Munsif Mezrüki'nin çağa tanıklığı

Muhammed Munsif Mezrûkî
Muhammed Munsif Mezrûkî

Sömürgecileri ve onlara karşı verilen mücadeleyi yakından tanıyan Mezrûkî, Arap dünyasında yaşanan problemler, diktatörlükler, yozlaşmalar ve başarısızlıklar konusunda, başkalarını suçlamanın meselenin özünden uzaklaşmak hatta kaçış olduğunu yüksek sesle dile getirir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze uzanan değişimlerin peş peşe geldiği sıkıntılı bir dönemin düşünürüdür Muhammed Munsif Mezrûkî.

Tarihten edebiyata ve felsefeye kadar okumaları bulunan Mezrûkî, sadece doktor değil; siyaset ve fikir alanlarında derinleşerek genel kültür sahibi olmuştur.

Tıp, siyaset ve düşünceyle iç içe geçen ömrünü bütün verimliliği ile kullanan, Arap dünyasının fikri krizlerinden tarihin uyanışına uzanan dönüşüm sürecini bizzat yaşayan, kültürel arka planıyla çağını harmanlayabilen, El-Cezire’deki makaleleriyle dünyayı sarabilen bir düşünür. Sağlıkla ilgili kitaplarının yanında, Arap dünyasının bağımsızlığı, demokrasinin keşfi, yeniden inşa, devrim, Arap baharı ve insan hakları alanında kitapları var. Ciddi hamleler yapan bu güngörmüş yazarın bazı eserleri ise Fransızca yayımlanmış. Tarihten edebiyata ve felsefeye kadar okumaları bulunan Mezrûkî, sadece doktor değil; siyaset ve fikir alanlarında derinleşerek genel kültür sahibi olmuştur. Dünyayı bütünlüklü bir şekilde algılama, anlama çabası onun değişik alanlara açılmasını beraberinde getirmiştir. Çözümlemesini gündemle ilişkilendirmek ve onu mücadelelerle ya da toplumsal gerilimlerin yorumuyla bağlantılandırmak isteği baskındır. Tereddüde düşmeden denilebilir ki Mezrûkî, ihtisas alanının kazandırdığı disiplin sayesinde hiçbir zaman kırkambar gevezeliğine düşmemiştir.

Esas mesele ahlaki kriz

Arap Baharı sürecinde Tunus Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen Munsif Mezrûkî’nin Arap Dünyasının Krizleri (2019) kitabının girişindeki kapsamlı söyleşi düşünürün tüm birikiminin ve iç dünyasının yansıması. Söyleşi, ruhun heyecanını ifade etmekten ziyade düşüncenin ve tecrübenin buluşlarını anlatıyor. Onun yapıp ettiklerini, hatta kendinin dışına çıkıp, sondan başa giderek eylemlerine ve kendine belli mesafeden bakmamızı/bakılmasını sağlıyor ve yazmak da bu işin kaçınılmaz parçasına dönüşüyor. Hiç şüphesiz düşünce kitaplarının mahiyetini, düşünürün kimliği belirler. Şayet düşünür, günümüzün etkin bir ismi ama aynı zamanda siyasetçi yönüyle öne çıkıyorsa hayatının önemli dönemeçlerinin ve fikri kaynaklarının bilinmesi pek çok hususu aydınlatabilir. Zira düşünce hayatına yönelik yazı yazmanın temelde iki yolu var. Bunlardan ilki, düşünürlerin uzun zaman isteyen inceleme, araştırma, makale ve deneme gibi metinlerden oluşan kitap biçimine ağırlık verir.

Arap Baharı sürecinde Tunus Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen Munsif Mezrûkî’nin Arap Dünyasının Krizleri (2019) kitabının girişindeki kapsamlı söyleşi düşünürün tüm birikiminin ve iç dünyasının yansıması.
Arap Baharı sürecinde Tunus Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen Munsif Mezrûkî’nin Arap Dünyasının Krizleri (2019) kitabının girişindeki kapsamlı söyleşi düşünürün tüm birikiminin ve iç dünyasının yansıması.

