Mehmet Şeker ile Şehit Mustafa Cambaz’a dair konuştuk

Ondaki vatan sevgisi, emin olun dağlar kadar yüceydi.
Ondaki vatan sevgisi, emin olun dağlar kadar yüceydi.

Ondaki vatan sevgisi, emin olun dağlar kadar yüceydi. Yunan ordusunda askerlik yapmamak için kaybetmişti pasaportunu. Orası vatandaşlıktan attı, ancak burası da tutamadı. O gece sokağa çıkan herkes gibi vatanını savunmak için sokağa çıktı. Yanından 24 saat ayırmadığı fotoğraf makinelerini bile almadan koşmuş. Derdi fotoğraf çekmek değildi o meşum gece. O hayâsızca akını göğsünü siper ederek durdurmak istiyordu.

Yeni Şafak gazetesi yazarı Mehmet Şeker, 15 Temmuz darbe girişiminde şehit olan yakın dostu foto muhabiri ve kayıt fotoğrafçısı Mustafa Cambaz’a dair sorduklarımızı Cins okuru için cevapladı. Mehmet Şeker, yakın dostunun nasıl bir yaşam sürdüğünü, Türkiye sevgisini, hayallerini ve Mustafa Cambaz’la çıktıkları yolculuklara dair anılarını anlattı.

Mustafa Cambaz’ı artık herkes tanıyor. Ama biz bir de sizden sizin dostunuzu dinlesek... Sizin Mustafa’nızı…

Herkes tanıyor diyemeyiz. Tanımayan var, bilmeyen var. Hiç duymayan olduğu gibi, tanıyıp da anlamayanlar bile var. Biz Mustafa’yla kardeştik. Kandan değil fakat candandı kardeşliğimiz. Doğru, dürüst, çalışkan ve son derece samimi biriydi. Kimseyi üzmez, hiç kimse aleyhinde konuşmazdı. Bir mesele varsa, konuşarak halletmeye çalışırdı. Heyecanla anlatırdı kafasındakini. El kol hareketleriyle yetinmezdi, coşkuyla konuşurdu. O sırada tanımayan biri uzaktan görse, ortada çok ciddi bir mesele olduğunu anlardı. Onun konuştuğu meseleler her zaman ciddi konulardı. Sıradan bir şeyi bile heyecanlı hâle getirirdi.

Biz Mustafa’yla kardeştik. Kandan değil fakat candandı kardeşliğimiz.
Biz Mustafa’yla kardeştik. Kandan değil fakat candandı kardeşliğimiz.

Mustafa Cambaz’ın bir Ulu Camiler kitabı var bu kitaptaki fotoğrafları çekmek için çıktığı kimi yolculuklarda ona yoldaşlık da etmişsiniz. O yolculuklara dair belirgin anılarınız vardır. Onlardan en çok hatırladığınız bir ya da bir kaçını alabilirsek.

Hatıra o kadar çok ki. Yüzlerce yolculuk yaptık. Ailecek, arkadaşlarla, bazen de ikimiz. Uzak yakın demeden fırsat buldukça yola düşerdik. Son derece keyifliydi onunla yolculuk. Mesafeleri anlamazdık. Yol kenarında bir çeşme başı gördüğümüzde dururduk. Yanında kahve takımı taşırdı. Minik bir ocak, cezve, fincan. Hemen çıkarır, kahve yapardı. Gümülcine’den gelen “Nihat’ın kahvesi” vazgeçilmeziydi. Bizi görenler hayretle bakardı. Çünkü dağ başında rastladığımız çeşme yanında insanlar genellikle başka şeyler içer, şişelerini etrafa saçar ve öylece bırakıp gider, bilirsiniz. Öyle yapmayan da en fazla çay demler; fakat elde cezve, minicik bir ocak, fincan görenler şaşırırdı. Gelip az ötede duranlara da kahve ikram ettiğimiz az değildir. Pek makbule geçiyor öyle ikramlar. Ayrılırken bir de çevre temizliği yapardık.

Gümülcine’ye gidemediği için yaşlı anne ve babası vefat ederse diye hep endişe duyardı.

