Kültürel iktidar ve sığırlar ve danalar

​Kültürel iktidar ve sığırlar ve danalar
​Kültürel iktidar ve sığırlar ve danalar

Renkleri yok, etkileri yok, güçleri yok. Yorumlama kabiliyetleri bile yok. Yine de varlık vehmindeler. Radikal batılılaşmanın kopya türevlerinin sıkı ezberinden beslenenlerle, bu temelden bu kadar düz ve sığ onlara karşıtlık edenler arasında sıkışıp kalmanın hikâyesidir bizim hikâyemiz sevgili okuyucu. Daha açık söyleyeyim mi? Ak Parti ile varlık kazananlar ile Ak Parti karşıtlığı üzerinden varlık kazananlar arasında sıkışıp kalıyoruz ne yazık ki.

Şimdi tabi başlığa bakıp, İrfan Ağabeyimiz bu ay bize Zooolojiden bahsedecek diyenleriniz olacaktır. Olmasın. Ekolojik tarım ve hayvancılık kongrelerine katılmışlığımız yok değildir elbette ancak konumuz bu değil.

Niçin böyle kongrelere katıldığımı merak eden okurlara, akışı bozmak pahasına hassaten sarahatle belirtmek isterim: bunların ne tür bir canlı olduğunu başka türlü nasıl anlayacağız?

Fakat ‘bilimsel hayvancılık’ konusundaki bu bilgilerimi kullanarak yazımı ikna edici kılmaya çalışmayacağım. Bunu yapabilirdim, ‘ucuz sosyoloji’ kullanarak. Ama yapmayacağım. Yeni bir kavramın kıyısındasın sevgili okuyucu fark ettin mi? Ucuz Sosyoloji dedim. Ucuz sosyolojiyi, ‘asgari okuru ikna etmek için toplumsal örnek bulma çabası’ olarak adlandırıyorum bendeniz. Bunların yaptıkları o bile değil ama. Konuya girmek için kendilerini ikna turudur yaptıkları sadece.

Demek istenen şu: Düşmanlık etmek istiyorum ve bunu sadece ve sadece zan üzerine inşa edebiliyorum. Elimde hiçbir şey yok. Ama ‘ucuz sosyoloji’ kullanarak durumumu izhar etmeliyim.

Aslında ‘örnek’ bile değil ele almadan verdikleri şey. Tamam, ‘örnek aşırıdır’ kabul. Örnek, sınırları zorlamak üzeredir, eyvallah. Ama konuya giriş için değil, konuyu açıklamak içindir. Ve asla ‘konu’nun kendisinden daha büyük bir ‘önerme’ taşıyamaz örnek. Aralarında illiyet olmayan örnek – konu kullanımı, yarının dünyasını ele geçirecek yeteneksizlerin anlaşılmadığını sandıkları ahlaksızlık yönteminden başka bir şey değildir üstelik.

İlk önerme şu: İnsanlar mızmızlanıyor. Örnek şu: Bakınız taksiciler uber’den dolayı mızmızlanıyor. Konu şu: Kültürel iktidar diyenler, iktidardan pay almak için mızmızlananlardır. Nasıl ama? Mantık ağladı. Porphyrios ağladı. Ebheri de ağlıyordu… Demek istenen şu: Düşmanlık etmek istiyorum ve bunu sadece ve sadece zan üzerine inşa edebiliyorum. Elimde hiçbir şey yok. Ama ‘ucuz sosyoloji’ kullanarak durumumu izhar etmeliyim. Bunu da ‘ikna’ edici ve ‘mantıklı’ şeyler söylüyormuş gibi yapmalıyım. Ama aslı mugalata. Üzücü mü? Değil. Kin, kibir, haset: üç büyük tanrısı kötülerin.

