Mesihçi laiklik yahut "sarı saçlım mavi gözlüm, nerdesin?"

Bu bir problem. Kişisel bir problem de değil. Hem onların hem bizim problemimiz.
Bu bir problem. Kişisel bir problem de değil. Hem onların hem bizim problemimiz.

Bu devlet sayısız insanı hapse attı, işsiz bıraktı, ailelerini parçaladı, bedenlerini ve onurlarını kırdı, hayatlarını yaşanmaz hale getirdi. Buna rağmen insanlar bir şeylere tutunmaya gayret ettiler. İnançlarını korudular, mücadelelerini bazen saçma bazen makul, yer yer hiçbir işe yaramayan, yer yer harikulade sonuçlar veren işlere yönelttiler. Dönenler oldu. Boyun eğenler, düşmana dönüşenler de.

24 Haziran seçimleri yapıldı, oylar sayıldı ve Tayyip Erdoğan bir kere daha zaferini ilan etti. Ben yazının başına oturduğumda Erdoğan da mutat Balkon Konuşması’nı yapmak üzere Ankara’ya hareket etmişti.

Medyada, sosyal medyada, aile arasında herkes bir şeyler söylüyor; keyif veya üzüntü dolu, yer yer öfke dolu tepkiler veriyor insanlar. Bunlar seçim klasiği. Klasik olmayan, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin “Erdoğan’ın kazandığını kabul ediyorum,” demesi. Seçim sonuçlarının geçerli olması için kaybeden adayların yenilgiyi kabul etmeleri gerekmiyor; böyle bir yasal statü yok. Bu daha çok psikolojik bir durum. Profesyonel yardım alınarak çözülebilir. Yas tedavisinin yararlı olacağı kanaatindeyim.

Türkiye’de son dönemde şu veya bu sebeple seçim mağlubiyetlerini kabul etmek istemeyen, hazmedemeyen bir insan grubu ortaya çıktı. Seçim gibi gayri şahsi, kolektif ve siyasi bir konuda bile yenilgiyi hazmetmek kişiler için zaman alabilir.


İnce’nin psikolojisini bir tarafa bırakacak olursak; Türkiye’de son dönemde şu veya bu sebeple seçim mağlubiyetlerini kabul etmek istemeyen, hazmedemeyen bir insan grubu ortaya çıktı. Seçim gibi gayri şahsi, kolektif ve siyasi bir konuda bile yenilgiyi hazmetmek kişiler için zaman alabilir. Meseleyi ne kadar kişiselleştirdiğinize göre, seçimden çıkan (sizin açınızdan) negatif sonuçlarla bir süre uğraşmanız gerekebilir zihninizde. 1999 seçimlerinin sonuçları bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Hayal kırıklığı yerini öfkeye bırakırken uzun uzadıya düşünmüş ve bir anlamda siyasetten seçmen olarak çekilmeye karar vermiştim. Yaşım kırk altı ama oy verdiğim seçimler bir elin parmakları kadardır.

Partiye kızdım, partiyi kapatan yargı mensuplarına, onlar üzerinde etki kuran ordu komutanlarına, komutanları kışkırtan sermaye sahiplerine ve medya yöneticilerine, bütün bunlara alet olan siyasetçi ve entelektüellere kızdım, partiye oy vermeyen vatandaşlara kızdım, Türkiye siyasetinde kontrol rolü oynayan ABD ve AB gibi güçlere kızdım. Ne var ki bu kızmalarımın bana yararı olmayacağı, dahası bu kızgınlıkla benim de kimseye bir yararım olmayacağı gözüküyordu. Bunun için sivil siyasete, namı diğer kültüre yöneldim. Mücadelemi Türk şiirinde verdim. Birçok kişi, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun, benim yaşadığım gibi bir arınma, çekilme, yeniden organize olup yeni bir yöne yönelme gibi safhaları geçirmiştir.

