Konforumuz arttıkça zihinsel yetilerimiz zayıflıyor

Profesör Dr. Sinan Canan
Profesör Dr. Sinan Canan

Zaman da insan da değişir. O dönüşüm ve değişim fırsatı geldiğinde, sınırları zorlama daveti elimize ulaştığında ise “ne yapmamız gerektiğine dair” düşünsel de olsa bir hazırlığımız yoksa o daveti göremeyiz bile. Herkes bir gün böyle bir davet alacak; bu gün olmazsa bile, belki yarın… Hazır olmak lazım…

Profesör Dr. Sinan Canan’la yıllar önce Ankara’da bir dergi şemsiyesi altında birlikte çalıştık. Ankara’nın kimi zaman kasvetli olan havasını değişik ilgi alanları, saygıdeğer tavrı, bilgisi ve özverisiyle aydınlatan Canan, aradan geçen zamanda o kadar şahane işlere imza attık ki gurur ve heyecanla takip etmeye devam ediyorum.

Bilimin bu güler yüzüyle, hâlâ bir muamma olarak gözüken beynimizi, beynimizin kalp ve diğer organlarla ilişkisini ve dış dünyayla etkileşimini konuştuk.

Hiçbir şey yapmayarak ya da rezaletle “fenomen” olan güruhun rağbet gördüğü bir toplumda, ülkesine ve insanlığa katkısı takdir edilesi bir bilim insanı olarak bu denli popüler olmanı nasıl değerlendiriyorsun, geleceğimiz için umutlanabilir miyiz ne dersin?

Sanırım hepsinin ötesinde işin temel sırrı, muhataplarınıza duyduğunuz saygı ve şefkatte gizli
Sanırım hepsinin ötesinde işin temel sırrı, muhataplarınıza duyduğunuz saygı ve şefkatte gizli

Estağfurullah; o sizin güzel bakışınız diyeyim öncelikle. Ben yaklaşık 15 yıl önce böyle bir şeyler yapayım diye niyetimi izhar ettiğim zaman, etrafımdaki birçok insan “Türkiye’de kimse böyle şeyleri merak etmez, boşuna uğraşma.” gibi telkinlerde bulundular; biraz da haklı olarak. Haklı olarak diyorum, zira genele bakınca insanların “gündem derdinde” olduğunu ve başka pek fazla şeyle ilgilenmeye vakit ayırmadıklarını görebiliyoruz. İyi ki onları dinlememişim; zira çıkıp da insanlara bir şeyler anlatmaya başlayınca birden nasıl talep oluştuğunu, insanların anladıkça nasıl daha fazla öğrenmek istediklerini gördüm. Daha çok herkesi ilgilendirecek, hayatımızı daha güzel yapacak, pratik ve özgürleştirici bilgilerin peşindeyim; çünkü herkesten önce benim böyle bir şeye ihtiyacım var. Bunun peşinde öğrendiklerimi paylaşınca doğal olarak insanlar da o samimiyet ve ihtiyacı algılıyorlar diye düşünüyorum.

İkincisi, teknik uzmanlık ve dili sevmem, kimsenin de sevdiğini zannetmiyorum. O dilin dışına çıkabilmek için çok çalıştım; ortak bir dili korumaya ilave özen gösterdim her zaman. Sanırım bu da anlaşılabilirliği arttırıyor. Ayrıca uğraştığım konular, evrim, canlılık, beyin bilimleri ve insan davranışı, içinde bulunduğumuz zamanın en popüler bilgi alanları. İnsanın özüne hitap eden çok önemli bilgiler var buralarda. Dolayısıyla zamanın ruhu gereği hemen herkes bunları aslında merak ediyor. Ben o dil ve jargon köprüsünü tesis etmeye çalışıyorum. Bir de ayrıca yetişme tarzım ve şahsi merakım gereği, bütün bu konulara, “kadim bilgelik” dediğim geleneksel bilgilerimizi de ilave ederek, bir harman ve ortak anlatı oluşturma gayreti içindeyim. Bu da her kesimden insanda belirgin bir farklılık duygusu yaratıyor. Sanırım hepsinin ötesinde işin temel sırrı, muhataplarınıza duyduğunuz saygı ve şefkatte gizli. Onu kaybedince, bu büyü de kesinlikle kayboluyor.