Çünkü böylesi eserler, bilgi araçları olmalarının yanında bilgilerin yorumlanmasını, bakış açısı inşasını öne çıkarırlar. Düşünce hayatına dair yazmanın diğer yolu ise, ele alınan düşünürün eserlerinin anlaşılıp değerlendirilebilmesi için onun hayatına ağırlık vermektir. Elbette bunların her ikisini kaynaştıran örnekler de yok değil, ancak genellikle bunlardan biri mutlaka daha çok öne çıkar. Fikir alışverişi ve diyaloglar şeklinde ilerleyen söyleşisinde Munsif Mezrûkî, çağdaş Arap düşüncesinde/siyasetinde farklılık arz eden genel eğilimini gözler önüne serer. Onun kişisel yaşamını ve ortaya koyduğu eserlerle arasındaki bağlantıları kuran pasajlar hemen fark edilir. Siyaset, psikoloji, ideolojiler, sömürgeciler, Fransız Devrimi, cumhuriyet fikri, insan hakları, vatandaşlık kavramı, Türkiye’nin Tunus’a etkileri, siyasi sistemler, modernleşme gibi meselelerde farklı sesler, ilginç anılar...

  • Çalışma şartlarını, okumalarını, ailesini hâlâ kulaklarımızda çınlayan bir yankıyı duymamızı sağlayan Arap Baharı, karşı devrimler, düşünürler hakkındaki paylaşımları ve sıkıntılı hatta rahatsız edici deneyimlerine dair tanıklıkları ise düşünür olarak kişiliğini ve farklılığını anlamamıza imkân veriyor. Bu söyleşiyi okuyanlar kendilerini âdeta Mezrûkî’yi herkesten daha iyi tanımış ve onunla görüşmüş, hatta onunla teşrikimesaide bulunmuş gibi hisseder.

Günümüzün acil meselelerine eğilen Munsif Mezrûkî, yazılarında İslam âleminin içine düştüğü ahlâki krize karşı bizleri sık sık uyarmaktadır. Daha önce çeşitli vesilelerle ifade edilmiş bir sorunu okumalarına dayanarak açıkça ortaya koymuştur. Çıkış yolu projesinin merkezinde, ahlâk üzerine tefekkür vardır.

Çok farklı dönemleri derinlemesine ve ayrıntılı biçimde tekrar okuyan Mezrûkî, çeşitli eserleri baştan aşağı elden geçirir, onları yeni bir okumaya tâbi tutar. İnsan tabiatını ihmal etmeyen gerçekçilikle ahlâkı değerlendiren Mezrûkî, dokuzuncu yüzyıl Arap toplumu için Cahız’ın yazdıkları, on yedinci yüzyıl Fransız toplumu için Moliére’in tiyatroları, on dokuzuncu yüzyıl Rus toplumu için Dostoyevski’nin romanları okunduğunda meselenin hep aynı olduğunun rahatlıkla görüleceğini ileri sürer.

Ahlâki devrimi yüksek sesle dillendiren yazısındaysa hayatın, insan ilişkilerinin ve yönetimlerin daha iyi ve adil olması için yapılması gerekenlere işaret eder. Bununla yetinmez, yirmi birinci yüzyılın ihtiyaçlarına çare sunabilmek için ahlâki devrimin zihinlerin pasını silecek hakiki fikri devrimle desteklenmesini elzem görür.

