Komutanın aşk mektubu

Mektubun son paragrafı ise zaten çılgınlığın eşiğindeydi.
Mektubun son paragrafı ise zaten çılgınlığın eşiğindeydi.

Bir anlık duraksamanın ölümle sınandığı mesleği, onu bambaşka bir konuda, gecenin bir vakti eğitimsiz er gibi ayazda bırakmıştı. Karşısında sanki birdenbire peydahlanmış namlu gibi, bir kadın kalbinin karşısında kalakalmış, tir tir titriyordu. Kâğıtlardan anlaşıldığı kadarıyla da kadının eli tetikteydi ve şakası yoktu. Ünlü komutanımız maalesef gecenin en karanlık anında kıstırılmış, ellerini kaldırmış ve nöbetçi çavuştan yardım istemişti.

“Aklın özelligi, yasama dair dogal bir idrak eksikligidir.”

Henry Bergson

İsmim seksen yataklık koğuşu birden doldurmuştu. Öyle ki ilk başta anlayamamıştım ne olduğunu. Sivil hayattan kalma bir anı veya rüya gibi geldi bana. Ama nöbetçi çavuş ciddiydi; “Selahattin Yusuf!” diye üsteledi.

Etrafımdaki ranzalar gıcırdadı. Tek tük başlar yastıklarından kalktı. Şaşalamış hafızasız gözler bana doğruldu. Ranzanın üst kat demirine astığım ıslak çorapları ayaklarıma geçirip botlarımın üstüne atladım.

Sert. Resmi. Kesin. İnsanın ranza numarası veya birliği değil de bir özel isminin olması, bunun hiçlik dolu koğuş uykusunun tam ortasında hatırlanması, dahası, yetkili bir ağız tarafından avazı çıktığı kadar bağırılarak onaylanması ne güzel sürprizdi böyle! “Burada mı lan, Selahattin Yusuf?!” İnsanın biricikliği, ismi yani, yüksek sesle çağırılırken hissettiği şeyler, benliğinin pohpohlanmasıyla bunların ilgisi vs. gibi tarifsiz güzel nafilelikler, nefis felsefi düşünceler, o anda gezegenin her yerinde lezzetli olabilirdi pekâla. Ama Siirt’in bu ücra karakolu gezegenin içinde bir yer değildi ki! Etrafımdaki ranzalar gıcırdadı. Tek tük başlar yastıklarından kalktı. Şaşalamış hafızasız gözler bana doğruldu. Ranzanın üst kat demirine astığım ıslak çorapları ayaklarıma geçirip botlarımın üstüne atladım. Allah’tan alt ranzadaki arkadaşım hâlâ revirdeydi ve kamuflajlarımı oraya bırakıyordum. Giyinmem çabuk oldu. Postallarımı sürüklerken palaskamı da taktım ve sinir içindeki çavuşu tam zamanında yatıştırmayı başardım.

***

Çavuş, üzerinde “Nöbetçi Subay” yazan kapıyı işaret parmağının arkasıyla üç kez tıklattı. İçeriden bitkin ve tok bir “Gel!” sesi duyduk. İçeri girip topuk selamı verdi. “Getirdim komutanım” dedi. Ardından da ben girdim. Komutan başıyla dışarı çıkmasını söyledi. Çıktı çavuş. Çıkarken gözlerime bir an acıyarak baktığını fark etmiştim. Bunu, o sıralar karakoldaki en değerli şeyden yoksun bırakılmama yordum. Uykuya yani. Elimden alınıyordu uykum ve ertesi gün akşama kadar sersemliğe katlanmam gerekecekti. Neyse. Kapının dibinde beklemeye devam ettim. Komutan Şevket, önündeki kâğıtlara eğildi tekrar. Eğilince alnındaki şapka izi çiğ beyaz ışığın altında iyice belirginleşti.

Başını kaldırmadan mırıldandı: “Rahat!” Rahat pozisyonuna geçtim.
Başını kaldırmadan mırıldandı: “Rahat!” Rahat pozisyonuna geçtim.

Çizginin üstü, şapkanın örttüğü bölüm yani, beyaz, pürüzsüz ve korunmuştu. Yarısı soyulmuş elma gibi. Altı ise şüphesiz dağ rüzgârları, soğuk ve sıcakla kim bilir kaç yüz kez kavrulmuş, kalınlaşmış ve meşine kesmiş bir esmerlikle, bambaşka bir hayatı temsil ediyordu. Başını kaldırmadan mırıldandı: “Rahat!” Rahat pozisyonuna geçtim. Kalemli eliyle kanepeyi işaret etti yine başını kaldırmadan. Oturdum. Hâlâ ne döndüğünü anlamamıştım. Ama mesele önündeki kâğıtlarla ilgiliymiş gibi görünüyordu. Asık suratı kâğıtların üzerinde biraz daha gezindi. Gözlerini ovuşturup sigarasından iki uzun nefes aldı.