Bir gün Sarıkamış’a yaklaşırken mola verdik. Yol genişletme çalışması yapılıyordu. Bir görevli geldi, orman tarafında ayı olabileceğini söyledi ve uzaklaştı. Biz de ona kahve ikram ettik. Alpaslan kahveyi götürünce, bekçi ne desin? “Benim sigaram da bitmişti.” Mustafa yarım paketi çıkardı “al bunu da götür” dedi. “Yalnız sigaranın zararlı olduğunu da söylemeyi unutma.” Gümülcine’ye gidemediği için yaşlı anne ve babası vefat ederse diye hep endişe duyardı. Onlarla sık sık Keşan’da buluşurduk. Onlar Gümülcine’den yola çıkardı, biz İstanbul’dan. En son kalabalık hâlde geldiklerinde, annesi, babası ve Ali Ağabey ve diğer akrabalarıyla hasret giderirken, fotoğraflarını çekmiştim. Meğer toplu hâlde son görüşmeymiş o. Bir defa Gelibolu’da buluşmuştuk. Menetler’den bir otobüsle gelmişlerdi. Bütün gün akşama kadar şehitliklerde dolaştık. Meğer o da aralarına karışmak için gün saymaktaymış.

Elinde avucunda ne varsa paylaşmayı severdi. Yürekliydi ve merhametliydi.
Elinde avucunda ne varsa paylaşmayı severdi. Yürekliydi ve merhametliydi.

Bir ofis toplantımızda İsmail Kılıçarslan “Çevrende şehit olmaya layık kimi tanıyorsun, kim o mertebeye layık, diye sorsalardı bu soruya Mustafa Cambaz cevabını verirdim.” demişti… Hâlindeki başkalık herkesçe sezilirmiş. Örneğin Ebu Hureyre misali kedi sevdalısıymış, gelirinin önemli kısmını neredeyse kedilere harcarmış. Bunun üzerine konuşulacak çok şey var, ama infak üzerine, paylaşmak üzerine merhamet üzerine ne düşer bundan bizim payımıza, siz neler söylemek istersiniz?

İsmail doğru söylemiş. Bizim gazetede, televizyonda kime sorsanız aynı cevabı verir. Mustafa şehadeti hepimizden fazla hak eden biriydi ve zaten aramızda bir tek o şehit oldu. Paylaşmayı, ikram etmeyi, hayvanları çok severdi. Çünkü onlar yalan söylemez. Riyakârlık bilmez. İnsanı sömürmez, aldatmaz. Yalnız kediler değil, köpekleri, atları, kısaca bütün hayvanları severdi. Daha önce geçtiğimiz yolda tekrar durduğumuzda bizi tanıyan köpekler bilirim. Onun kedileri evlat gibiydi. Uzaktan koşarak gelir, ayaklarına sürünürlerdi. Elinde avucunda ne varsa paylaşmayı severdi. Yürekliydi ve merhametliydi.

15 Temmuz sonrasında ve onu kaybettikten sonra sizin bir dost olarak yaşantınızda neler değişti? Bir dostu kaybetmenin ağırlığı üzerine neler söylenebilir…

Aslında hiçbir şey söylememek daha iyi ama biz duramıyoruz, anlatıyoruz. Çok anlattık. Yine de az. Yol arkadaşlarım Fahri Tuna, Mukadder Gemici, Güray Süngü ile Mustafa’yı çok konuştuk. Hep anlattım. Bak şurada mola verirdik. Hadi şimdi de duralım. Hiç unutmam “bir gün” deyip başladığım hatıralarla bazen onların kafalarını şişirdiğimi düşündüm. En büyük acıyı eşi Semra Hanım, oğlu Alpaslan ve annesiyle babası, ablasıyla ağabeyi ve diğer akrabaları yaşadı şüphesiz. Sonra biz yakın arkadaşları, dostları. 15 Temmuz, Mustafa’mızı bizden ayırdı. Güzel yere gittiğine inanıyoruz. Tesellimiz odur. Benim için de hayatın anlamı değişti. Hayata bakışım değişti. O gece telefonla konuşmuştuk.