Sömürgecilik ve sonrası

Munsif Mezrûkî’yi anlamak için onun nasıl bir duygu dünyasından yazdığını düşünmenin yararı olur. Daha doğrusu hangi geçmişi miras aldığını düşünmek… Mezrûkî’nin dünyaya geldiği 1945 senesinde Tunus işgal altındaydı, dolayısıyla sömürgeciliğe karşı verilen mücadeleyi yakından tanıyor. Kısaca hatırlatmak gerekirse, ilkin babası Muhammed el-Bedevî Mezrûkî’nin Tunus’u Fransız sömürgesinden kurtarmak gayesiyle yirmi yılı aşkın bir süre canhıraş savaştığı kaydedilmelidir. Ne var ki babası ülkesi bağımsızlığını elde ettikten sonra hain olarak görülmekten ve dışlanmaktan kurtulamaz. Zira Muhammed el-Bedevî Mezrûkî, Habib Burgiba’nın rakibi olan, ama adı nedense unutturulan bağımsızlığın diğer lideri Salih bin Yusuf’la hareket ediyordu. Tunus’ta 1934 yılında kurulan Yeni Düstur Partisi’nde 1954’te vuku bulan bölünmenin altında sömürgecilere karşı nasıl hareket edileceği yatar. Tunus resmî tarihinde abartılarak merkeze yerleştirilen Burgiba, Fransızların verdiği özerkliği kabul ederken Salih bin Yusuf’la özdeş Yusufiye hareketi ise tam bağımsızlıktan yanaydı.

  • Mezrûkî, Arap dünyasındaki fikri ve siyasi arayışların büyük bir ümit doğurduğunu ama hep baskıyla neticelenmesinin sebepleri üzerinde durmaktadır. İslamcılara karşı değildir ama oldukça eleştireldir.

Ayrıca daha temel bir ayrışma da söz konusuydu: Fransa’nın destek çıktığı Burgiba, Batılı ve Fransız kültürüyle şekillenen Tunus kimliğini savunuyordu. Arap ve İslam kimliğinde ısrarcı olan Yusufiye hareketinin lideri Salih bin Yusuf ise, 1954’te partiden uzaklaştırıldı. Bağımsızlıktan iki yıl sonra 1958’de ise Burgiba, kendisine yönelik suikast girişimleri olduğu gerekçesiyle Yusufiye hareketini bastırma harekâtına girişti ve yüzlerce kişi idam edildi. Mısır’a kaçmak zorunda kalan Salih bin Yusuf, 1961’de Frankfurt’ta öldürülünce hareket dağılmaktan kurtulamadı. Bu olayın ardından siyasi çalışmalarını bırakan Mezrûkî’nin babası sürgün gittiği Fas’ta yıllarca avukatlık yapar.

Öğrenciliği Fransa’da geçen ve yirmi yıldan fazla orada yaşayan Mezrûkî, kendi kaderini, dilini ve kişiliğini korumaya çalışır.
Öğrenciliği Fransa’da geçen ve yirmi yıldan fazla orada yaşayan Mezrûkî, kendi kaderini, dilini ve kişiliğini korumaya çalışır.

Tunus’a ancak otuz üç yıl sonra; Burgiba devrilince geri dönebilen Muhammed el-Bedevî Mezrûkî, gençliğinde kalemiyle ve silahıyla uğruna mücadele ettiği ülkesinde kendisini yabancı gibi hissetmekten kurtulamaz. Ömrünün son yıllarında Fas’a gider, vefat edince Marakeş’e gömülür. Babasının maruz bırakıldığı durumu haksız ve adaletsiz bulan Mezrûkî bu olayı anlatırken “Vatan, insanın doğduğu ve baskı gördüğü yer değil, haysiyetiyle yaşadığı yerdir.” der. Aslına bakılırsa bu dramatik geçmiş onun Arap dünyasına dair çözümlemesinin temel çerçevesini oluşturur. Babası Fransızlar tarafından defalarca tutuklanan Munsif Mezrûkî, çocukluğundan itibaren hayatını ya Fransız sömürgecilere yakalanmamak için kaçıp saklanmak ya da hapiste/sürgünde yaşamak zorunda kalmıştır. Çocukluğu korku, ıstırap, istikrasızlıkla sarmalanmıştır ama kendini yetiştirme mücadelesi hiçbir zaman kesintiye uğramamıştır.