  • “Nasılsın?” Şaka mıydı bu? Emir-komuta düzeninin böyle birden nezaket alanına sıçraması tedirgin etmişti beni. “Nasılsın dedik lan!” Gözümü karartıp atıldım artık, ne olur ne olmaz diye; “Sağ olun komutanım, siz nasılsınız!” Gevşedi. Geniş ve sinirli bir gülümseme yüzündeki nasırlı vahşi meşini kenarlara doğru kırıştırdı.

Kendini koltuğun arkalığına bıraktı. Bir komando bıçağının ucuyla karılmış gibi bulanık, parıltılı kurt gözleri bana dikilmişti şimdi. Önemli bir şey söyleyecek gibi oldu. Vazgeçip daha önemsiz konuyu seçti, aradan çıkarır gibi: “Soru sorulmaz oğlum! Sağ ol diyeceksin, o kadar!” “Sağ olun!” Ama ortada tuhaf bir bulmaca vardı ve benim uykulu zihnim çırpınıp duruyordu hala. Sabah beşte kalkacaktım.

Dakikalar değerliydi. Terör operasyonlarının, onca çatışma ve ölüm hengâmesinin sinirlerini yıldan yıla erittiği bu namlı, bu ürkütücü adamın önünde gecenin bir yarısı oturuyor olmam, talihimin nasıl bir azizliğiydi bana acaba!?

***

“Sen de sivilde edebiyatçıymışsın, doğru mu lan?” dedi, dumanı burun deliklerinden bırakarak. Bu uğursuz “de” kısmına takılır gibi oldum, ama önemsemedim; “Doğrudur komutanım...” Doğruydu; sadece sivilde edebiyatçıydım anasını satayım. Askerde de olmaya devam etmedim değil. Ama yazmaya çalışmış, başaramamıştım. O üniformayı üzerime geçirdiğim günden beri tek cümle, tek dize yazamamıştım. Yazacak çok şey vardı belki. Her gün bir kaç konu geliyordu aklıma. Ama beynimin edebiyata ayrılmış kıvrımları dümdüzdü artık. Ruhumun kırışıklıkları emir-komuta zinciri içinde rahata ermiş, bir güzel ütülenmiş ve düzelmis bulunuyordu. Lafı dolayıma sokamıyordum. Yan anlamlar eklem romatizmasına tutulmuştu. İmgelerin salgı bezleri iflas etmişti. Asla olmuyordu. Her akşam içtimadan sonra pilot kalemimi ve o ucuz güllü asker defterini koyduğum naylon poşetimi alıp karakolun yukarısındaki yabani incirlerin altına çekiliyor, saatlerce didiniyordum. Olmuyordu. Yazdığım hiçbir şey inandırmıyor, hiçbir dize beni kandırmıyor, bulduğum öykülerin karnı çok geçmeden boş şişinmeyle dolup taşıyordu. Ruhum üniformayı aşamıyordu.

Yazacak çok şey vardı belki. Her gün bir kaç konu geliyordu aklıma.

“Şunlara bi’ bakacan mı lan?” Kaba ve sert sesine bu kez belli belirsiz, ipince bir akran sırnaşması sızmıştı. Bunu fark edince şaşkınlığım daha da arttı. Havada tuhaf bir sivil elektrik asılı kaldı bir an. Neredeyse rüyada veya hava değişiminde olduğuma inanacaktım. Tabii kendimi çabuk toparladım. Bir yandan da komutan acaba beyin zafiyeti filan mı geçiriyor diye düşünmeye başlamıştım. Bu rica minnet jestleri gerçekten görülmüş şey değildi. Neyse. Etrafı ucuz gül süslemeleriyle çerçevelenmiş, hafifçe titremekte olan kâğıtları elinden aldım.

***

Bir operasyon emri değildi. Atış talimi teknikleri yoktu kâğıtta. Hafif makinalı resimleri, intikal çizelgesi veya mühimmat listesi değildi. Cesaret madalyalı bu komando astsubayının, gece Eruh’un sarp, vahşi dağlarında o ünlü korkusuzluğuyla ve birliğinin önünde takip ettiği, kalem feneriyle ikide bir açıp baktığı operasyon haritalarından biri de değildi; ama yazılıp karalanmış beylik aşk cümleleriyle, ok çıkarılıp düzeltilmiş kelimeleriyle ve satır aralarına sızmış bütün yakarma, sitem, tehdit ve gönül kırıklığı duyguları içinde çırpınan acemi cümle girişimleriyle, sanki hepsi birdendi. Harita okumayı çok iyi bilen Şevket Komutan bu kez dümdüz ovada kaybolmuş görünüyordu.