“Beynimizin yalnızca yüzde 20’sini kullanıyoruz.” diye bir klişe var. Bu doğru mu, bu röportajı beynimizin kaçta kaçı ile yapıyoruz sence?

Bu klişe, yahut bizim camiadaki adıyla “nöromit”, belki de en yaygın yanlış inançlardan birisi. Bu miti sevmemizin nedeni, insanda gerçekten var olan bir “gizli potansiyel” arzusuna gönderme yapması sanırım. Yani “Yüzde 10 veya 20’si bu kadarsa, yüzde yüz kullansam nasıl olurum?” gibi bir merakı besliyor aslında bu yanlış inancı. Beynimizin yüzde yüzü her dem çalışır. Onda şüphe yok. Ama potansiyelimize gelince, neredeyse hiç kullanmıyoruz. Özellikle insanın şimdiye kadar becerdiklerini ve potansiyel olarak yapabileceklerini ciddi anlamda incelediğinizde, günlük yaşamımızda beynimizi ve bedenimizi neredeyse hiç kullanmadığımız sonucuna rahatlıkla varıyorsunuz. Bu röportajı beynimizin tamamı çalışırken yapıyoruz elbette, ama bilişsel gücümüzü neredeyse hiç kullanmadan, çoğunlukla otomatik pilotta yapabiliyoruz. Mesela konuşurken her bir kelime, her bir harf üzerinde düşünmek zorunda olduğunuzu düşünün. Bir hece konuşamazdık. Bunların hepsi bilincimize bırakılmadan otomatik yapılıyor. İnsan zihninin en büyük gizemi ve harikalığı da bence burada. Çok ekonomik bir sistem!

Beden bir bütün sistem olarak; hatta çevresi birlikte işlev gösterebilecek karmaşık bir birimdir.
Beden bir bütün sistem olarak; hatta çevresi birlikte işlev gösterebilecek karmaşık bir birimdir.

Bizi yöneten beynimiz mi hormonlarımız mı, hangisi doğru?

Hepsi ve daha fazlası demek istedim! Böyle bir baş sorumlu bulsak rahatlayacağız ama bu soru biraz “Otomobili yürüten hangisi? Debriyaj mı karbüratör mü?” gibi bir soru aslında. Arabadaki binlerce parçanın her biri; hatta sürücü, yol, trafik kuralları, sürücünün bilişsel ve duygusal durumu gibi daha sayısız bileşen var. İndirgemeci ve bölerek anlayabileceğimizi söyleyen modern düşünce bizi biraz böyle bir hataya itiyor. Beyin veya hormonlar tek başlarına hiç önemli olmayan kimyasal çorbalardır. Beden bir bütün sistem olarak; hatta çevresi birlikte işlev gösterebilecek karmaşık bir birimdir. Bunu fark edemediğimiz için günümüz doktorları dahi organ ve sistemler bazında uzmanlaşıp genellikle bedenin bütüncül yapısını gözden kaçırabiliyorlar. “Bağırsaklardaki beyin” gibi ara sıra yükselen eğilimler de aslında bu eksikliği yavaş da olsa fark etmenin işaretleri.

Beyin hakkındaki yüzlerce makale, kitap, analiz ve tıbbi araştırma çabasından sonra tam olarak beynin neresindeyiz?

Şöyle ifade edebilirim: Beyin meselesi bir okyanussa eğer, bir hayli yaklaştık, nemin ve tuzun kokusunu biraz alabiliyoruz, o kadar… Ayaklarımızı ıslatabildiğimiz gün bir hayli ilerleme kaydetmiş olacağız!

Bizim için önemli olan ve unutamadığımız duygusal anılarımız, davranışlarımızı belirleyen en önemli zihinsel işaretlerimizdir.
Bizim için önemli olan ve unutamadığımız duygusal anılarımız, davranışlarımızı belirleyen en önemli zihinsel işaretlerimizdir.

