Medine'deki yangın ve Türkiye

Allah’tan korkarak bağışlanmayı dileyerek verin ki Allah size merhamet etsin.
Allah’tan korkarak bağışlanmayı dileyerek verin ki Allah size merhamet etsin.

Hayata, insana, eşyaya, hesaba, birlikte yaşadığımız her anlayıştan vatandaşa, paraya, pazara veya piyasaya, üretim ve iktisada, aileye, şehre ve mahalleye, iman ve şirke dair bilgilerimiz, kabullerimiz nedir? Bu hususlardaki aşırılık ve yoldan çıkmalar resul ve nebilerin gönderiliş sebepleri değil miydi? Toplulukların helak olmalarında ticaret, adalet, haklara riayet, haddi aşma, sapkınlık, mal biriktirme, israf ve iktisat, ana-baba ve yakınları gözetme, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma gibi meselelerdeki tavır alışlarının dışında başka bir durum mu var?

Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab İbn Umeyr (radıyallahu anh) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu görünce, (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: “Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip, diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?” “O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: “Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.” (Tirmizî, Kıyamet 36, hadis no: 2478)

Türkiye, kendi tarihi bakımından Malazgirt Savaşı’na denk veya ondan daha mühim bir kavşakta kapışma günlerini yaşıyor. Hemen her hususta sabahtan akşamı kestirmek zorlaştı. Küresel ekonomik sistem bir harami misali yolumuzu kesip iç etti bizim sütün kaymağını. Tam da ala keçimiz çift doğurmuştu.

Ülkemizin en fazla ihtiyacı olduğu bir zamanda en fazla emek verebilecek nesil birbirini kırdı durdu. Kırdı derken öncelikle öldürdü, yaraladı, kendi bölgesinden sürdü demek istiyorum.


Şahit olduğum kırk elli yıl önceki zaman aralığında dönemin antiemperyalist slogan, marş, kavga, bildiri, okul, fabrika işgalleri, girilemez mahalleler ve kurtarılmış bölgeleri geliyor aklıma. Alelade günler değildi. Ülkemizin en fazla ihtiyacı olduğu bir zamanda en fazla emek verebilecek nesil birbirini kırdı durdu. Kırdı derken öncelikle öldürdü, yaraladı, kendi bölgesinden sürdü demek istiyorum. İdeolojik olarak bölünme yeteri kadar tahribat verememişti galiba ki inanç ve kavmiyetçilik üzerinden konumlanmalar, mevzilenmeler dâhil oldu hayatımıza. Bu işin en olumsuz manasıyla garip yanı şu ki; o geçmiş, hem partiler hem örgütler nezdinde, ülkemizin resmi ve gayriresmî siyasetinin bir referans noktası olmaya devam ediyor. Yeni bölünmeler, düşmanlıklar, ittifaklar, karşı koymalar, ya dillendirilerek ya da kişisel zihin simülasyonu vasıtasıyla, o günleri eşelemek suretiyle elde edilen bulgular üzerinden gerçekleşiyor. Oysa o günler; insanımızın herhangi bir meselesini, muarızı olan muhatabı nezdinde nezaket ve itidal ile anlatamadığı, dinlenilmediği; sadece alan açma ve muhafaza etme mücadelesinin verildiği günlerdi. İşin başka bir garip yanı; bütün antici, İslamcı ve millici yanımıza rağmen, hâlimizi mazi ve istikbal sarkacı içinde tahlil, tespit ve istikamet bakımından anlamamıza yarayan bir külliyatın o çevrelerin hiçbirinden sadır olmaması. İşte bu, boşa kürek çekmenin zirvesiymiş meğer.

Yerelden küresele paraşütle atladık.
Yerelden küresele paraşütle atladık.

Emperyalizme karşı, zihin ve bedenle karşı koymak için her bir kesimden meydana çıkanlar, kapitalist piyasa ve onun siyasi, içtimai, iktisadi önermeleri karşısında, bu memlekette karşılığı olan elle tutulur bir tenkit ortaya koyamadılar. Bir fikri olanlar ise onu “bünyeleştirecek” topluluk ile buluşamadı veya biz onları hiç tanımadık. Zamanı geldiğinde yönetime geçen askerî idarenin karşı konulması mümkün olmayan ikna ediciliği ve yol açıcılığında, yerelden küresele paraşütle atladık.