“İnsanların üstüne kurşun sıkıyorlar abi” diye Çengelköy’den haber vermişti. Biz de Vatan’daydık. “Aman Mustafa dedim, ne olur dikkatli ol.” Fakat o her zamanki ateşli hâliyle davranmıştır. Öne atılıp bağırmıştır. “Kime kurşun sıkıyorsunuz ulan!” demiştir. “Siz bu milletin askeri değil misiniz!” diye haykırmıştır. Muhakkak öyle yapmıştır. “Siz kimin askerisiniz, siz kimin evladısınız!” diye en önde kollarını açarak bağırmıştır. O yüzdendir muhakkak göğsüne nişan alınarak sıkılan iki kurşun. Konuşmamız bittikten bir iki dakika sonra vurulmuş. Acı haber ne tez ulaşırmış, o gece gördüm. Hemen yola çıktım ama köprü üstünde çakılı kaldık. Karşıya geçmek için saatler boyunca bekledik. O gece köprü üstündeki asfalt kırmızıydı.

Önce Mekke, ve Medine. Sonra Kudüs. Oradan Saraybosna. En son Gümülcine. Eli kolu dolu gidecekti. Beraber gitmenin belki yüz defa planını yaptık, rota çizdik, kalınacak yerleri bile tasarlamıştık.

Birçok projesi yarım kaldı

Oğlunun anlattığı kadarıyla; Mustafa Cambaz, şehadetinden önce yazdıklarında, yolun yarısında olduğunu daha yapacak çok işi olduğunu yazmış; tabii aslında o yapacaklarını öyle güzel tamam edip de sırlandı ki… Peki, onun tamamlamak istediği şeyler nelerdi, kafasında başka yolculuk fikirleri mi vardı, neler vardı, dostu olarak sizinle de paylaşmıştır belki.

Ulu Camiler kitabı bir başlangıçtı. Arkasından birkaç kitap daha gelecekti.
Ulu Camiler kitabı bir başlangıçtı. Arkasından birkaç kitap daha gelecekti.

Ulu Camiler kitabı bir başlangıçtı. Arkasından birkaç kitap daha gelecekti. Osmanlı Çeşmeleri kitabı bitme aşamasına gelmişti. Bir iki düzeltme ile hazır olacaktı. Sonra Köprüler kitabı vardı. Her biri çok önemliydi. “Türk Evi” gibi projeler yarım hâldeydi. İstanbul’daki çeşmelerin sayısıyla ilgili Semavi Eyice hocayla tatlı bir tartışmaları olmuştu. Neticede “Hocam ben bu kitabı hazırlayacağım, önsözünü de siz yazın.” demiş ve anlaşmışlardı. Nasip olmadı. Pasaportunu aldığında ilk önce köyüne gider diye düşünürdük. Hep köyünü anlatırdı çünkü. Traktörünü, tarlaları sürmesini, sulayışını, yamaçları, düzlükleri… Kurban Tepe’de yedi senede bir kesilen yedi kurbanı, dağıtılan pilavı… Ancak o kafasındaki planı şöyle anlattı.

Çınaraltı’nda otururken, konu her zamanki gibi vatan… Mustafa yumruğunu masaya vurup ayağa kalkıyor ve “Ben şehit olmak istiyorum arkadaş” diye bağırıyor. “Otur Cambaz diyorlar, senin için savaş mı çıkaralım?” Sonrasını biliyoruz.

Önce Mekke, oradan Medine. Efendimiz’in ayak bastığı yerlere yüz sürmek istiyordu. Sonra Kudüs. Oradan Saraybosna. En son Gümülcine. Eli kolu dolu gidecekti. Beraber gitmenin belki yüz defa planını yaptık, rota çizdik, kalınacak yerleri bile tasarlamıştık. Hayat, plan program tanımıyor. Kestirmeden götürüyor bazen. Kimliği olmadığı için pasaportu yoktu. Dolayısıyla yurt dışına çıkamıyordu. Memleketi Gümülcine’ye gidemiyordu. Köyü Menetler’i çok özlemişti. Kimlik meselesini hâlletmesi için sürekli baskı yapıyorduk. Bazen bürokratik engeller, bazen kendi ihmali yüzünden hep sonraya kalıyordu. Otuz yıl kimliksiz yaşadı. O yüzden yurt içinde dolaştık hep. Gitmediğimiz birkaç şehir kaldı.