Bizde Sil Baştan adıyla gösterilen ve başrolünde Jim Carry’nin olduğu Eternal Sunshine of the Spotless Mind adlı filmde, sona eren ilişkisine dair hatıralarını sildirmek üzere bir deneye katılan adamın dramını izliyoruz. Bu etkileyici filmden yola çıkarak bir gün istemediğimiz hatıraları beynimizden sildirmemiz mümkün olacak mı, o kötü hatıralar çıkarıldığında biz yine de “biz” olmaya devam edebilecek miyiz?

Belki mümkün olacak; ama bunun komplikasyonları çok ağır olacaktır. Mesela, geçmişle ilgili tüm “kötü” anılarınızı siliverdiğimi düşünün. Geçmişe her baktığınızda ne göreceksiniz? Sonsuz mutlu bir geçmiş. Bir anda içiniz kaçınılmaz bir özlem ve geçmişe dönme arzusuyla dolacak. Dolayısıyla, zihnimiz kıyasla çalıştığı için şu andaki hayatınız size hemen çekilmez gelecek. Çünkü bir sürü istemediğiniz şey oluyor, bundan kaçış yok; öte yanda ise acısız, hep mutlu bir geçmiş var. Bu açıdan bakınca elbette geçmişteki acı ve olumsuz deneyimlerin bugün için ne anlama geldiği biraz daha iyi anlaşılabilir. Bizim için önemli olan ve unutamadığımız duygusal anılarımız, davranışlarımızı belirleyen en önemli zihinsel işaretlerimizdir. Onları yitirdiğimizde biz biz olmaktan çıkarız. Tıp tarihi bazı kaza ve yaralanmalar neticesinde bu acı deneyimi yaşamak zorunda kalan insanların örnekleri ile doludur.

Yaşlılarda kısa süreli belleğin, uzun süreli bellek kadar iyi çalışmadığını görüyoruz. Sabah ne yediğini unutan bir insanın kırk yıl önce olmuş bir hadiseyi bütün teferruatı ile anlatabilmesini nasıl açıklıyor sinir bilim, beynimizin nasıl bir “navigasyon”u var?

Yeni bilgileri öğrenip kaydetmekle görevli beyin bölgeleri, beynin en aktif kısımlarıdır. Bunlar arasında özellikle “hippokampus” adlı bir yer, şakak loblarımızın içinde yer alır ve yeni bilgileri uzun süreli bellek kayıtlarına aktarma işiyle uğraşır. Fakat yaşlandıkça burada yeni hücre ve bağlantı üretme yeteneği azalmaya başlar ve neticede de yeni şeyleri öğrenmek gittikçe zorlaşır. Geçmişe ait hatıralar ise (henüz neresi olduğunu tam bilemesek de) beynin başka kısımlarıyla erişilebilir durumdadır ve bu nedenle onlar genellikle nadiren etkilenir. Alzheimer gibi rahatsızlıkların da önce hippokampus bölgesinde başlaması tesadüf değildir. Bu kısımlar zamanında iyi ve yeterinde kullanılmayınca, zamanla işlev kaybına uğrarlar. O nedenle aktif bir zihinsel ve sosyal hayat bu gibi bunama rahatsızlıklarına karşı en iyi koruyucu olarak bilinir.

Beyin meselesi bir okyanussa eğer, bir hayli yaklaştık, nemin ve tuzun kokusunu biraz alabiliyoruz, o kadar… Ayaklarımızı ıslatabildiğimiz gün bir hayli ilerleme kaydetmiş olacağız!

Modern bilim tarafından tanımlanan ve kimyasallarla tedavi edilen, panik atak, bipolar bozukluk gibi rahatsızlıkları Doğu’nun kadim bilgilerini taşıyan şifacılar hastalık olarak görmüyorlar. Bu kabul ve ret meselesinde hangi tarafın haklı olduğunu söyleyebilecek durumda mıyız ya da modern bilim, güneşin Doğu’dan doğduğunu bir gün kabul edecek mi?