Öğrenciliği Fransa’da geçen ve yirmi yıldan fazla orada yaşayan Mezrûkî, kendi kaderini, dilini ve kişiliğini korumaya çalışır. Şunu da hatırlatmak gerekir ki o dönemde sıkça, “Dikkat et, Fransız kültürüne fazla yakınlaşma!” diye kendine telkinlerde bulunur. Sömürgecilikle mücadele yıllarında evlerinin kitap ve silah deposu gibi olduğunu söyleyen Mezrûkî’yi etkileyen çok sayıda yazar arasında Rus edebiyatından Dostoyevski ile Tolstoy, el-Mütenebbî, el-Arabî ve Mahmud Derviş başta olmak üzere önemli Arap şairleri yer alır. Hz. Muhammed (s.), Hz. Ömer gibi isimlerden de etkilenmesini ise son derece tabii bulur. Siyaseti, düşüncelerden, duygulardan ve inançlardan oluşan karmaşık bir sistem şeklinde değerlendiren Munsif Mezrûkî, devlet ve uluslararası düzen merkezli analizlerin ötesine geçmeyi başarır. Arap dünyasında siyaset ve duygular arasındaki gerilimli ilişkiyi yol açtığı yanılsamalarla birlikte ele alır.

Buradan hareketle ideolojilerle gerçeklik arasında hiyerarşiye dayanan bir ilişki kurar ki bu yaklaşım 1980 sonrasında siyaset düşüncesinde pek çok biçimde üretilmiştir. Duyguları gelip geçici ve istikrasız dolayısıyla da güvensiz gören Mezrûkî, ideolojilere sükûnetle yaklaşmaz, hatta onları tüm karmaşık kör duyguların neticesi kabul eder. İşte tam da bu noktada, onun siyasi projesi, mevcut ideolojilere karşı açık tartışma yürüterek yeni tarzda bir fikri mücadele vermektir. Mezrûkî, açısından Arap dünyasındaki ideoloji meselesi mücadeleyle, ön cepheyle, güç ilişkisiyle bağıntılı olmaktan ziyade duygularla ilgilidir.

Hem kötümser hem iyimser

Tunus’taki laik yelpazenin merkez sol kanadında duran Munsif Mezrûkî, Arap dünyasındaki fikri ve siyasi arayışların büyük bir ümit doğurup ardından hep baskı ve istibdatla neticelenmesinin sebepleri üzerinde durmaktadır. İslamcılara karşı değildir ama oldukça eleştireldir. İslam ve İslamcılar hakkında tipik Fransız solcusu ve sağcısı gibi kaşlarını çatarak konuşan Tunuslu “fundamentalist laiklerin” milletin değerlerini küçümseyen yüzeysel Batılılıklarını tuhaf bulur. Alay etmek için değil, olayların tüm çıplaklığıyla görünmesini sağlamak için klişeleri yerinden oynatan Mezrûkî, Arap olanı reddedenlerin Batılı olmasını imkânsız görür.

Geçmişin avazı içinde sosyalizmden liberalizme, Arap milliyetçiliğinden İslamcılığa uzanan tecrübelerden hareketle mevcut krizlere çözüm üretilebileceği kanaatindedir: Aslına bakılırsa siyasetin yükseliş ve geri çekiliş hikâyesi ama aynı zamanda yerleşikleşme ve tecrübe olduğunun farkındadır. Henüz var olmayanı arayan Munsif Mezrûkî’nin ümidin peşini bırakmayan üretkenliği; belli kavramları yenilemesine imkân verir. Yetmezliğin ve aramanın insanın özü olduğunu hatırlatan düşünürlere akrabadır bu yönüyle.

  • Sözgelimi iyimserlik ve kötümserlik karşısına, karmaşık yapıda bir arada var olan, birbirinden kısmen özerk ayrı düzeylerde işleyen “kötüyimser” kavramını koyması sebepsiz değildir. Zira daralan göğüsleri iyice daraltan kötümser, kötümserliğinin hatasının farkında değildir, çünkü yaratılışın ve hayrın gücünün bitip tükenmeyeceğini göz ardı eder.