  • Oysa askerî yönetimin ilk yıllarında, üzerinde döviz veya yabancı sigara ile yakalananlar nezarete atılıyordu. Hangi aralıkta o süreci geçip, bankalarda döviz hesapları açılmaya başlandı hatırlamıyorum bile. Hazırlıksız yakalandık…

Sebebi hakkında kimin, hangi söylediğinin daha isabetli olduğuna bakmaksızın, son oynak döviz kuru meselesinin, bizi birdenbire ekonomi alanında yüksek lisans bilgi seviyesine taşıdığını söyleyebilirim. Kamu mali sistemimizin güçlü olduğunu, bankaların yılsonu kâr rakamlarının memnun edici seviyelerde dolaştığını söyleyenler var. Asıl sıkıntı devlet garantili şirket borçlarıymış. Bu yazı yayınlandığında, dövizdeki yükselişin iç piyasadaki fiyatları epeyce yukarı çektiğini de görmüş olacakmışız galiba. Bu, ithal girdi maliyetlerinin ve petrole ödenen paranın ikiye katlanmasının tabii sonucu imiş. Bu işin en iyi tarafı, cari açığın zorunlu olarak azalacağı, hatta tamamen kapanabileceğiymiş.

Benim çakma ekonomik bilgi ve tahlillerim buraya kadar. “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” demiş atalar, nur içinde yatalar. Ülkemiz bu sürecin evveliyatında daha iyi yönetilebilir miydi, bilemem. Mümkündür. Ama bu durumu sürpriz veya engellenebilir bir durum olarak değerlendirenleri görünce şaşırıyorum. Ekonomik ve siyasal göstergeler üzerinden değil. Türkiye’nin iddiaları ve dünya hayatının işleyişi sebebiyle, oynak döviz kuru veya başkaca işler üzerinden yaşananların -bugün olmazsa bir gün mutlaka- kaçınılmazlığını kestiremeyenler, hazır indirim günleri başlamışken kendilerine TOKİ’den bir ev alıp otursunlar.

Allah’ın (Azze ve Celle) rızkı artırıp, daralttığını ne zaman unuttuk da sürdürülebilir refah toplumu olma gayretine kopmaz bir bağ ile tutunmaya başladık?
...bu yol oraya çıkmıyor maalesef.
...bu yol oraya çıkmıyor maalesef.

Ne bekliyorduk; kıyamete kadar büyüyüp gelişen bir ekonomi, günbegün artan istihdam ve ihracat, vurduğumuz her yerden ses getirecek bir kudret mi? Belki bunlar da mümkündür ama bu yol oraya çıkmıyor maalesef.

Hayata, insana, eşyaya, hesaba, birlikte yaşadığımız her anlayıştan vatandaşa, paraya, pazara veya piyasaya, üretim ve iktisada, aileye, şehre ve mahalleye, iman ve şirke dair bilgilerimiz, kabullerimiz nedir? Bu hususlardaki aşırılık ve yoldan çıkmalar resul ve nebilerin gönderiliş sebepleri değil miydi? Toplulukların helak olmalarında ticaret, adalet, haklara riayet, haddi aşma, sapkınlık, mal biriktirme, israf ve iktisat, ana-baba ve yakınları gözetme, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma gibi meselelerdeki tavır alışlarının dışında başka bir durum mu var?

  • Ne bekliyorduk? İkinci, üçüncü evin kira geliriyle hiç çalışmadan geçinmeyi mi? Kiracımız da aynı şeyi istediğinde ve bunu gerçekleştirdiğinde, evi kiralayacak birilerini bulamayacak olmanın hesabını yapmak bu kadar mı zordu?

Toprak sahipsiz, zanaat usta ve çıraksız, cemiyet töresiz, aile reissiz; münasebetler edep ve nezaketsiz, iştah ve arzular arsız, alâkalar samimiyetsiz, dostluklar kifayetsiz, kazançlar bereketsiz, mektepler ilgisiz…

Nereye kadar gidecektik daha?

Diyar-ı Rum’un Türkler eliyle Müslümanlara vatan kılınması, Roma valilerinin şehrin boş arazilerini bize imar izni ile açması sebebiyle gerçekleşmedi. Gözü peklik ve cesaret yanında adamlık, töre, nizam, toprağı imar ve hayvancılık bilgisi, esnaf teşkilatı, savaşma kabiliyeti, fütüvvet, yoksulu ve garibanı gözetme, hak ve haram yememe gibi hususların sonucunda nasip edildi.

Hz. Peygamberin davetinin, sadece mümin değil bütün insanlığın idrakine ilk sunduğu şey, dünyada adam gibi yaşama bilgisi; nebevi sünneti, Medine’de bütün tarafların razı olduğu hukukla birlikte şehrin tesisi, imkân sahiplerinin ihtiyaç içinde olanlarla kardeşliği, cami ve pazar yeri inşası değil miydi?

Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını “İslam tarihinden gazavatlar” başlığı altında okumanın bizi taşıyacağı bir yer yok.