  • O tuzak dolu tepelerde terör mevzilerine doğru yıldırım gibi ilerleyen, sürünen, saklanan, birden kalkıp ateş emri veren ve sonra yeniden gözden yiten bir birlik komutanının bütün çabası vardı bu kâğıtta. Bir şey yoktu yalnızca; bir kadının kalbine girebilmek için gereken teçhizat, donanım ve arazide kamufle olma yeteneği gerçekten içler acısıydı.

Bir anlık duraksamanın ölümle sınandığı mesleği, onu bambaşka bir konuda, gecenin bir vakti eğitimsiz er gibi ayazda bırakmıştı. Karşısında sanki birdenbire peydahlanmış namlu gibi, bir kadın kalbinin karşısında kalakalmış, tir tir titriyordu. Kâğıtlardan anlaşıldığı kadarıyla da kadının eli tetikteydi ve şakası yoktu. Ünlü komutanımız maalesef gecenin en karanlık anında kıstırılmış, ellerini kaldırmış ve nöbetçi çavuştan yardım istemişti.

***

Hayat devrilmiş bir bisiklete benzer...” diye başlıyordu Komutanın mektubu. Altı sayfalık aşk mektubunda doğru dürüst ayakta kalabilmiş neredeyse tek cümle de buydu. Ve belki bir kaç cümle daha, o kadar. Mektubun geri kalanı, korkmuş bir acemi erin tahrip gücü yüksek silahıyla yaylım ateşine daha çok benziyordu. Bırakalım duyguyu, mantık delik deşik olmuştu. Kesilmiş, yan yatırılmış, karnı deşilip kenara alınmış cümleler mezarlığına çevirmişti mektubu Komutan. Ne çare! Bütün uğraşlarına rağmen yaşatamamıştı ve ayağa kaldıramamıştı mektubu.

Ve metnin hastalığını doktordan –benden(!)- öğrenmek isterken bütün rütbelerinden, nişanlarından, silahlarından arınmış, tehditle karışık ricacı olmuş bulunuyordu. Özellikle yoğunlaştığı belli olan son sayfayı sökmeye çalıştım. Harabenin içinden ciyaklama, kabadayı naraları, âşık sitemleri sesleri yükseliyordu. Mektubun son paragrafı ise zaten çılgınlığın eşiğindeydi. “Bunu düzelteceksin lan, anladın mı?!” Suratına baktım. Kaşları bu kez iyice çatılmış, gözleri süngü ucu gibi karşıya, bana sabitlenmişti. Her şey beklenirdi bu adamdan. Belaydı. Çoktan anlamıştım bunu. Ama düzelecek bir yeri yoktu ki mektubun.

Sigarasının külünü silkelerken masanın üzerinden bana doğru uzandı ve neredeyse yalvarırcasına; “Bir umut var mı?” diye fısıldadı bu kez.

İşin tek çıkar yolu vardı. Yeniden yazmayı teklif ettim ona. Gözlerinde bir umut ışığı belirdi o anda. Sigarasından uzun nefesler alırken düşündü taşındı. Yüzünden tuhaf bulutlar geçti. Razı oluyordu. Çaresizdi. Sigarasının külünü silkelerken masanın üzerinden bana doğru uzandı ve neredeyse yalvarırcasına; “Bir umut var mı?” diye fısıldadı bu kez. Gidip geliyordu kafası zavallının. Gündüzleri eğitim parkurunda, atış poligonunda, içtimada gök gürültüsü gibi esip kavuran Komutan’dan eser yoktu. Biraz da içim acıyarak, yardım edeceğime söz verdim. Kapıdan çıkarken; “Asker!” diye seslendi arkamdan. Döndüm. Yeniden selam verip bekledim. Masasından kalktı. Palaskayla birlikte beylik tabancasını burnuma kadar kaldırdı. Kulağıma eğildi ve “Yanlış yapma. Yüreğini sökerim!” diye fısıldadı. Dönüp içeri girerken sırtına baktım şaşkınlıkla. Kapının yanında bekleyen nöbetçi çavuşun gözlerine bakıp bir açıklama bekledim. Ama elinden başka bir şey gelmezmiş gibi acıyarak bakmaktaydı o da bana. Yolda çakıllar ayaklarımın altında hıçkırdı. Girer girmez soyundum attım üzerimde ne varsa. Gövdem ranzaya, sedyeye uzanır gibi uzandı.

Devamı Cins’in gelecek sayısında…