Köse Hoca’nın halası

​Köse Hoca’nın halası
​Köse Hoca’nın halası

Ayşe Eme bazen kendi kendine konuşurdu. Onu evin içinde kendi kendine oda oda gezerken, bir somyanın önünde oturmuş, somyanın altındaki bir sepette duran çorapları açıp tekrar katlarken, eline geçirdiği yünleri sararken, bir yerlerden bulduğu çamaşırları, bezleri katlarken ve bu arada da kendisiyle konuşurken bulabilirdiniz.

Ayşe Eme ismiyle mâruf yaşlı kadın esasında kayınpederim Köse Hoca’nın halasıydı. Onu ilk, ben nişanlıyken, taa İzmir’den Amasya’ya nişanlı görmeye gittiğimde görmüş ve tanımıştım.

Bu yaşlı kadın aşağı yukarı hep aynı kıyafetle gezerdi. Çiçekli basma tek parça uzun eski bir elbise, üstünde elle örülmüş bir yelek, başında ağzını da kapatacak şekilde örtülmüş beyaz, eski bir tülbent, ayaklarında kalın bir veya iki çorap, bacaklarında da, paçaları çoraplarının içine sokulmuş farklı renklerde içlik. Haa gözünde de şişe dibi gibi bir gözlük. Gözlüğün burnunun üstünde düzgün durduğunu hiç hatırlamam. Karşıdan baktığın zaman sevimli ve komik bir görüntüsü olurdu. Gözlük bir yana kaymış tatlı bir ihtiyar… Hatırladığım kadarıyla gözlükler kulak arkasından bir don lastiği ile birbiriyle irtibatlıydı ki, durduk yere düşmesin diye…

Gözünde de şişe dibi gibi bir gözlük. Gözlüğün burnunun üstünde düzgün durduğunu hiç hatırlamam. Karşıdan baktığın zaman sevimli ve komik bir görüntüsü olurdu. Gözlük bir yana kaymış tatlı bir ihtiyar…


Ayşe Eme bazen kendi kendine konuşurdu. Onu evin içinde kendi kendine oda oda gezerken, bir somyanın önünde oturmuş, somyanın altındaki bir sepette duran çorapları açıp tekrar katlarken, eline geçirdiği yünleri sararken, bir yerlerden bulduğu çamaşırları, bezleri katlarken ve bu arada da kendisiyle konuşurken bulabilirdiniz.

Ayşe Eme güne sabah namazından önce başlardı. Kalkar abdestini alır, namazını kılardı. Namazdan sonra en az bir cüz Kur’an okurdu. Aslında okuması yazması olmayan bu kadın Kur’an’ı o kadar çok okumuştu ki, okuduğu cüzleri ezbere tekrar ederdi.

Arada kayınvalideyle de birbirlerine girerlerdi. Ev işlerini yetiştirme derdinde olan kayınvalide, sağda solda karşısına Ayşe Eme çıkınca, “Ne arıyorsun? Ortalığı karıştırma. İstediğin bir şey varsa söyle!” diye çıkışırdı. Ayşe Eme de konuştuklarının yarısı duyulur, yarısı duyulmaz şekilde masum ve biraz da kızgın bir şekilde bir şeyler yapmadığını ifade etmeye çalışır ama bir yandan da kendi bildiğini yapardı.

Ayşe Eme güne sabah namazından önce başlardı. Kalkar abdestini alır, namazını kılardı.
Ayşe Eme güne sabah namazından önce başlardı. Kalkar abdestini alır, namazını kılardı.

Kayınvalide ile Ayşe Eme arasındaki konuşma konularından biri de evde yapılacak yemek olurdu. Ayşe Eme’nin bazen “Gız Gonca, bugün bi kapuska yapsan ya?” dediğini hatırlarım. Kayınvalide de bazen “Eme bugün olmaz. Bugün fasulye yaptım” veya “Eme, iyi aklına geldi. Ben de bugün ne yapacağım diye düşünüyordum.” diye karşılık verirdi. Bazen de “Yapmayacağım” der ama yarım saat sonra hiç söylemeden mutfağa girer, Eme’nin istediği kapuskayı yapar, sonunda kapuskanın kokusu eve yayıldı mı, Ayşe Eme hızlı bir şekilde mutfağa gelir ve gözleri ışıl ışıl bir şekilde “Gız Gonca, ben de sana kızıyordum.

