünyada bağırıp çağırarak bir şeyler elde edeceğine inanması için çok saf olması gerekir. Her şeyi olduğu gibi kabullenip yaygara koparmamak daha iyi. Gençliğimde bir lokantaya gittiğim zaman garsona “İyi bir parça, çok iyi bir parça, filetodan, fazla da yağlı olmasın,” derdim. Garson, isteğime dikkatini vermek şöyle dursun belki de beni duymazdı bile ve sesimin mutfağa ulaşıp aşçıyı etkileme ihtimali daha da zayıftı, tut ki ulaştı, belki rostonun tamamında iyi bir parça yoktu. Artık hiç bağırmıyorum.

Hakikat diye bir şey belki yok hayatta.
Hakikat diye bir şey belki yok hayatta.

-Kahkaha Benden Yana, Kierkegaard-

Dudağını kemirmek

Hakikat diye bir şey belki yok hayatta. Ama kelime o kadar güzel ki, varmış gibi sanki hakikat, arada bir tutunuyoruz bu kelimeye. Tutunuyoruz ve düzeliyoruz ve düzeltiyoruz ve sırtımızı bu kelimenin ya da hakikatin kendisine dayayıp şarj oluyoruz. Allah ile bir olup sıfırdan yaşamaya koyulurcasına bir şeyler oluyoruz. Daha güçlü yok oluyoruz böylelikle. Hakikatin darmaduman ettiği hayallerimiz için itina ile mezarlık arıyoruz. Hayallerin de gömüldüğü bir mezar! Nerededir? Seni bir hayalden tanıyordum. Bu geldi buraya kondu. Bundan sonrasından emin değilim. Önce bu dizeye bakarım. Bakacağız. Kendimize benzetebilecek miyiz bunu? Yumuşak. Dua eden kadınlar misali. Pencere kenarlarından damlayan kış gibi. Ekmek kırıntıları ve bebeklerin kaşıkları ve mendil gibi. Dua eden kadınlar misali Sonra bu kendiliğinden yerleşti. İkinci dize olabilir mi? Bakacağız.

Hakikatin darmaduman ettiği hayallerimiz için itina ile mezarlık arıyoruz. Hayallerin de gömüldüğü bir mezar! Nerededir?

Dua eden kadınlar gibiydi yüzün. Bu daha iyi oldu sanki. Ama gene de eğer bu şiir olacaksa sahtekârlıkla malul olacak ve benim şiirim olmayacak. Benim birkaç tane benim şiirim olmayan şiirim var. Olursa bu da onlardan olacak. Sonra ben onu bir uykusuzluk hatırası olarak saklayıp kendime kimseye göstermeyeceğim. Seni bir hayalden tanıyordum. Dua eden kadınlar gibiydi yüzün. Şimdi içten içe hece ölçüsün adımlarını müziğini duyabiliyorum. İçerde sesler artar kulak bunu duymaz ama kalp hisseder. Kalp midir o? Bakacağız. Seni bir hayalden tanıyordum. Dua eden kadınlar gibiydi yüzün. Olmayacak. Olsa olsa şiire dair bir yazı çıkacak buradan belli oldu. Şiirde çalışmaya, şiir çalışmaya karşıyım. Olursa olur, olmamışsa olmayacak demektir. Bende böyle bu işler. 5 dakikada anlarım olmayacağını. Olacak olan taşar, fışkırır zaten benden.

  • Şiiri otomatiğe bağlayan yalancı şairlere özenmenin manası yok. Hissetmediğini yazmanın manası yok. Kelimeler tarafından ağzı burnu kırılmış biriyim zaten son günlerde. Daha fazla zorlamanın gereği yok.

Ama buradan kelimelerin verdiği ölümcül yorgunluklar hakkında bir söylev de çıkar. Bunu kolaylıkla yapabilirim de. Ama yorgunluğum şimdi buna da el vermiyor. Ama bir dakika. Şimdi bir şeyler duymaya başladım. Hayır, şiirle ilgili değil. Yazmanın, âşık olduğu zamanlara âşık olmanın ve uykusuzlukların dehşetine dair bir rüzgâr patlayacak gibi oldu. Anahtar şu: Âşık olduğu zamanlara âşık olmanın… Onlarca kırmızı şemsiye açıldı şimdi eski zaman göklerinde. Köklerinde. Bakın köklerinde nasıl geliyor hemen nöbete. Buradan bir fırtına koparabilir miyim? Bakacağız.