Bu devlet sayısız insanı hapse attı, işsiz bıraktı, ailelerini parçaladı, bedenlerini ve onurlarını kırdı, hayatlarını yaşanmaz hale getirdi. Buna rağmen insanlar bir şeylere tutunmaya gayret ettiler. İnançlarını korudular, mücadelelerini bazen saçma bazen makul, yer yer hiçbir işe yaramayan, yer yer harikulade sonuçlar veren işlere yönelttiler. Dönenler oldu. Boyun eğenler, düşmana dönüşenler de. Ne var ki, bugün sürpriz olmayan, beklenen, tahmin edilebilen seçim sonuçlarını kabul etmeyen, hazmetmek istemeyen ve tüm enerjisini bu yolda harcayan bir insan grubu oluşmuş durumda. Bu bir problem. Kişisel bir problem de değil. Hem onların hem bizim problemimiz. Bu hazımsızlığın nedenlerine bakalım.

AK Parti ve lideri, CHP ve müttefiklerini son on altı yılda tam on beş kere yenmiş.

2002- 2018 yılları arasında yapılan 15 genel ve yerel seçimi, referandum ve cumhurbaşkanlığı seçimini AK Parti ve Erdoğan birinci sırada tamamlamış. Bir ülkede belli bir insan grubu on altı yılda on beş kere olan bir sosyolojik hadiseyi nasıl kabul etmeyebilir? Bunu anlamaya çalışalım.

Birinci ihtimal, seçim sonuçlarını kabul ve hazmetmek istemeyen insanlar numara yapıyordur. Gerçekte kabul veya hazım problemi yoktur. Seçimde kaybedip gerçek hayatta kazanıyorsunuzdur. Kârlarını, mülklerini, imtiyazlarını son on altı yılda birkaç katına çıkaran büyük aileler, yurtdışıyla çalışan irili ufaklı gruplar bu durumdadır.

Seçim sonuçları bu insanlar için sadece temsil, isimlendirme ve görüntüden ibaret.
Seçim sonuçları bu insanlar için sadece temsil, isimlendirme ve görüntüden ibaret.

Seçim sonuçları bu insanlar için sadece temsil, isimlendirme ve görüntüden ibaret. Evrim teorisi, laiklik, alkol serbestisi, evlilik dışı cinsel ilişki, Avrupa menşeli sanatlar, Atatürk vs. bu temsil mozaiğinin parçaları. Mesela evrimin AB mensubu bu küçük grubun hayatında ne gibi bir karşılığı olduğunu bilmiyorum açıkçası. Önemli kısmının bilimle herhangi bir alakası yok. Bilim adamı çıkaran aileler değil bunlar. İşletmeci veya kültür adamı çıkarıyorlar çoğunlukla. Aklıma gelen tek şey; yaratılış yerine evrime inanılması bu insanların nazarında toplumu ibadet zorunluluğundan kurtaracak. “Türkiye muhafazakarlaşıyor,” öcüsünü çıkaranlar bu zengin azınlıktır. Seçim sonuçlarını kabul etmemek için bir başka neden profesyonellik olabilir.

  • Ajitasyon propaganda yaparak kitleyi eylemlilik içinde örgütlemeye çalışan bir devrimciyseniz seçimi kaybetmek kazanmaktan daha iyidir sizin için. Profesyonel devrimci puslu havayı sever. Maksat çoğunlukla iç savaş çıkarmaktır zaten. Bunun için de kutuplaşma, diktatörlük, yolsuzluk gibi söylemler içi dolu olsun boş olsun kritiktir.

Devrimciler için kaybeden parti veya siyasetin niteliği de önemli değildir. Leninist propaganda ve örgütlenme kurallarına göre devrime giden yolda sosyal demokrat kitle örgütleri birer geçiş vasıtasından ibarettir.

En önemlisi üçüncü ihtimal: Ajitasyon propaganda çeken devrimcilerle beyaz Türklerin popülizminin konusu sensindir. Oy verdikleri partinin seçimi kaybetmesini hazmedemeyen çoğunluk bu grupta yer alır. Diğerleri yüzde bir iki ise, hazımsızların yüzde doksan sekizini sıradan insanlar oluşturur. Sosyal medyada veya Taksim Gezi Parkı eylemlerinde olduğu gibi sokakta ajitasyon propaganda çeken dizi oyuncularını, tiyatrocuları, yazarları takip eden binler yüz binler bunlardır. Onur Ünlü’nün Instagram hesabını kalabalıklaştıran, Barış Atay’ı milletvekili seçen, Emrah Serbes’i ünlüler arasına sokan bu sıradan insanlar. Neresinden baksak sıradan insanın politik hazımsızlığı hayra alamet değil. Değil; ama giderek günlük hayatımızın bir parçası haline geliyor. Türkiye nüfusunun bir kısmı nüfus çoğunluğunun kötülüğünden gittikçe daha emin hale geliyor, bunu itikat haline getiriyor.