Resulullah’ın hayatının şahit olunan ve rivayet edilen her ânı, Allah’ın (Azze ve Celle) vahyinden muradının ne olduğunun beyanıdır. Bizim kendimizden başlayarak ev, akraba, mahalle, ticaret, şehir ve illiyet bağı ile sahiplendiğimiz kardeşlerimizle birlikte yaşayacağımız hayat; başıboş olmaktan hallice, ama keyfimize göre tasarlayıp kafamıza göre yaşayabileceğimiz bir şey değil. Müslüman olmak Allah’a (Azze ve Celle) verilen misaka bağlı kalmakla mümkündür. Başka insanlarla temasa geçtiğimiz her alanda da bu misakın gereği yerine getirilmelidir. İslam ve iman kapsamındaki her şey, çağırıldığımızda icabet etmek zorunda olduğumuz ve bize hayat veren şeylere dâhildir. Bunun zıddı, çağrıldığımız hâlde icabet etmemenin bizi zillete düşüreceğidir.

Oynak döviz kuru hayatımızın gevşeyen çivilerini gözden geçirmek, kontrol etmek için bir ihtar ve fırsat aslında.
Oynak döviz kuru hayatımızın gevşeyen çivilerini gözden geçirmek, kontrol etmek için bir ihtar ve fırsat aslında.

Oynak döviz kuru hayatımızın gevşeyen çivilerini gözden geçirmek, kontrol etmek için bir ihtar ve fırsat aslında. Allah’ın (Azze ve Celle) rızkı artırıp, daralttığını ne zaman unuttuk da sürdürülebilir refah toplumu olma gayretine kopmaz bir bağ ile tutunmaya başladık? Dünya hayatının gelip geçiciliğinin ve burada maruz kalacağımız zikredilen meşakkatin, ancak ekonomik hayatın dışında bir yerlerde gerçekleşebilecek mitolojik bir imge olduğunu mu düşünüyorduk? Mallardan, mahsullerden yana noksanlaştırma ile imtihan edilmenin neresini anlamamıştık? O gün bugün değilse, ne zamandır. Ve soruların neredeyse cevaplarıyla birlikte verildiği bu imtihandan çakmayı mı tercih edeceğiz?

Tuzu kuru ve hükümetle münasebeti aliyyü’l-a’lâ olan biri değilim ve bu yazı da bir hedef saptırma değil. Memleketin idaresi ile ilgili söylenmesi veya yönetenlerin bilmeleri gereken hususları idare edenlere ulaştıracak mesuliyete, yakınlığa ve usule sahip insanların boyunlarındaki bir vebal o. Herkes, sahip olduğunu nasıl kullandığının hesabını verecek. Hayır veya şer, hepsinden bir payımız var ve gelmesi pek muhtemel olan, yakıcı geçim darlığı meselesinin hâlledilmesinde, ortaya konulacak gayret bizi istikamet üzere olmaya sevk edebilir. Elbette kamu yönetiminin de kendi üzerine düşen sorumluluğun farkında olması beklenir. Kimse duymasa da yerin kulağı vardır kabulünden hareketle, bir teklifte bulunabilirim ama. Benim aklımın yettiği kadarıyla, kamuda alınması gereken tasarruf tedbirlerinin başında, yüksek bürokrat sayılan kamu görevlilerinin başka kamu veya ortaklığı olan kuruluşlardaki yönetim kurulu üyeliği üzerinden aldıkları paranın, en fazla bir asgari ücret ile sınırlandırılması geliyor. Daha az da olabilir. Bu aralar bazılarının çokça para kazanması, maliyet açısından milletimizde can sıkıntısına sebebiyet verebilir.

  • İbnü’l Esir tarihinde, 640 senesi hadiseleri başlığında Medine yakınlarındaki bir yangından bahsedilir. Yangın söndürülememiş ve mesele Hz Ömer’e (radıyallahu anh) intikal ettirilmiştir. “O ateş sizin cimriliğinizdendir. Suyu bırakın da yoksullara yardımda bulunun. Cimrilikten tövbe edip cömertlikte bulunun.” der.

Halk “Ya Ömer, biz cömert kişileriz. Kapımız herkese açıktır.” derler. Hz. Ömer (radıyallahu anh)“Siz verdiğinizi Allah için vermiyorsunuz. Gayeniz göşteriş yapmaktır. Adet yerini bulsun diye yardım ediyorsunuz. Allah’tan korkarak bağışlanmayı dileyerek verin ki Allah size merhamet etsin” der. Temsildir, gerçektir bilemem ama, ne alâka diyenlere bir çift sözüm var. Bu ümmetin evvelindekiler ne ile izzet buldu ise biz de ancak onunla izzet bulabiliriz. Allah (Azze ve Celle) ve Resulünün bizi “hayat veren şey”e daveti ve ona uymayı emretmesi, İslam ve imanın cüzlerinin tamamını kapsar. Ondan eksilttiğimiz kadar eksik kalacağımızı idrak etmemiz gerekir. Ciddi sonuçları olan her ekonomik krizde yolumuzu karıştıracaksak, vay hâlimize!

“Kim bir mümin kardeşinin dünyaya ait bir sıkıntısını giderirse, Cenab-ı Allah da onun ahirete ait bir sıkıntısını giderir. -Unutulmasın ki kul, kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımındadır.” (Taberânî, Buhari, Ebû Davud, Tirmizî)