Derdi fotoğraf çekmek değildi o meşum gece. O hayasızca akını göğsünü siper ederek durdurmak istiyordu.
Derdi fotoğraf çekmek değildi o meşum gece. O hayasızca akını göğsünü siper ederek durdurmak istiyordu.

Memleketinin en zor günlerinden birinde, kimliğini hiç taşıyamadığı ülkesi için şehadete ermiş birisi Mustafa Cambaz. Burada doğmadı, ama burada doğanlardan daha buralıydı. Onda yaşayan, canlı olan millet ve vatan duygusu nasıl bir şeydi ki, senelerce “haymatlos” olarak yaşadığı ülke için hiç düşünmeden o gece sokağa çıkabildi?

O gece, onun sokağa çıkmayacağını düşünmek mümkün değil. Olan biteni ekrandan izleyecek tıynete sahip biri değildi. Kravat takıp koltukta oturacak, darbe sonrasında verilecek görevi bekleyecek şerefsizlerden olamazdı. Ondaki vatan sevgisi, emin olun dağlar kadar yüceydi.

  • Yunan ordusunda askerlik yapmamak için kaybetmişti pasaportunu. Orası vatandaşlıktan attı, ancak burası da tutamadı. O gece sokağa çıkan herkes gibi vatanını savunmak için sokağa çıktı. Yanından 24 saat ayırmadığı fotoğraf makinelerini bile almadan koşmuş.

Derdi fotoğraf çekmek değildi o meşum gece. O hayasızca akını göğsünü siper ederek durdurmak istiyordu. Bizi yok etmek isteyenlere dersini vermekti maksadı. Bu toprağa, bu bayrağa, bu ezana sahip çıkmaktan başka bir niyet taşımıyordu. Yoksa bir vatandan söz edilemeyeceğini biliyordu. Göğsünü siper etti, iki kurşunla yıkıldı, kanını bu toprağa döktü ve vatana sahip çıktı. Bütün şehitlerimiz gibi, bütün gazilerimiz gibi yiğitçe davrandı. Hep birlikte bize bir vatan hediye ettiler. Esasen o gece sokağa çıkan herkes gazi oldu fikrimce.

Kazanılmış bir şehadet bu

Plansız yaşayan, heyecan ve coşku dolu bir insan olduğu söyleniyor hep. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” hadis-i şerifi üzerine bir hayat yaşamış inşallah ve öyle bir ölümle de ayrıldı aramızdan. Sanki yaşadıklarıyla o, bu ölüme talip olmuş gibi geliyor bana, anlatılanlar da hep yönde. Düzgün, dürüst bir hayat yaşayarak kazanılmış bir ölüm bu. Burada da bir ders vererek gidiyor tabii bizlere. Onunla geçirdiğiniz zamanlarda, onunla paylaştıklarınızda şehadetine dair izler fark etmiş miydiniz, yani bu “kazanılmış şehadete” dair izler var mıydı?

Muhakkak öyle. Kazanılmış bir şehadet bu. Hiçbir emek boşa gitmiyor, hiçbir niyet heba olmuyor. Yüce Rabb’imiz karşılığını veriyor. İsteneni ikram ediyor. Mustafa da sık sık şehit olmak istediğini söylerdi. En son darbe teşebbüsünden bir gün önce akşamüzeri Hikmet Gök, İsmet Morgül, Âdil Tek ve Kâmil Ege ile Çengelköy Çınaraltı’nda otururken, konu her zamanki gibi vatan… Mustafa yumruğunu masaya vurup ayağa kalkıyor ve “Ben şehit olmak istiyorum arkadaş” diye bağırıyor. “Otur Cambaz diyorlar, senin için savaş mı çıkaralım?” Sonrasını biliyoruz.

Meğer savaş çok önceden planlanmış, bazıları “Şimdi profesör olmaktansa albay olmak vardı.” diye hayıflanmaktaymış, bazıları “Çok az kaldı bekleyin, birkaç gün içinde neler neler olacak.” demekteymişler. Meğer savaş çoktan başlamış imiş. Günü bile belliymiş de saati tutturamamışlar çok şükür.