Evet, ışık Doğu’dan yükseliyor ama Doğu tarafı pek bulutlu! Yani öncelikle Doğu insanının kafası karışık. Bilgi ve deneyimle uğraşmak yerine yüzlerce yıldır varlık mücadelesi verdiği için, bu kadim bilgelik günümüze aktarılamadı. Bugün artık bu tip gündelik zihinsel sorunların bir hastalık olmaktan çok “bozukluk” diye sınıflandırıldığı bir zamandayız. Bunların aynı zamanda insanın normal ruhsal yelpazesinin önemli bir parçası olduğu ve bilhassa da yaratıcılık ve sanat gibi faaliyetlerin bu zihinsel hâllerle çok yakın ilişkisi olduğunu fark ettik. Sanatçılar bunu zaten binlerce yıldır bilir ama bilimin bu noktaya gelmesi bir hayli zaman alsa da umut verici. Muhtemelen yakın bir gelecekte, psikiyatri ve psikolojideki birçok tanı ve tedavi yaklaşımları bu bağlamda kökten değişmek zorunda kalacak ki o değişim çoktan başladı bile.

“Ya hayır konuşun ya da susun.” diyen İslam mirasına sahibiz. Buradan bakıldığında, bu derin öğreti kuantum fiziğindeki enerjinin maddeye dönüşmesi ile örtüşen bir durum gibi gözüküyor. Buna katılıyorsan, sözlerimiz beynimizde nasıl bir etki yapıyor ki konuştuklarımız kaderimiz oluyor?

Kuantum fiziğindeki dalga fonksiyonu ile söz arasındaki ilişki metaforik düzeyde de olsa benim de yıllardır ilgimi çeker. Gerçekten de söz söylenmeden evvel adeta bir çoklu kuvve yahut potansiyel dalgası gibidir. Düşüncenin zihindeki hâli daha seyyal, geçişken, latif ve biçimsizdir. Fakat söze dökülen düşünceler artık somutlaşır ve net bir gerçeklik kazanır. Bu da aslında “çok farklı şeyler olabilme potansiyeli taşıyan” bir zihinsel gizil gücün, belirgin bir anlama indirgenmesi gibidir. Yani evet; konuştuğumuzda hem zihnimizdeki hem etrafımızdaki çok imkânlı potansiyelleri indirger, onları belirli bir somut düzeye hapsederiz. O nedenle sözün çok ciddi bir yetenek olduğunu ve tasarruflu kullanılması gerektiğini düşünmek makul geliyor. Bir de kendime hakkıyla anlatabilsem!

Beynimiz, yaşadığımız herhangi bir olayla başka bir olayı ilişkilendirebilme kabiliyetine sahip ve biz de bu durumdan “iyi” ya da “ kötü” sonuçlar çıkararak hayatımıza yön veren bir standart oluşturabiliyoruz. Beynimizdeki mesajlaşma sisteminin nasıl çalıştığını en basit şekliyle nasıl izah edersin?

İyi ve kötü yargısı tamamen içsel ve özneldir; ayrıca genellikle objektif gerçeklikle pek de alâkası yoktur. Mesela kereviz seven sevmeyen insanlar toplumu kabaca ikiye böler; ama bu durumun objektif olarak kerevizle ilgisi yoktur. Kereviz bir bitkidir; onu iyi yahut kötü yapan şey her kişinin zihnindeki özel tecrübeler ve kodlardır. Zihnimiz, çok azını doğuştan getirdiğimiz, büyük kısmını ise yaşarken deneyimlerle yüklediğimiz bir işletim yazılımı gibidir aslında. Büyük oranda deneyimlerimizle şekillenir ve bir hayli “taraflıdır”. Bunu fark etmek bile, insanın zihnini genişletme çalışmalarına başlamasını sağlayacak başlı başına bir motivasyon kaynağıdır.

Son on bin yıldır beynimizin yüzde 5 kadar küçülmekte olduğu gerçeği elimizdeki en ilginç bulgu.
Son on bin yıldır beynimizin yüzde 5 kadar küçülmekte olduğu gerçeği elimizdeki en ilginç bulgu.

Bir milyon yılı aşan bir zaman önce ateşi bulan insan beyniyle, yapay zekâyı icat eden insan beyni arasında nasıl bir fark var, “gelişim” bu zamanla doğru orantılı mı, geç mi kaldık erken mi gidiyoruz, endişelenmeli miyiz, quo vadis?