İyimser olan ise iyimserliğindeki yıkımın ve kötülüğün gücünü görmezden geldiği için hataya düşer. Bunların dışında üçüncü tutuma işaret eden “kötüyimser” ise zafere ulaşana kadar zorlukların ve engellerin bileğini bükemeyeceğine ümit bağlar ve kuruntulara asla boyun eğmez. Munsif Mezrûkî’nin metinlerini irdelediğimizde çağdaş Arap gerçekliğini oluşturan dizgelerin ve söylemlerin nasıl yapılaştığı üzerine oldukça kapsamlı bir çalışma yürüttüğüne tanık oluyoruz. Demokrasi ve demokrasinin ideolojiye karşı olması meselesi Mezrûkî için çok önemlidir. Ona göre Arap coğrafyasındaki devrimler var olan kötü düzene karşı haklı kalkışmalardır. Hemen çoğu sorununun sebebini izah ederken “gerçek demokrasi” yokluğuna işaret etmesi bundandır. Ama öte yandan da tarafsız demokrasiyi savunanların çoğunun kendi iddialarının ideolojik tasavvura sahip olduklarını düşünmez.

Kavram araştırmasını devam ettiren Mezrûkî, Tunus’ta laiklerin ve İslamcıların anlayışlarında, kendi kuramsal yeteneğinin hakkını verecek reform bekledi. Aslında söz konusu olan, siyasi mücadele yürütenlere pratiklerine uygun bir çıkış sunmaktı. Bu mesele elbette İslamcılık konusunda da ortaya çıkıyordu. Mezrûkî, ethos ağırlıklı mücadeleye yaslandığı için pathos ağırlıklı mücadeleyi önemseyenlerin devletin dinamizmine güvenmelerini ve kendisinden ayrılmalarını eleştirdi. Günümüzde, bu tartışma artık daha çok gündemde, çünkü bugün Arap dünyasının meselesi daha ziyade ideolojilere yön veren düşüncelerin yeniden oluşumu ve yeniden yayılmasıdır. Olanları anlamayı öne çıkaran Munsif Mezrûkî, “Ne atalarımızı ne de Batılıları taklit ederek sorunlarımıza çözüm bulmak imkânsızdır.” fikrinde ısrarcıdır. Hiç şüphesiz bu çeşitli yanılsamalara yol açan yerleşik düşünceleri değiştirme ve yenileme arzusundan kaynaklanır.

  • Sömürgecileri ve onlara karşı verilen mücadeleyi yakından tanıyan Mezrûkî, Arap dünyasında yaşanan problemler, diktatörlükler, yozlaşmalar ve başarısızlıklar konusunda, başkalarını suçlamanın meselenin özünden uzaklaşmak hatta kaçış olduğunu yüksek sesle dile getirir.

Malik bin Nebi’ye yakınlık duyar. Onun dikkat çekici eleştiri ve çözümlemesine geri dönerek yazdıkları bunun en bariz delilidir: Her defasında en baştan başlamamızın sebebi de bu olmalı. Söyleşiyi okudukça ve tekrar okudukça, Munsif Mezrûkî’nin düşüncesinin ne kadar güncel olduğunu görebiliyor, onun fikri önermelerinin neden çağdaş düşünce alanındaki krizlere bu denli yoğunlaştığını anlayabiliyoruz.

Mezrûkî sadece günümüz Arap dünyasının yapısını çözümlemek adına değil, paradigmaya dayanan bir yönelimle demokrasi, ahlâk, siyaset ve medya gibi olgu ve kavramları yorumlamak adına da son derece önemli başvuru noktaları oluşturuyor. Nerede ne yapacağımızın kararını vermek için düşünce dünyasını ve mücadelelerin nasıl şekil alıp geliştiğini kavramaya ihtiyacımız var. Genelde Arap dünyasında özelde ise Tunus’ta uzak/yakın yılların entelektüel ve siyasi çevrelerini meydana getiren ve şekillendiren düşüncelere tekrar dalmak için bundan daha iyisi bulunamaz sanırım.