Yazmanın aşık olduğum zamanlara aşık olmanın, uykusuzluğun dehşetine dair

Dalgınlık dehşet verici bir hâldir. Korkunç bir dalgınlıkla tüketilen bir ömürdür benim kör kelimelerim. Benim, huzursuzluk burada devreye girer... Huzursuzsan ve kendini bir türlü kandıramıyorsan yazamazsın. Bir şey baskı yapar sana. Okuldaki aşçı bile olabilir bu ayaklarının üşümesi de olabilir kendini bir bok zanneden bir memur da olabilir. Aslında en büyük baskı bu yazma işinin doğasındaki saçmalıktır. Sanki annen ya da baban “artık uyu, yavan yumru şeylerle uğraşma” demişlerdir yıllar öncesinden şimdiye… Hemen Pink Floyd- “Convertably Numb” açılır.

Eşyalara sinen iç bakışlar. Kendinle bakışmalar.
Eşyalara sinen iç bakışlar. Kendinle bakışmalar.

Bu şarkıda pek çok yalan ve hakikat gizli. Sürükler. Sözlerini hiç merak etmedim. Kim bilir ne demekte? Ama benim ne anladığım mühim. Hakikat diye bir şey belki yok hayatta. Ama kelime o kadar güzel ki, varmış gibi sanki hakikat diye bir şey, arada bir tutunuyoruz bu kelimeye. Tutunuyoruz ve düzeliyoruz ve düzeltiyoruz ve sırtımızı bu kelimenin ya da hakikatin kendisine dayayıp şarj oluyoruz. Allah ile bir olup sıfırdan yaşamaya koyulurcasına bir şeyler oluyoruz. Daha güçlü yok oluyoruz böylelikle. Hakikatin darmaduman ettiği hayallerimiz için itina ile mezarlık arıyoruz. Hayallerin de gömüldüğü bir mezar! Nerededir?

Tuğba olsun

Morgan Freeman’ın aziz hatırasına Bu benim kahverengi çorap 6. şeref yılında bile, altları delik olsa ve epey eskise de ev çorabı olarak hâlâ indimde makbul. Seviyorum onu. Bazı eşyalarımla aramda hususi bir bağ mevcut. Gri eşofman ve lacivert hırka için de geçerli aynı hisler. Tabii bunun tuhaf yansımaları da olmuyor değil. Geçenlerde kız kardeşime “Çok sevdiğim bir atletim vardı,” diye söze başlayınca o da “Allah Allah! Hadi gömlek desen, ceket desen falan anlarım. Çok sevdiğin atlet de ne demek? Atletlerin hepsi aynı değil mi?” deyince uzun, güzel güldüm. 4 yıl evvel yazdığım “Romans” adlı yazımda yine bu çoraptan bahis vardı.

  • Şöyle ki: “Kahverengi kışlık çoraplarımızı giyeriz kışa doğru.” Bak seni göremeyince olmuyor yazı. Belki artık seni görsem de olmayacak. Uzun bir zaman sussam sayfalarda. Susuşum bile sayfalarda. Dudak tiryakileri vardır hani. Sigarayı içine çekmezler. Bendeki yazı iptilası da öyle mi acep?

Dudak tiryakiliği gibi, yazmasam olmaz hesabı. Yazmasam da yazıyı içime çekiyorum. İçimden. Yıllar nereye gitti peki? Pencere ötesinde esip duran rüzgârlar, doğunun sağlam kışları, Van yalnızlıkları yazıları, başka isimler, başka meşakkatler, soba yakmalar, kürt çocukları, Ayşe ve filmler. Geçip gitti işte. Düş Sokağı Sakinleri ve İlhan İremler ve Leonard Cohenlerle… Bizi biz yapan, biz dediysem benden başka kimse de yok zaten, dünyayı tersten okuma bilgisi. Eşyalara sinen iç bakışlar. Kendinle bakışmalar. “Ben okurum onları.” demişti. “O zaman ben dünyanın en şanslı insanıyım.” demişti sonra bir yazı okuma öncesinde… Sen de okur musun bunları? Başka türlü konuşamam ki. Kış tamam da ben artık kışı karşılamıyorum müziklerimle, şiirlerimle. O da hükmünü kaybetti bende. Odanın hükmündeyim ben de. Gözlerinden öperim. Kimin mi? Hepinizin. Sizdeki kelimelerimin en çok. Senin de. Uykusuzluğumun.