Sanıldığını gibi çok büyük bir değişiklik yok aslında. Son on bin yıldır beynimizin yüzde 5 kadar küçülmekte olduğu gerçeği elimizdeki en ilginç bulgu. O zamana kadar insan beyni nesiller boyunca hep büyümüş ama 10 bin yıldan beri bu eğilim geriye dönmüş gözüküyor. Sebebi ise çok anlaşılır aslında: 12 bin yıl kadar önce tarımı ve yerleşik hayatı keşfeden atalarımız sayesinde binlerce yıldır “hayatta kalma” derdi çekmeyen bir canlı türüne dönüştük. Artık açlıktan ölüm bile neredeyse kalmadı. Tabiatta yaşayan avcı-toplayıcı insan ise muhtemelen böyle değildi ve hayatta kalmak için çok daha karmaşık bilişsel yeteneklere ihtiyacı vardı. Bu nedenle temel yapı ve ayarlarımız çok değişmese bile, özellikle rahatımız ve konforumuz arttıkça, imkânsızı başarmak için tasarlanmış bu beyin ve beden artık biraz daha az kullanılır olacak. Günümüzdeki yaygın yapay zekâ korkusu da bu garipliğin yeni işaretlerinden birisi.

İnternette çeşitli platformlardaki “ilginç testleri” çözdüğümüzde ya da herhangi bir haberin altındaki “beğen” tuşunu tıkladığımızda ilgi alanlarımız, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, politik görüşlerimiz vs. ile ilgili bir algoritma elde eden ve bu algoritmayı kapitalizmin hizmetine sunan güruh, beynimizin hangi kısmına hitap ederek bizi gafil avlıyor?

Kullanılan paradigmalar elbette çok çeşitli; ama hemen hepsinin ortak hitap ettiği yer, hayvanlarla hemen aynen paylaştığımız duygusal ve dürtüsel beyin bölümlerimiz. Haz almaya programlı, yaşlanmak istemeyen, hep daha fazlasını arzulayan, korku dolu, sürekli rahat ve güvenlik arayan bir sistemdir bu. Dolayısıyla bu sistemi suiistimal etmeniz çok kolaydır. Maraz meraklara, korkulara ve yaygın arzulara hitap edebilen her şey hızla makes bulur, taraftar toplar veya satılır. 1920’lerden beri özellikle Batı medyasının maharetle kullandığı bu tip stratejiler, bugün artık temel siber-işletim sistemimize dönüşmüş durumda. Çaresi, şalteri kapatmak, kendi Hira’mıza çekilmek, arada bir de olsa kendimizle baş başa kalabilme alışkanlığını edinebilmek diye düşünüyorum. Yoksa bu devirde devamlı dışa açık insanların kendilerini bu salgından koruyabilmeleri neredeyse imkânsızdır.

“Konfor alanı”nı, şikâyet ettiğimiz ancak sırf bizi öldürmediği için içinde kalmayı tercih ettiğimiz alan olarak tanımlıyorsun. Ve mutlu olmanın şartlarından birinin de bu alanı terk etmek olduğunu söylüyorsun, bir nevi rutini kırmak olarak anlıyorum bunu. 8-5 mesai yapan, çileli trafik macerasından sonra evine kendisini zor atan adamın, deli gibi LGS KPSS vs. çalışan gencin, çocuğunu mektebe gönderdikten sonra temizlik, yemek, ütü maratonunu salimen bitirmeye çalışan ev kadınının da “konfor alanından” çıkma, yani çürüyüp gitmekten kurtulma ihtimali ve şansı var mı?

Söylemlerimin bazen biraz provakatif ve sinir bozucu olabildiğinin farkındayım. Hayatın her günü ve her anı aynı değildir. Mesela bugün, sürekli söylediğim ve vazettiğim bazı şeyleri yapmanın benim için dahi imkânsız olduğu bir gün olabilir.

Ama biz şimdilik yapamıyoruz diye prensipler ve ihtiyaçlar değişmediği gibi, insan da ilanihaye taş gibi durduğu yerde durmaz. Zaman da insan da değişir. O dönüşüm ve değişim fırsatı geldiğinde, sınırları zorlama daveti elimize ulaştığında ise “ne yapmamız gerektiğine dair” düşünsel de olsa bir hazırlığımız yoksa o daveti göremeyiz bile. Herkes bir gün böyle bir davet alacak; bu gün olmazsa bile, belki yarın… Hazır olmak lazım…