Şimdi refikanım, İsmail Kılıçarslan, Aykut Ertuğrul ve Furkan Çalışkan, Frankfurt Kitap Fuarı’na gittiler geçen ay. (Siz sormadan söyleyeyim, Yusuf Genç’i çağırmamış Almanlar) Bir yığın görüşme yapıp, bir sürü kitap alıp, birçok gözlem yapıp geri geldiler. Cins’in çıkışından itibaren altını çizdiği ‘kültürel iktidar’ bahsiyle ilgili tekrar ve yeni/den (Yusuf Kaplan gibi slash yaptım) cümleler kurdular. Neye karşı? Batı baskısında oluşmuş içinde yaşadığımız modern dünyaya karşı. ‘Kültürel İktidar’ bahsinde altı ısrarla çizilen de bu çünkü.

Aynı şeye maruz kalanların, itiraz gerekçelerinin farklılığına takılıp kalmalarını biz bir türlü anlayamadık, onlara da bir türlü anlatamadık.
Aynı şeye maruz kalanların, itiraz gerekçelerinin farklılığına takılıp kalmalarını biz bir türlü anlayamadık, onlara da bir türlü anlatamadık.

Kültürün bir iktidar alanı olduğunu ve diğer tüm iktidar alanlarının yanında ve üstünde, çoklukla ve çoğunlukla parayla el değiştirilemeyen derin ve değiştirici bir iktidar alanı olduğunu söylemeye çabalıyoruz. Ve buranın bir savaş alanı olduğunu da fark etmemiz gerektiğini teklif ediyoruz. Cins’in de hikâyesi bizim de hikâyemiz bu. Ve bu iktidar alanının ve bu alandaki savaşın, zannedildiği gibi solcularla Müslümanlar arasında, liberallerle sağcılar arasında, Ak Parti ile CHP arasında olmadığını söylemeye çabaladık, çabalıyoruz. Daha açıkçası, küresel kültürel bir dayatmanın tam ortasındayız ve savunmaya çalıştığımız parantezin içinde, Ak Partililer de CHP’liler de solcu sığırlar da muhafazakâr danalar da var. Aynı şeye maruz kalanların, itiraz gerekçelerinin farklılığına takılıp kalmalarını biz bir türlü anlayamadık, onlara da bir türlü anlatamadık. Parantez ‘burada’ bulunan herkesi kapsıyor.

  • Yani biz ‘Kültürel İktidar’dan söz edince solcu sığırlar bahsimizi şöyle anladılar: sanki Türkiye’de kendi kıymetinden menkul bir sol kültürel iktidar varmış da biz o iktidarı, siyasal iktidarın gücü ile onlardan almaya çabalıyormuşuz.

Biz kültürel iktidardan söz edince muhafazakâr danalar şöyle anladılar: sanki Türkiye’de kendinden menkul bir muhafazakâr kültürel iktidar varmış da biz o ‘kültür iktidarı’ndan maddi menfaat temin etmek için çabalıyormuşuz.

Böyle değil. Vallahi böyle değil. Ne Türkiye’de kendinden menkul bir sol kültürel iktidar var ne de kendinden menkul sağ/muhafazakâr bir kültürel iktidar. Dolap dönüyor. Bu ikisinin de ortaklık konusu kopya kâğıtları olması. Chul-Han dayımıza selam olsun, bu kadar şeffaflık çağrısının varacağı yer burasıydı. Bir şeye yaklaşıyorlar, önüne ya da arkasına geçiyorlar ama görünen şey yaklaştıkları şeyden başkası değil. Renkleri yok, etkileri yok, güçleri yok. Yorumlama kabiliyetleri bile yok. Yine de varlık vehmindeler. Radikal batılılaşmanın kopya türevlerinin sıkı ezberinden beslenenlerle, bu temelden bu kadar düz ve sığ onlara karşıtlık edenler arasında sıkışıp kalmanın hikâyesidir bizim hikâyemiz sevgili okuyucu. Daha açık söyleyeyim mi? Ak Parti ile varlık kazananlarla Ak Parti karşıtlığı üzerinden varlık kazananların arasında sıkışıp kalıyoruz ne yazık ki.