  • Ölmüşlerinin canına değsin ne güzel koktu gız!” derdi. Sofraya oturulmadan kayınvalide hemen bir tabak Ayşe Eme için hazırlar, o da, tadını çıkara çıkara, dua ede ede kapuskasını yerdi. Onu kapuska yerken gördüğünüzde sanırdınız ki kuzu kavurma yiyor.

Ayşe Eme’nin hayatta anlayamadığı şeylerden biri benim mesleğimdi. Karşıma geçer ve bana sorardı: “Sen şimdi suyun üstünde mi yatıyon?” diye sorar, ben “Evet Eme” deyince, sağ elinin başparmağıyla işaret parmağını birbirinin üstüne getirerek ağzına götürür ve “Hiiihh, cık cık cık!” der ve tekrar sorardı: “Sen suyun üstünde mi kalıyon?”, “Evet Eme.” derdim tebessüm ederek ve o yine aynı tepkiyi gösterirdi.

“Bu bindiğin kayık batmıyo he mi?” diye sorar, ben de “Batmaz Eme, merak etme Allah’ın izniyle batmaz.” derdim.

Evdeki muhabbet konularından biri de bizim müstakbel evlilik hayatımızdı. Ayşe Eme bana tavsiyede bulunurdu: “Eve iplik al, tuz al. Evi muhtaç bırakma! E mi?” diye bana evlilik tüyoları verirdi. Bu sözleri arada sırada tekrar ederdi.

Bu Ayşe Eme, seneler seneler önce Amasya’nın Gürcü köylerinden biri olan, Akdağ bölgesindeki Akyazı Köyü’nden Şükrü Bey ile evlenerek Amasya’yı, daha doğrusu Büyük Kızılca’yı terk edip gitmiş. Evlilik diyorsak, bugünkü gibi değil. Bir döşek, iki yorgan, iki kalaylı kap, bir torba bulgur… Hepsi bu. Ayşe Eme’nin hiç çocuğu olmamış. Sebebi biz bilmiyoruz. O zamanlar çocuk olmayınca doktora gitmeye de utanıyorlar. Neticede çocukları olmamış. Şükrü Enişte vefat edince uzunca bir müddet Akyazı’da yaşamış. Orada kaldığı son döneme ben de yetiştim. Küçücük, kerpiçten bir evi vardı. Köy çok havadardı. Hani, insan burada yaşlanmaz gibi bir his veren bir köydü. Bir gittiğimizde hatırlıyorum, evi biraz karıştırmış ve yıllar öncesinden kalan, hiç kullanılmamış deterjanlar, şehriyeler, sabunlar bulmuştuk.

Eme’nin hiç çocuğu olmamış. Sebebi biz bilmiyoruz.
Eme’nin hiç çocuğu olmamış. Sebebi biz bilmiyoruz.

Ayşe Eme’yi bazen, kayınpederlerin köydeki bahçesine de götürürdük. Hiç boş durmazdı. Ya bir ağacın dibindeki çalıyı çırpıyı toplar veya domatesin biberin dibindeki otları yolardı. Bazen de ağaçtan yere düşmüş bir yanı çürümüş şeftalinin sağlam tarafını yerken görürdünüz onu. “Eme, daldan sağlamını alıp yesene!” dediğimizde itiraz eder ve “İsraf oğlum, israf” derdi.

Bu güzel kadın dedikodu bilmezdi. Edeni de sevmezdi. Bizler dedikodu edersek engel olurdu. Lafa söze karışmazdı. Kendi halinde bir çileli insandı. Sık sık “Allah bana çocuk vermedi ya, cennette bana altından çocuk beşiği verecekler.” derdi.

Ayşe Eme’nin cenazesinde biz yoktuk. Bir gün kayınvalideyle telefonda konuşurken öğrendik Ayşe Eme’nin vefat ettiğini. Onunla birlikte bir dönem daha sona erdi. Allah rahmet eylesin. Bizde güzel hatıralar bıraktı.