Milyonlarca insan mistik bir şekilde kötülüğün egemenliği altında yaşadığına inanıyor.

Akla Gulat-ı Şia, Mesiyanik Yahudilik, Fetullahçılık gibi kötülük beklentisini adeta yücelten, başa gelen belaları hep belli bir kişi ve onun adamlarından bilen; bunun karşılığında kurtarıcısını bekleyen ve kurtarıcının gelmesini beklerken güç temin etmek için her yolu mubah sayan toplu delilik gruplarını getiriyor. Bu saydıklarım dinî gruplar. Laiklikten Mesihçilik nasıl doğuyor, orası sosyolojik, antropolojik bir muamma henüz. En azından benim için. Laiklik iyidir kötüdür başka mesele; ama rasyonalizme, yer yer pozitivizme, kısaca bilime dayanır. Bilimi hakikatin tamamı sayınca laik olmuş olursunuz. Bundan Mesihçilik gibi mistik ve mitik bir delirme biçimi nasıl doğar?

Bilimi hakikatin tamamı sayınca laik olmuş olursunuz.
Bilimi hakikatin tamamı sayınca laik olmuş olursunuz.

Birinci cevap, bu işe bulaşan insanların bilim ve rasyonalizmden laikliğin elitleri kadar nasiplenmemesi olabilir. Türkiye gibi şok reformlarla modernleşmeye, bilimselleşmeye, laikleşmeye çalışan toplumlarda okullaşma yetersizliklerinin yanı sıra rasyonel iş istihdamının gecikmesi, toplumsal ilişkilerde eski bağlılıkların laiklik kamuflajıyla devam ettirilmesi (mesela hiç kimsenin oruç tutmadığı ailelerde bile dinî bayramlarda büyüklerin elini öpmeye gitmek vb.) gibi yanıltıcı biçimler toplumun bir kesimini geri kalandan önemli bir sosyolojik farkları olmadığı halde modernleşmiş, laikleşmiş, rasyonelleşmiş gösterebilir.

Önyargı burada bilim açığını kapatır. Böylece, bilim ve laiklik ayinlerde öpüp başa konan, sonra sevilip okşanıp bir kenara bırakılan tören nesnelerine dönüşür. İkinci cevap, sıradan insanın manipüle edilişi. Biçimsel olarak modernleşmiş, fakat sosyolojik olarak eski pederşahi alışkanlıklarını koruyan insanların kendilerine modern liderler araması. Bu bir yere kadar toplumun doğası; ama o lider bir türlü gelmeyince mistik bir şekilde toprak altında aranıp bulunabiliyor. Menderesçi Ege kıyılarının bugünkü yüzeysel, vitrin Atatürkçülüğü gibi.

  • Atatürk’ün bile bugün sarı saçlı mavi gözlü olmak dışında bir özelliği yok gibi laik mesihçi kesim için. O, iştah ve iştiyakla arzu edilen Avrupalılığın mankeni sadece.

Sarı değil siyah saçlı, mavi değil ela gözlü olsa inançları kırılacak sanki. İkinci işlem, tarihin geriye doğru ve karikatürleştirilerek yeniden yazılması. Buna yazılmak denemez çünkü uzun uzadıya bir anlatı mevzubahis değil zaten. İki dörtlük bir şarkı kadar bir tarihten söz ediyoruz burada. Şarkıdan çok da marş. Onuncu yıl marşı, Gündoğdu marşı, İzmir marşı ilanihaye. Orijinaliteye bile gerek yok. Kafkasya’yı kaldır yerine İzmir koy, Enver’in üstünü çizip Mustafa Kemal yaz oldu bitti.

Bunun “sivil din” olduğunu düşünen sosyologlar da var ama ben öyle düşünmüyorum. Bana göre, bu tamamen toplumun azınlık ihtiyacının resmen karşılanmamasından kaynaklanan bir karmaşa hali. Laik, demokratik cumhuriyette laik azınlık olamayacağına göre bu hikâye daha devam eder.