Renkleri yok, etkileri yok, güçleri yok. Yorumlama kabiliyetleri bile yok. Yine de varlık vehmindeler.
Renkleri yok, etkileri yok, güçleri yok. Yorumlama kabiliyetleri bile yok. Yine de varlık vehmindeler.

Ha şunu da söyleyeyim, anlamadıklarından değil. Anladılar. Çok iyi anladılar hem de. Ama domuzuna yapıyorlar. Çünkü dikkatleri kültürel iktidar tartışmasına çekmek, kim var kim yok herkese ‘hani elinizde kıymetli ne var’ sorusunu da yöneltecek ilerde. Bunu biliyorlar. Kaçmak istedikleri, üzerini örtmek istedikleri soru bu. Çünkü bu soruyu ciddiyetle sorabildiğimiz gün, o yaldızlı pozları dökülecek.

Meltem Cumbul bir nedir?

Pekala bu bölümün adını ‘Meltem Cumbul Düşerken’ koyabilirdim, hem laf da sokmuş olurdum. Ama anlayacağını sanmıyorum, anahtar kelimeler: davul, zurna, saz.

Hem sonra düşmek bir irtifa kaybıdır. Bir yerden bir yere düşer insan. Sonra 1969 doğumlu ihtiyar bir kadına böylesine bir laf etmek yakışmaz bize. Şimdi öyle direkt yabana atmayalım. David Lynch reisle Kuantum Fiziği konuştuğunu açıklamıştı bir keresinde de hepimizi sevince boğmuştu. Bilgili kadın yani. Bak, kötü oyuncu falan demiyorum. Kötü tiyatrocu, kötü şarkıcı, kötü kadın falan da demiyorum. Çünkü bunlar değil bile. Ama yapamadığı halde ısrarla yaptırıldığı sunuculuk bahsini es geçemeyiz. Net berbat sunucu.

Belirgin tek vasfı da bu zaten. Bir kere diksiyonu bile düzgün değil. Türk aksanıyla İngilizce konuşuyor, İngiliz aksanıyla Türkçe. Töbe estağfirullah tuhaf bir şey.

‘Sanat camiası’ diye bir şey var malum. Bu dizi oyuncularının, şarkıcıların falan akşam gittikleri mekânların çıkışında gazeteciler tarafından baskın yaparcasına görüntülendiği yer yani. Hah, Meltem Cumbul işte o camianın, çok amaçlı insanı. Biraz baktım da hikâyesinin bütününe ulaşamadım, kim pazarlıyor bu kadını? Türkiye’ye dünya starı diye pazarlamak için önce Amerika’ya, İngiltere’ye falan götürüp geri getirdiler bunu. Şener Şen gibi bir ustanın filmine bile dâhil ettiler. Bir sürü programın sunuculuğunu verdiler ama olmadı, olmuyor. Bu açıdan başarısız müteşebbisler için bir ümit ışığıdır kendisi: Hiçbir yeteneğiniz yok mu? Üzülmeyin, yeterli pazarlama ve biraz ısrarla Türkiye’de meşhur olmanız mümkün. (Hollywood’a itelemeye çalıştılar bir ara bunu ama Hollywood tabi, yemedi adamlar.)

Şu magazin sektörünün belirleyici dayıları kimlerse buna yapılan yatırımın yarısını evdeki sandalyeye yapsaydılar, ondan bile bir şey olurdu.
Şu magazin sektörünün belirleyici dayıları kimlerse buna yapılan yatırımın yarısını evdeki sandalyeye yapsaydılar, ondan bile bir şey olurdu.

Gerçi bu, onu bile eline yüzüne bulaştırdı. Semih Kaplanoğlu’nun elini sıkmayarak ‘bütün mazlumlar adına’ tepki verdi aklı sıra. Bakın net söyleyeyim, Erdoğan’ın elini sıkmasa anlarız bir yere kadar. Politik duruş ıvır zıvır. Fakat Türk sineması diye bir şey varsa, onun en nadide örneklerinden birini ortaya koymuş başarılı bir yönetmen olan Semih Kaplanoğlu’na bu saygısızlık nedir? Üstelik parasıyla sunuculuk yapıyorsun. Madem çok politik, çok asil, çok duruşu olan bir şeysin görevi kabul etme lan.

Eski arkadaşları, temas edenler, birlikte çalışanlar, hasbel kader bir şekilde yolu kesişenlerin tamamının ortaklaşa söylediği o asıl cümleyi söyleyelim: kibir! Kadının ayırt edici vasfı bu. Rahatsız edici diğer tüm hasletleri bir kenara bir insan sadece ortalamanın biraz üzerinde İngilizce biliyor diye bu kadar kibri nasıl edinir lan? Ve hatırlayalım, neydi kibir: Hak etmediği yerde olanların ve bunu içten içe bilenlerin oldukları yeri ihtirasla koruma çabası.

Herkesin söylediğini biz de söyleyelim, Gönül Yarası filmi, Meltem Cumbul’a rağmen güzeldi. Neredeyse otuz yıldır bir şekilde gazetelere, haberlere konu olan ve artık fazlasıyla sıkıcı olan bu teyzemizin de bu otuz yılda dişe dokunur yaptığı tek şey, o filmde okuduğu ‘etek sarı’ idi. O da atmosferden bağımsız değildi doğrusu.

Hah, Meltem Cumbul işte o camianın, çok amaçlı insanı.
Hah, Meltem Cumbul işte o camianın, çok amaçlı insanı.

Dj’lik yaptı olmadı, şarkı söyledi olmadı, klip çekti olmadı, dizi yaptı olmadı, sunuculuk yaptı olmadı, film yaptı olmadı, en son artık olsun diye Şener Şen’in kadrosunda olduğu filme soktular yine olmadı. O kadar ki Altın Küre Ödülleri’nde sahneye çıkardılar uluslararası bir şebekenin harekete geçmesiyle, yapmacık, itici ve kompleksli tavrıyla leş gibi bir kısa konuşma yaptı yine de olmadı. Şu magazin sektörünün belirleyici dayıları kimlerse buna yapılan yatırımın yarısını evdeki sandalyeye yapsaydılar, ondan bile bir şey olurdu.

  • Şimdi bu Meltem Cumbul, bildiğin Pelin Batugiller taifesinden. Onun bir üst versiyonu. Öyleyken insan şunu sormadan edemiyor bu işleri ayarlayanlar kimse onlara: yahu hacı abiler, Meltem’e enerji harcamaktansa dönün Pelin için yaptığınız pazarlama parasını artırın.

Pelin’in hiç olmazsa fena değil bir güzelliği var. Bu teyze nedir Allah aşkına? Denediniz olmadı, çözün ipini, salıverin azıtın gitsin.

Peki, Türkan Saylan’ın konuyla ne ilgisi var? Doğrudan yok. O, nesne burada. Ölmeden biraz önce kitabını imzalayıp bu Meltem’e vermiş Türkan Saylan. Meltem ne yapmış peki? Kadın ölür ölmez kitabı sahafa satmış. İşte gerçek bir çağdaş ve ilerici Türk kadını!

Dalga geçiyoruz, laf sokuyoruz falan ama hakikaten artık sıkıcı hale geldi. Meltem Cumbul nedir Allah aşkına? Bakın kimdir bile demiyorum. Otuz küsur yıldır gazetelerdesin, sahnelerdesin, ekranlardasın ne yaptın bize? Ne kattın Türk sinemasına? Ne öğrettin bir çocuğa yahu? Diyelim ki zaten oyuncu değilsin, peki televizyonculuğumuza ne kattın yahu? Kocaman bir hiç. Sıfır.